Filistinli esirlerin serbest bırakıldıktan sonra hedef alınması, yalnızca tekil bir şiddet eylemi değil; işgalci rejimin Filistin direnişini bastırmaya yönelik köklü yaklaşımını yansıtan planlı bir stratejidir.
Bu politika yalnızca güvenlik tehdidi olarak görülen bireylerin ortadan kaldırılmasıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda sürekli kontrol, tahakküm ve baskıyı pekiştiren bir araç olarak işlev görüyor.
Bu tür eylemler yalnızca temel insan haklarının açık bir ihlali değil, aynı zamanda uluslararası hukukun normlarına yönelik doğrudan bir meydan okumadır — ki İsrail rejimi her zaman sistematik bir dokunulmazlıkla bu kuralları ihlal etmektedir.
Bu politika analiz edilirken şunu görmek gerekir ki bu suikastlar ne intikam eylemleri ne de kendiliğinden gelişen askeri operasyonlardır; aksine İsrail rejiminin uzun süredir benimsediği önleyici yok etme prensibinin bir devamıdır.
Tarih boyunca Filistinliler, hapsedildikten, esir takasıyla serbest bırakıldıktan ya da geçici özgürlük kazandıktan sonra bile hedef alınmışlardır.
Bu uygulama yalnızca Filistinlilerin haklarını ihlal etmekle kalmıyor; aynı zamanda uluslararası hukuki düzeni de tehdit ediyor. Onlarca yıldır, İsrail rejimi bu ihlaller için hiçbir zaman hesap vermemiştir.
Yakın zamanda serbest bırakılan dört esirin suikasta uğraması ve Gazze ateşkesi sırasında 33 kişinin yeniden tutuklanması, hedefli ortadan kaldırma politikasının hâlâ aktif ve bilinçli bir strateji olarak sürdüğünü bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Bu olaylar önemli soruları gündeme getiriyor: Filistinli esirlerin özgürlüğü bugün ne anlama geliyor? Bu politikanın tarihsel arka planı nedir? Ve daha da önemlisi, uluslararası toplum bu açık insan hakları ihlallerine neden göz yumuyor?
Zindan duvarlarının ötesi: Filistinli esirler için özgürlük yanılsaması
Çoğu mahpuslar için özgürlük, kurtuluş anlamına gelir. Ancak İsrail rejimi tarafından serbest bırakılan Filistinli esirler için bu genellikle daha da tehlikeli bir hayatın başlangıcıdır: Sürekli gözetim, yeniden tutuklanma tehdidi ve birçok durumda doğrudan suikast bu hayata eşlik eder.
İsrail rejiminin serbest bırakılan esirlere yönelik politikası iki temel ilkeye dayanır:
- Korku ve caydırıcılık yaratma: Cezalarını tamamlamış veya müzakereler yoluyla serbest bırakılmış kişilerin bile sürekli bir ölüm tehdidi altında kalmasını sağlamak.
- Sürekli suçlu ilan etme: Serbest bırakılan tüm esirleri potansiyel tehdit olarak tanımlamak ve her an ortadan kaldırılabilir hale getirmek.
Bu stratejinin mantığı oldukça açıktır: Esirlerin serbest bırakılması, onların haklarının tanınması veya rehabilitasyon çabası olarak görülmez; aksine İsrail rejiminin güvenlik doktrininin planlı bir adımıdır.
Esir takasları, ateşkesler ve müzakere yoluyla sağlanan serbest bırakılmalar, bu rejimin temel tutumunu asla değiştirmez. Filistin direnişinin önde gelen isimleri, yasal statülerine bakılmaksızın her zaman suikast için asli hedeflerdir.
2012 yılında İsrail’in iç güvenlik örgütü Şin Bet’in eski başkanı Yoram Cohen açıkça şu açıklamayı yapmıştı: "İsrail rejimi, serbest bırakılan Filistinli esirleri suikastla hedef almaktan kaçınma yükümlülüğüne sahip değildir."
Bu sözler rastgele bir beyan değil, köklü bir politikanın açık bir itirafıydı. Cohen’in bu açıklamaları, İsrail rejiminin güvenlik yapısında derinlemesine yerleşmiş olan inancı gösteriyordu: Filistinli esirler, serbest bırakıldıktan sonra bile ortadan kaldırılabilir meşru hedefler olarak kalmaya devam eder.
