Direnişin dolandırıcılıkla imtihanı

Bölgede artık ulusal ülküleri olan liderler yok. Uluslararası sermayeyle çıkar ortaklığı olan düzenler var.

Bu yazıya halen yazmakta olduğum Direnişin İnşası adlı kitap ilham verdi. 

1970’li yıllara dair değerlendirmelerin yapıldığı bir kitap bölümünün 2025 yılında yazılan bir yazıya ilham vermesi aslında çok şey anlatıyor. 

Ancak benim bugünlerde buna neden gerek duyduğumu açıklamam gerekiyor. 

***

Herhangi bir siyasal tavrın doğruluğunu ve yanlışlığını başarı ile ölçen genel bir yaklaşım var. Bu yaklaşım sadece belirli bir dine, mezhebe veya ideolojiye özgü de değil. 

Gazze’de 7 Ekim 2023’te başlayan savaşın bugün gözlemlenen etkilerinden hareketle direnişin yanlış olduğu sonucu çıkarılıyor. Bu sonuç, şu gerçek argümanlara dayandırılıyor:

1) Hamas, Aksa Tufanı ile boyundan büyük bir işe kalkıştı. Operasyonu planlarken üyesi olduğu Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerine danışmadı. Arap ve İslam ülkelerinin Gazze’yi yalnız bırakmayacağını düşünerek hesap hatası yaptı. 

2) Aksa Tufanı sonrası verilen kayıplar, öngörülen kazanımlara kıyasla çok büyük oldu. Bazı Filistinli tutsakların kurtarılması sağlanmış olsa da Gazze ve Batı Şeria, 7 Ekim öncesinden çok daha ağır şartlar altında bulunuyor. 

Gazze’nin tehciri ve Filistin’in tümüyle yok edilmesi, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar muhtemel hale geliyor. 

3) 7 Ekim sonrası şartların sonucu olarak Suriye’nin direniş karşıtı güçlerin eline geçmesi, Lübnan ve Filistin direnişinin yeniden toparlanmasını zorlaştırıyor. Dolayısıyla tekil olarak direniş örgütlerinin değil, direniş seçeneğinin bizatihi kendisinin imhası ihtimal kazanıyor.

Çoğu gerçek olan bu argümanlara çok daha fazlasını eklemek ve özelde Hamas’ın genelde ise Direniş Ekseni’nin başarısız olduğu sonucuna varmak mümkün. 

Peki ulaşılan bu sonuç gelecek için ne öneriyor? 

Doğruluğu başarı ile ölçen yaklaşım, direnişten tamamen vazgeçilmesini öneriyor. Silahlı direnişe alternatif sunmadığı için de aslında teslim olunmasını istiyor.

Onlara göre direniş denen şey devletler düzeyinde değil örgütler düzeyinde verilen bir mücadeledir. İsrail ve destekçileri güçlü, direniş ise zayıftır. Bu inkar edilemez bir gerçeklik olduğuna göre direniş bir slogandan ibarettir

7 Ekim sonrasında da direniş ve onu savunan eksenin sloganları başarısız olmuş, İsrail ekseninin gerçekliği ise zafer kazanmıştır. 

O halde daha fazla başarısızlığa sebep olacağı için direniş tamamen terk edilmelidir.    

Dolandırıcılık

Birçok gerçek veriye dayandığı için akli ve doğru gözüken bu yaklaşım, aslında bir dolandırıcılıktan ibarettir. 

Dolandırılmak insanın değerli gördüğü şeyden kendi rızasıyla vazgeçmesidir. 

Bu yüzden dolandırıcılar genellikle rıza üretmek için gerçek argümanlar kullanır.

Direnişin devletler değil örgütler düzeyinde verilen bir mücadele olduğu gerçektir; ancak bu gerçeklik, direnişin yanlış bir seçenek olduğunu değil, devletlerin sorumluluğunu yerine getirmediğini ispat ediyor. 

