İslam Cumhuriyeti, makbuliyet ve meşruiyet

İslami olsun ya da olmasın herhangi bir devlet organizasyonunun içerideki makbuliyeti, onun işlevselliği ve bekası açısından kendisini dayandırdığı meşruiyetten daha önemli gözükmektedir. Binaenaleyh, işlevselliğini ya da bekasını kaybeden bir siyasi organizasyonun meşruiyeti ile kimsenin ilgilenmeyeceği de ortadadır.

Halifeliğin, aslında hakimiyeti altındaki müslüman toplumları modern çağın dini, kültürel, siyasi ve askeri tehditlerine karşı koruyabilecek bir savunma mekanizması üretememesi ve içerinin çağın gerekleri (mukteziyat-ı zaman) doğrultusundaki ihtiyaç ve taleplerini karşılayamaması yüzünden içinin çoktan boşaldığı için kolayca kaldırılabildiği söylenebilir.

 

Hakimiyeti altındaki toplumları, dışarıdan gelen askeri tehditlere karşı koruyacak gücü ve imkanı olmasaydı bile içerinin ihtiyaç ve taleplerine cevap verebilen, içerinin siyasal ekseni ve umudu olmayı sürdürebilen bir hilafetin, Osmanlı hanedanına tahsis edilecek bütçenin görüşüldüğü 3 Mart 1924 tarihli meclis oturumunda bir yasayla kaldırılması mümkün olabilir miydi?

 

İslami olsun ya da olmasın herhangi bir devlet organizasyonunun içerideki makbuliyeti, onun işlevselliği ve bekası açısından kendisini dayandırdığı meşruiyetten daha önemli gözükmektedir. Binaenaleyh, işlevselliğini ya da bekasını kaybeden bir siyasi organizasyonun meşruiyeti ile kimsenin ilgilenmeyeceği de ortadadır.

 

Peygamber’in “bir ülke küfürle ayakta kalabilir; ancak zulümle ayakta kalamaz” mealindeki hadisi; halkının ihtiyaç ve taleplerini karşılayan, halkının inandığı değerler doğrultusunda “adil” davranan seküler bir yönetimin ayakta kalabileceği; ancak iktidarını güçle ve uyguladığı zulümle sürdürmeye çalışan “İslami” dahi olsa bir yönetimin yıkılacağı şeklinde tefsir edilebilir. Nitekim tarih bunun örnekleriyle doludur.

 

Osmanlı hilafetinin kolayca ortadan kaldırılabilmesinin ve halihazırda Ortadoğu’daki meşruiyetini İslam’a dayandıran birçok ülkenin rejim krizi yaşıyor olmasının temelinde makbuliyet ve işlevsellik sorunu bulunduğu söylenebilir.

 

Meşruiyetini 2 bin yıllık bir ulusal geleneğe dayandıran Şah rejimini, tarihin şahit olduğu en kitlesel devrimle ortadan kaldıran İran halkı, meşruiyetini İslam’a dayandırdığı son derece özgün bir devlet kurdu.

 

İran İslam Cumhuriyeti, Müslümanların geleneksel siyasi modeli olan hilafetin kaldırılmasından sonra İslam’ın kendine özgü bir siyasi modelinin bulunup bulunmadığının tartışıldığı; hatta İslam’ın günümüzde toplumsal veya siyasi bir model ortaya koyma imkan ve hakkının olamayacağına dair kanaatlerin açıklandığı bir dönemde kuruldu.

 

Elbette hilafetin kaldırılmasından sonra da geçmişe hilafetin egemen olduğu bölgelerde ya da farklı coğrafyalarda adı İslam cumhuriyeti olsun veya olmasın egemenliğinin meşruiyetini İslam’a dayandıran bazı devletler kuruldu; ancak modern çağda kurulan bu ulus devletlerin İslamiliği salt hukuk sistemlerinin İslami referanslara göre tedvin edilmiş olmasından kaynaklanan bir İslamilikti. Binaenaleyh bu devletler ne geleneksel İslami siyasi model olan hilafeti ihya etme iddiasında oldu ne de siyasal yapı anlamında yeni ve özgün bir model ortaya koyabildi.  

