Hizbullah’ın silahsızlandırılması talepleri, Lübnan’ın bağımsızlığı ve güvenliği açısından gerçekçi bir seçenek olmaktan uzak görünüyor. Lübnan’daki siyasi savaş, askeri savaş kadar şiddetli ve belirleyici olmaya devam edecek.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah ve diğer genel sekreter Haşim Safiyuddin’in 23 Şubat 2025’teki kitlesel cenaze töreni, Lübnan’daki gelişmelerde yeni bir sayfa açtı.
Bu süreç, 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu ve hemen ardından Hizbullah’ın Gazze’deki Hamas’a destek amacıyla İsrail’e karşı başlattığı ‘Destek Savaşı’ ile başlamıştı.
Daha sonra 17 Eylül 2024’te İsrail’in Lübnan’a yönelik geniş kapsamlı saldırısıyla devam etti ve bu savaş 27 Kasım 2024’te ateşkesle sona erdi.
İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik savaşı, dolayısıyla İran’a karşı da bir savaştı ve bu saldırılar, İsrail ile Batı dünyası, özellikle ABD arasındaki sıkı bir ittifakı gözler önüne serdi.
ABD’nin doğrudan müdahalesi ve desteği olmasaydı İsrail’in bu saldırıları gerçekleştirmesi mümkün olmazdı. Bu, yalnızca İsrail’in değil, Amerikan-İsrail ortak savaşıydı.
Bu saldırı, Gazze’de olduğu gibi Lübnan’da da soykırıma dönüştü ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun da ifade ettiği gibi Ortadoğu haritasını değiştirme ve Washington’un liderliğinde yeni bir düzen kurma amacını taşıyordu.
Bu yeni düzenin kurulmasının yolu, Hamas, Hizbullah, Suriye’de Beşşar Esed yönetimi, Yemen’de Ensarullah Hareketi, Irak’taki İslami Direniş ve İran’dan oluşan Direniş Ekseni’nin gücünün kırılmasından geçiyordu.
Amerikan-İsrail ittifakı Gazze’yi, Güney Lübnan’ı, Beyrut’un güney banliyölerini ve Bekaa Vadisi’ni harap etti.
Irak’taki direniş yalnızca küçük çaplı müdahalelerde bulunabildi, Yemen ve İran ise büyük ölçüde saldırılardan korunabildi. Ancak bu ittifakın en büyük ‘ödülü’, Türkiye’nin tam desteğiyle Heyet Tahrir el-Şam’ın eline geçen Suriye’deki Beşşar Esed rejiminin düşüşü oldu.
Lübnan’daki durum
İsrail’in Hizbullah’a vurduğu sert darbe, Direniş Ekseni’nin kalbine vurulmuş bir darbe olarak nitelendirildi.
Hasan Nasrallah’a yönelik suikast ise Netanyahu tarafından “bu kalbin kalbinin” yok edilmesi olarak tanımlandı. Suikastın ardından Hizbullah’ın birçok askeri ve siyasi lideri de hedef alındı.
İsrail’in saldırıları Güney Lübnan’daki tüm köyleri, Bekaa Vadisi’nin büyük bir kısmını ve Beyrut’un güney banliyölerini yok etti.
Şii nüfusun büyük bir kısmı evlerini terk etmek zorunda kaldı ve Lübnan’ın farklı bölgelerine göç etti. Bu durum, Hizbullah’ın yalnızca askeri değil, sosyal tabanına da büyük zarar verdi.
27 Kasım 2024’te varılan ve 60 gün süren ateşkes kararı, durumu daha da karmaşık hale getirdi.
Hizbullah, İsrail’in Güney Lübnan’daki ilerlemesini durdurduktan sonra ateşkesi kabul etti. Ancak İsrail, ateşkesi ihlal ederek sınır köylerine saldırılarını sürdürdü.