Zira direniş örgütleri, devlet rolüne talip oldukları için değil, devletler direniş rolüne talip olmadığı için bu ulusal ve ahlaki sorumluluğu üstleniyor.   

Doğruluğu, başarıyla ölçenler ile direniş karşıtı dolandırıcılar, “bunca kayıp yetmez mi?” diye özetlenebilecek yüzlerce soru soruyor ve kamuoyunu direnişin yanlış bir seçenek olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

İyi ama onların başarısızlığa sebep gösterdikleri argümanlarından sadece tek bir sonuç mu çıkar? 

Başarısızlık sebebiyle direnişin terk edilmesi gerektiği, çıkarılabilecek tek mutlak sonuç mudur? 

Tam aksine başarısızlık sonucundan, direnişin desteklenip güçlendirilmesi gerektiği sonucu da çıkar. 

Zira başarısızlık, teslim olmak şeklinde bir davranış değişikliği yaratabileceği gibi ‘ne yaparsak başarılı olabiliriz?’ arayışına da götürebilir.             

Direnişin başarısızlığının sebeplerine ilişkin sunulan argümanlar özetle şöyle: 

1- İsrail, sahip olduğu uluslararası destek sebebiyle orantısız şekilde güçlü, direniş ise zayıftır. 

Doğru; ama bu direnişin değil, sözde Filistin’den yana olduğu halde onu desteklemeyenlerin sorunu değil midir? 

7 Ekim’de tüm Batı dünyası İsrail’in var olma hakkını destekliyoruz ve İsrail’in yanındayız derken, Arap ve İslam dünyası Filistin’in var olma hakkını destekliyoruz ve direnişi destekliyoruz demedi. 

11 Kasım 2023’te Riyad’da yapılan Arap-Müslüman ülkeler zirvesinde dönemin Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, İsrail’e karşı somut kararlar alınmasını, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ise İsrail’e yaptırım uygulanmasını ve direnişin desteklenmesini önerdi. 

Ancak öneriler gündeme bile alınmadı. Bölge ülkeleri değil yaptırım uygulamak İsrail’le siyasi ilişkilerini bile kesmedi, ticari ilişkilerini ise sürdürdü. 

2- En modern saldırı ve savunma silahlarına sahip olan İsrail’e karşı direnişin silahları etkisiz kalıyor. 

Doğru; ama modern silahlardan mahrum olmak direnişin değil bu silahların direnişe ulaşmasını engelleyen Arap ve İslam ülkelerinin sorunudur. 

Direnişi destekleyen tek Arap ülkesi olan Suriye’yi yıkmak için 12 yıl boyunca silahlı gruplara silah ve militan gönderen Arap ve İslam ülkeleri, İsrail gibi modern Amerikan silahlarına sahip. 

Gerçi Lübnan ve Filistin direnişi onlardan silah veya İsrail’le savaşmalarını talep etmedi; ama bu ülkeler Suriye’ye silah akıtırken direnişe tek bir kurşun bile vermedi. Hatta Filistin direnişine silah bırakmasını ve siyasi çözümü tavsiye etti.   

3- Artık Suriye de düştüğüne göre direnişin yeniden yapılanması ve eski gücüne kavuşması mümkün değil. 

Suriye’nin direnişin güçlendirilmesinde kilit bir rol oynadığı ve Şam’ın düşmesiyle direnişin ağır bir darbe aldığı doğru; ama İsrail’le çıkar işbirliği olanların Suriye’ye hakim olması direnişin suçu mu? 

Arap ve İslam ülkeleri, toplamda İsrail’den çok daha fazla silaha, çok daha büyük ordulara ve çok daha büyük ekonomik imkanlara sahip. Ancak bu imkanları, 70 yıl boyunca İsrail’e değil, 12 yıl boyunca Suriye’ye karşı kullandı. 

Dolandırıcılar, geçen 12 yıl boyunca “Kudüs’e giden yol Şam’dan geçer” diyordu. 