Hüseyin Muhammed Abiyat, Ebu Ali Mustafa, Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisi, Semir Kuntar ve daha birçok ismin suikasta uğraması, serbest bırakılan kişilerin hedef alınmasının bir istisna değil, belgelenmiş ve sistematik bir tarihsel örüntü olduğunu kanıtlamaktadır.
Tarihsel Kökler: İkinci İntifada’dan Gazze Ateşkesi’ne İsrail’in suikast politikası
Bu suikast dalgasının önemini kavrayabilmek için bu politikanın şekillendiği tarihsel bağlamı incelemek gereklidir.
İkinci İntifada (2000-2005) sırasında İsrail rejimi, yargısız infaz politikasını resmen benimsemiş ve yalnızca askeri liderleri değil, siyasi figürleri ve aktivistleri de hedef almıştır.
2001’de Ebu Ali Mustafa’nın ve 2004’te Ahmed Yasin’in suikastları, savaş alanında değil, önceden planlanmış infazlar olarak gerçekleştirilmiştir.
Birçoğu suikast edilmeden önce hapiste olan bu kişilerin öldürülmesi, daha derin bir gerçeği gözler önüne seriyor: Filistinli esirler için özgürlük, gerçek bir kurtuluş değil; bir kontrol biçiminden (hapis) diğerine (sürekli gözetim ve hedefli suikast tehdidi) geçiş anlamına geliyor.
Uluslararası toplumun, bu sistematik suikast politikasına karşı somut adımlar atması gerekmektedir:
- İsrail rejimi yetkililerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde savaş suçlarından yargılanması.
- İnsan hakları ihlallerine karşı İsrail rejimine uluslararası yaptırımlar uygulanması.
- İsrail rejiminin yargısız infazlarını ifşa etmek için küresel kampanyaların başlatılması.
Uluslararası toplumun kararlı bir müdahalesi olmadan, İsrail rejimi suikast politikasını sorgusuz sualsiz sürdürmeye devam edecek ve Filistinli esirler, ister hapiste ister serbest bırakıldıktan sonra, ölüm tehdidi altında yaşamaya devam edecektir.
Dünya, İsrail rejiminin sistematik hedefli suikast politikasını kınamalı ve Filistinlilerin hayatlarının değersiz görülmesine karşı somut adımlar atmalıdır.
Her türlü kayıtsızlık, İsrail rejimi gibi bir haydut devlete devlet eliyle cinayetler işleme izni vermek anlamına gelir.
2011’deki esir takası anlaşması, ‘Gilad Şalit’ karşılığında 1.000’den fazla Filistinli esirin serbest bırakılmasıyla sonuçlanan başka bir örnektir.
Bu anlaşma, diplomatik bir başarı olarak sunulmuş olsa da, İsrail rejimi açıkça göstermiştir ki serbest bırakılan esirler asla onun erişiminden çıkmamaktadır.
Birçoğu sonraki yıllarda, özellikle 2014’teki ‘Kardeşlerin Koruyucusu’ operasyonu sırasında, sistematik bir şekilde yeniden tutuklanmıştır.
Bazıları ise infaz edilmiştir, bu da gösteriyor ki onların özgürlüğü, her zaman bu rejimin serbest bırakmayı tek taraflı iptal etme kararına bağlıydı.
Bugün de aynı model devam etmektedir. Gazze’deki ateşkes anlaşması çerçevesinde serbest bırakılan esirler, tıpkı önceki takaslarda olduğu gibi, sistematik olarak yeniden tutuklanmakta ya da infaz edilmektedir.
Son olarak serbest bırakılan dört esirin öldürülmesi ve 33 eski tutuklunun yeniden tutuklanması, Filistinli esirlere ve onların liderlerine şu mesajı vermektedir: Hiçbir anlaşma onların güvenliğini garanti edemez.
Bu, endişe verici bir soruyu gündeme getirmektedir: Eğer İsrail rejimi, Filistinli esirleri resmen serbest bırakıldıktan sonra bile yok ediyorsa, bugün serbest bırakılanların akıbeti ne olacaktır?
Gazze’deki ateşkes ve serbest bırakılan Filistinli esirler için ölüm tuzağı
Gazze’deki mevcut ateşkes, savaşın durması için geçici bir fırsat olarak görülmüştü, ancak serbest bırakılan esirlerin infazı, İsrail rejiminin hedefli öldürme politikasını sürdürdüğünü göstermektedir.