60 günlük sürenin bitiminden sonra İsrail’in geri çekilmemesi, Hizbullah’a uluslararası hukuka uygun olarak meşru direniş hakkı verdi.
Hizbullah: Siyasi mücadele
Askeri savaş devam ederken, Hizbullah ve müttefiki Emel Hareketi Lübnan içinde de şiddetli bir siyasi savaşa girişti.
ABD’nin Lübnan Büyükelçisi Dorothy Shea’nın “Lübnan’ın Hizbullah’sız yaşamaya alışması gerekiyor” açıklaması, Hizbullah’ı ve Şii toplumunu Lübnan’ın siyasi sahnesinden dışlama girişimlerinin başlangıcı oldu.
9 Ocak 2025’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Şii milletvekilleri, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Ordu Komutanı Joszef Aun’un adaylığına ilk turda destek vermedi.
Ancak ikinci turda taleplerinin kabul edilmesi üzerine Aun’u desteklediler ve seçilmesini sağladılar.
Bu durum, Şii topluluğun Lübnan siyasetindeki vazgeçilmez konumunu bir kez daha ortaya koydu.
Ancak yeni hükümetin başbakanı olarak Navaf Selam’ın atanması, Şii milletvekillerinin desteğini almadan gerçekleştirilmek istendi.
Bu da Şii toplumunu dışlama çabalarının bir parçasıydı. Buna rağmen Hizbullah ve Emel Hareketi, hükümette beş bakanla temsil edilme hakkını elde etti.
Cenaze Töreni: Bir güç gösterisi
23 Şubat 2025’te Seyyid Hasan Nasrallah ve Haşim Safiyuddin’in cenaze töreni, Lübnan’daki Şii toplumunun birliğini ve direncini gösterdi.
Zorlu hava şartlarına rağmen yaklaşık bir buçuk milyon kişinin katıldığı bu tören, Lübnan tarihinin en büyük cenaze töreni oldu ve Arap dünyasında Cemal Abdülnasır’ın 1970’teki cenazesinden sonra en büyük kalabalığı topladı.
Bu cenaze töreni, Lübnan’ın içindeki ve dışındaki düşmanlara şu mesajları verdi:
1. Hizbullah’ın ve Şii toplumunun gücü ve varlığı dimdik ayakta.
2. Şii toplumu, dışlanma ve marjinalleştirme girişimlerine karşı tek vücut.
3. Batı’nın ve İsrail’in Lübnan’daki projeleri başarısızlığa mahkûm.
4. Direniş ruhu ve emperyalizme karşı mücadele, uluslararası bir boyuta ulaşmış durumda.
Önümüzdeki dönem
Hizbullah ve Emel Hareketi’nin Lübnan’daki siyasi mücadelesi devam edecek. Yeni hükümetin idari, askeri ve güvenlik bürokrasisine yaptığı atamaları Hizbullah’a yakın isimlerden uzak tutma çabaları, yeni bir mücadele alanı oluşturacak.
Ayrıca Güney Lübnan’daki yeniden imar süreci, Hizbullah’ın silahsızlandırılması şartına bağlanmaya çalışılabilir.
İsrail’in işgal ettiği Lübnan topraklarından çekilmemesi de direnişin meşruiyetini korumasını sağlıyor.
Lübnan ordusunun mevcut durumda bu işgale son verecek kapasiteye sahip olmaması nedeniyle, Hizbullah’ın silahlı direnişi, Güney halkı için tek güvence olarak kalmaya devam edecek.
Bu bağlamda Hizbullah’ın silahsızlandırılması talepleri, Lübnan’ın bağımsızlığı ve güvenliği açısından gerçekçi bir seçenek olmaktan uzak görünüyor.
Sonuç olarak, Lübnan’daki siyasi savaş, askeri savaş kadar şiddetli ve belirleyici olmaya devam edecek.
Hizbullah ve Şii toplumunun Lübnan’daki varlığı, tüm baskılara rağmen direnmeye ve şekillenmeye devam edecek.