İsrail’in sahra hastanelerinde militanlarını tedavi ettiren Colani, İslam ülkelerinin desteğiyle Şam’a hakim oldu.  

Colani’nin ilk icraatı, ‘İsrail’le normalleşmeye hazırız’ mesajı vermek ve Filistinli liderleri tutuklamak oldu. 

Dolandırıcılar bunu, HTŞ rejiminin İsrail’e karşı zayıflığı ile açıklıyor.

HTŞ’nin İsrail’le savaşacak gücünün olmadığı doğru; ancak İsrail’le savaş, askeri güçle değil iradeyle ilgili bir durum. 

Hamas, İslami Cihat, FHKC, Hizbullah, Ensarullah ve Irak direnişi, İsrail’le savaşacak askeri güce sahip olduğu için değil, iradeye sahip olduğu için savaştı, savaşıyor. 

 Öte yandan HTŞ’yi destekleyen ABD liderliğindeki ülkelerin askeri ve ekonomik bakımdan Filistin, Lübnan, Irak ve Yemen direnişini destekleyen İran’dan daha güçlü olduğu da doğru. 

Arap ve İslam ülkelerinin silah veya ekonomik güç sorunu yok. 

Son 12 yıl boyunca bölgedeki silahlı gruplara silah ve militan akıtan İslam ülkeleri, parası veya silahı olmadığı için direnişe karşı çıkıyor değil. Silahın İsrail’e doğrultulmasına karşı çıkıyor.

Bölgede artık ulusal ülküleri olan liderler yok. Uluslararası sermayeyle çıkar ortaklığı olan düzenler var. 

Bu düzenler tarafından istihdam edilen dolandırıcılar, gerçeklerden yanlış sonuçlar çıkarılmasını sağlamaya çalışıyor. 

Bölge halklarının dolandırıcılıktan korunabilmesi gerçeklere ilişkin doğru sorular sorabilmesi ve bir gerçeklikten birden fazla sonuç çıkarılabileceğini kavramasıyla mümkün. 

Şimdi sizi yukarıda bahsini ettiğim kitabımın bölümüyle baş başa bırakıyorum. 

  

Ulusal ülkü, iktidar tutkusu, slogancılık ve gerçekçilik

Basel Konferansının yapıldığı 29 Ağustos 1897’de Filistin’de bir Yahudi yurdu kurma hedefi gerçekçi değildi. 

Çünkü ne dönemin uluslararası şartları buna uygundu ne de Siyonistler o dönemde bu hedefi gerçekleştirebilecek imkanlara sahipti. 

Ancak 1948’de İsrail kuruldu, böylece 51 yıl önce imkansız gözüken bir şeyin gerçek olabileceği kanıtlandı. 

Araplar, 1948’de İsrail’i yok etmek için Siyonistlere savaş açtı. 

O dönemde askeri imkanlar ve uluslararası şartlar Siyonistlerin lehineydi; ancak Arapların 1948’deki İsrail’i yok etme hedefi, Siyonistlerin 1897’deki İsrail’i kurma hedefine göre daha gerçekçiydi.

Bununla birlikte hedefleri gerçekçi gözükmeyen Siyonistler tarihin öznesi oldu; hedefleri gerçekçi gözüken Arap liderleri ise tarih dışı kaldı. 

Arap liderleri daha sonra İsrail’le üç savaş daha yaptı. Fakat 1956, 1967 ve 1973 yıllarında yapılan bu savaşlar, onları hedeflerine yaklaştırmadı. 

Aksine her savaş sonunda başlangıçtaki hedeften daha fazla uzaklaşan Arap liderleri, 1973 savaşından sonra hedeften tamamen vazgeçti. 

Teslim olmayı ‘gerçekçilik’ ile izah etti; İsrail’e karşı silahlı direnişi savunanları ise slogancılıkla suçladı.   