Filistinlilere verilen mesaj net: Serbest bırakılma koşullarınız ne olursa olsun, asla gerçekten özgür olmayacaksınız.
Serbest bırakılan esirleri sistematik bir şekilde yok ederek, İsrail rejimi psikolojik bir savaş yürütmektedir.
Sokaklarda yürüyen her Filistinli, yaklaşan bir saldırı tehdidi altında bunu yapmaktadır. Bu yapay güvensizlik, eski esirlerin topluma yeniden katılmalarını engellemek için tasarlanmış olup, onları sürekli bir korku ve istikrarsızlık halinde tutmaktadır.
Ateşkes döneminde yeni serbest bırakılan esirlerin hedef alınması, İsrail rejiminin daha geniş bir stratejisini de ortaya koymaktadır.
Bu rejim yalnızca uluslararası anlaşmalara uymamakla kalmıyor, aynı zamanda diplomatik etkileşim anlarını geçici geri çekilme taktikleri olarak kullanmakta ve baskı ve kontrol kampanyasını sürdürmektedir.
Bugün tanık olduğumuz şey sadece bir insan hakları ihlali değil, aynı zamanda ateşkes sürecinin stratejik bir silah olarak kullanılmasıdır. İsrail rejimi, barış illüzyonunu, bireyleri seçici bir şekilde ortadan kaldırmak için kullanmakta ve Filistinlilerin kendi kendilerini yönetme fikrinin bile imkansız olmasını sağlamaktadır.
Uluslararası toplumun rolü: Sessizlik eşliğinde suç ortaklığı
İsrail rejiminin serbest bırakılan esirleri infaz etmeye devam etmesi, dünya çapında bir öfkeye yol açması gerekirdi; ancak uluslararası toplum hâlâ sessizliğini korumaktadır.
Bu sessizlik, cehaletten değil, bilerek yapılmış siyasi eylemsizlikten ve İsrail rejiminin suçlarının normalleştirilmesindendir.
Uluslararası hukuk bu konuda nettir: Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, artık çatışmaya katılmayan savaşçıların öldürülmesini yasaklamaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü, eğer bir sistematik politika olarak yapılırsa, keyfi infazları savaş suçu olarak sınıflandırmaktadır.
Dünya İnsan Hakları Beyannamesi, yaşam hakkı ve adil yargılama hakkını garanti etmektedir; bu haklar Filistinli esirlerden her zaman alınmıştır.
Buna rağmen, İsrail rejimi suçlarını cezasız bir şekilde işlemeye devam etmekte, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve adaletin defalarca başarısız olduğu küresel bir sistem tarafından korunmaktadır.
Bu sessizlik sadece bir ihmal değil, aynı zamanda suç ortaklığıdır. Serbest bırakılan her Filistinli esirin infazı, İsrail rejiminin hukukun ötesinde hareket etmesine izin veren uluslararası bir sistemin kınanmasıdır.
Eğer dünya hala kayıtsız kalırsa, bu, aslında İsrail rejimine, cezasız bir şekilde keyfi infazlar yapma izni veren tehlikeli bir emsal yaratır.
Direniş zorunluluğu ve hesap verme
Filistinli esirlerin özgür bırakıldıktan sonra infaz edilmesi sadece bir insan hakları ihlali değil, aynı zamanda İsrail rejiminin daha geniş bir siyasi hâkimiyet ve kontrol politikasıdır.
Bu, hapishanede olmanın, müzakerelerin ve özgürlüğün yalnızca İsrail rejiminin iradesine bağlı olduğunu ve özgürlüğün, verildiği zaman bile bir illüzyondan ibaret olduğunu ileten bir mesajdır.
Gazze’deki ateşkes döneminde yaşanan son infazlar, bu stratejinin uygulanmaya devam ettiğini doğrulamaktadır.
Serbest bırakılan Filistinli esirler, önceki kuşaklarının acı kaderini tecrübe ediyor: işkence, yeniden tutuklanma veya infaz.
Dünya, İsrail rejimi keyfi infaz politikasını sürdürürken kayıtsız kalamaz.
İslam ülkeleri ve diğer ülkeler, insan hakları örgütleri ve uluslararası mahkemeler, sadece kınama açıklamalarından öteye gitmeli ve somut adımlar atmalıdır.