 

İran İslam Cumhuriyeti, sadece hukuk sistemini İslami referanslara dayandıran ve siyasal yapıyı meşruti monarşiden parlamenter sisteme veya başkanlık sistemine dönüştürerek öylece bırakan bir İslam devleti ortaya koymadı.

 

Şii/İslami siyasi fıkıhtaki velayet-i fakih kavramını teoriden pratiğe aktararak devletin siyasal sistemini de İslamileştirdi.

 

 Şii siyaset fıkhına göre topluma velayet yetkisi ancak sağlıkları döneminde peygamberlerde ve onun 12 masum vasisinde olabilirdi. Dünyada mutlak adaletin hakim olması için zuhuru beklenen 12. İmam’ın gaybet döneminde ise bu velayet yetkisi, peygamberin varisleri olarak nitelediği gerekli şartları taşıyan İslam alimlerinde olabilirdi.

 

İslam Devrimi’nin önderi ve İslam Cumhuriyeti’nin kurucusu İmam Humeyni, 12. İmam’ın gaybeti döneminde dini mercilerle toplum arasında var olan geleneksel içtihat-taklit ilişkisini, bu siyasi yapıyı kurarak bir imam-ümmet ilişkisi boyutuna yükseltmiş oluyordu.

 

Buraya kadar olanlar söz konusu siyasi düzenin İslami boyutuna tekabül ediyor. Bu düzenin yine İslami kaynaklara ve çağın gereklerine (mukteziyat-ı zamana) ilişkin boyutunda ise halkın yönetime katılımı, seçimler ve demokratik süreçler söz konusu oluyor.

 

Anayasayı referandumla halka teyit ettiren İran İslam Cumhuriyeti, siyasal sistemine İslamilik boyutu katan veli-yi fakihten (rehber) yürütme organına, yasama organından yerel idarelerine varıncaya kadar tüm siyasal yapısında demokratik süreçler öngörüyor.

 

İran’daki siyasal sistem yerel idarelerin, yasama ve yürütme organının doğrudan halk tarafından seçilmesini; 12. Masum imama niyabeten halka velayet edecek olan veli-yi fakihin de halk tarafından seçilen Uzmanlar Meclisi’nin aracılığıyla yani dolaylı olarak yine halk tarafından seçilmesini öngörüyor.

 

Onuncu dönem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hile yapıldı mı yapılmadı mı tartışması aktüel bir gündem olarak izlense de tartışmaya taraf olan iç aktörlerin temel çelişkisinin sistemin “İslamiyet”le “cumhuriyet”i kaynaştıran yapısı üzerinde yaşanan bir tartışmadan kaynaklandığı ifade ediliyor.

 

Düzenin “cumhuriyet” boyutunu “İslamiyet” boyutuna yabancı, gerekirse iktidar gücüyle askıya alınabilir, tali bir boyut olarak gören; “İslam Cumhuriyeti” yerine “İslam Devleti” kavramını ikame etmeye çalışan ve “meşruiyeti”, “makbuliyetin” önüne geçiren bir cenaha karşın bu iki boyutu birbirinden ayrılmaz gören ve düzene meşruiyet veren “İslamiyet”in ancak “cumhuriyet”in kazandıracağı bir makbuliyetle korunabileceğini savunan bir cenah söz konusu.