Dönemin şartlarına uymayan ve mevcut imkanlarla ulaşılması mümkün olmayan hedefler koymak ‘slogancılık’ olarak nitelenir ve kınanır. 

Mevcut imkanlara ve dönemin şartlarına uygun hedefler koymak ise gerçekçilik veya tedbir olarak görülür ve övülür. 

Peki ama slogancılığı ve gerçekçiliği mevcut imkanlar ile öngörülen hedefler arasındaki orantıyla açıklamak her zaman doğru mudur? 

Slogancılık veya gerçekçiliğin sadece imkanlar ile hedefler arasındaki orantı ile açıklanamayacağının en somut örneğini Arap-İsrail çatışması oluşturuyor. 

Çünkü bu sorunda slogancılık veya gerçekçilik, aslında ‘ulusal ülkü’ ve ‘iktidar hırsı’ çelişkisine dayanıyor. 

Tarih boyunca Siyonistler, imkanlarını ‘ulusal ülkü’ için; Arap liderleri ise birkaç istisna dışında iktidar hırsları için kullandı. 

Siyonistler, imkanlarını aşan hedeflerini ulusal ülkü olarak benimsediği için slogancı olmadı ve tarihin öznesi oldu. 

Arap liderleri ise iktidar uğruna uzlaşmaya hazır oldukları için gerçekçi olamadı ve tarih dışı kaldı.     

Siyonistlerin 51 yılda İsrail’i kurması, Arap liderlerin ise 45 yıl içinde binlerce yıllık vatandan vazgeçerek teslim olması, ulusal ülkü ve iktidar hırsı çelişkisinin sonuçlarıydı.

Basel Konferansının yapıldığı 29 Ağustos 1897’de Filistin’de bir Yahudi yurdu kurma hedefi, mevcut gerçekliğe aykırıydı. 

1897’de imkansız gözüken hedefi, bir ulusal ülkü olarak benimseyen Siyonistler, imkanlarını, hedefe uygun şekilde geliştirdiği için 51 yılda İsrail’i yoktan var etti. 

Buna karşın Arap liderliği 45 yıl sonra binlerce yıldır var oldukları vatandan iktidar uğruna vazgeçti. 

Ulusal ülküden vazgeçmeyi ‘gerçeklik’ olarak izah etti; vatan uğruna silahlı direnişi slogancılık diye küçümsedi. 

1967 savaşına kadar Filistin’in işgalden kurtarılması, tüm Araplar için bir ulusal ülküydü. İsrail’le barıştan söz edenler hem azınlıktaydı hem de dışlanıyordu. 

1967 yenilgisinden sonra ‘İsrail’le barış’, Arap liderleri tarafından taktik bir adım olarak söz konusu edildi. 

1973 savaşından sonra İsrail’le barış, işgal altındaki Arap topraklarını kurtarmak için kullanılabilecek seçeneklerden biri olarak gündeme getirildi.

1979’daki Camp David ve arından 1993’teki Oslo anlaşmasından sonra ise Arap liderliği İsrail’le barışı tek gerçekçi seçenek olarak sundu. 

Artık Arap kamuoyunda İsrail’e karşı silahlı direniş yanlıları azınlıktaydı. Bunlar, gerçekçi olmamakla suçlanıyor ve dışlanıyordu. 

Peki Filistin’in kaybedildiği 1948’den günümüze kadar gerçekte İsrail’le uzlaşanlar mı yoksa direnenler mi gerçekçiydi? 

Arap ve Filistin liderliği, direndiği için mi yoksa uzlaştığı için mi tarih dışı kaldı? 

 

Not:

Kitabın bu bölümünde Arap ülkelerinde ve Filistin liderliğinde ortaya çıkan İsrail’le barış yaklaşımı ele alınıyor ve bu sorulara cevap aranıyor. 1973 savaşı sonrası belirginlik kazanan bu perspektif; Mısır, Suriye ve Filistin liderliğinin barış mantığı çerçevesinde ele alınıyor.