 

İran’la ilgili cenahları tanımlamakta kullanılan “reformcu” ya da “muhafazakar” nitelemeleri, halen yaşanmakta olan tartışmayı anlaşılır kılmaktan oldukça uzak olduğu için Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın mensup olduğu cenahın Ayetullah Cevadi Amuli gibi bir dini otoriteye neden şiddetle saldırdığı, Kum Cuma İmamı Ayetullah Ustadi, Taklit Mercilerinden Ayetullah Mekarim Şirazi, Sanii ve Erdebili gibi dini otoritelerin bu cenaha niçin karşı çıktığı, Ahmedinejad’ın neden Natık Nuri gibi muhafazakar kesimin önde gelen liderlerinden birini hedef aldığı ve Ayetullah Rafsancani gibi bir Mecme-yi Ruhaniyet üyesi muhafazakarın, Muhammed Hatemi gibi bir Mecme-yi Ruhaniyun üyesi bir reformcuyla aynı safta neden yer aldığı, Ali Laricani, Ahmed Tevekkuli ve M. Rıza Bahoner gibi önde gelen muhafazakar siyasetçilerin Ahmedinejad’la neden anlaşamadığı anlaşılamıyor.

 

Binaenaleyh seçimlerde hile yapıldı mı yapılmadı mı tartışması, giderek yerini yönetim anlayışları çerçevesinde bir tartışmaya bırakıyor. Rejimin “İslamiyet” boyutunu “cumhuriyet” boyutunun önüne geçiren iktidardaki cenah, şeffaf davranarak seçime ilişkin itirazları, itiraz edenleri de tatmin edecek bir kurulun incelemesiyle boşa çıkarmak yerine yapılan (haklı ya da haksız) itirazı, bir ulusal güvenlik meselesi olarak tanımlıyor; sansür, tutuklama ve sindirme yoluyla itirazları bastırmayı tercih ediyor.

 

İslam İnkılabı Rehberi’nin inceleme süresini uzatmasına ve itirazların tarafsızlığı konusunda tartışmalar bulunan Anayasayı Koruyucular Kurulu yerine her kesimin razı olacağı bir “akil adamlar” kurulu tarafından incelenmesinin önerilmesine rağmen, iktidardaki cenah bu konudaki yasal merciinin Anayasayı Koruyucular Kurulu olduğunu öne sürerek “itiraz edenlere itirazlarında haksız olduklarını ispat etme” yoluna gitmiyor.

 

Seçim sonrasında yaşanan tartışmalar sırasında Muhsin Rızai gibi son derece yapıcı ve mutedil davranan birine bile Anayasayı Koruyucular Kurulu’na yasal itirazını yapabilmesi için talep ettiği sandık sonuçlarına ilişkin dökümleri vermeyen iktidar cenahı, on milyonluk oy farkından dolayı hile ihtimalinin olmadığını düşünenlerin zihinlerinde de şüphe oluşturmayı başarıyor.

 

Sistemin onayıyla seçime giren kişileri kadife devrim hazırlığında olmakla suçlayan, aykırı gördüğü her yayın organını susturan, geniş çaplı tutuklamalarla demir yumruğunu gösteren, rakip liderleri ulusal güvenliği zedeleyen adımlar attıkları gerekçesiyle tutuklamakla tehdit eden iktidar cenahının kendince dayandığı meşruiyetle, makbuliyeti pek de önemsemediği görülüyor.

 

Ayetullah Haşimi Rafsancani, 17 Temmuz’da verdiği cuma hutbesinde yaşanan bunalımdan çıkılması ve halkın düzene sarsılan güveninin yeniden kazanılması için son derece rasyonel öneriler getirdi.

 

Uzmanlar Meclisi ile Düzenin Yararını Belirleme Kurulu üyelerinden kişilerin teyidiyle açıklanan bu öneriler tutukluların serbest bırakılması, olaylardan zarar görenlerin ailelerinin gönlünün alınması, yasal süreçler sonucu izin alıp faaliyet gösteren basının susturulmaması, dolayısıyla da halkın yabancı medyaya mahkum edilmemesi ve dini mercilerin incitilmemesinden ibaret.

 

Ayetullah Haşimi’yi cuma hutbesinde dile getirdiği önerilerden dolayı “zihinlere şüphe tohumları ekmek”le suçlayan Anayasayı Koruyucular Kurulu üyesi Ayetullah Yezdi’nin çıkışı, iktidar cenahının en azından 13 milyonluk bir kitleyi hala çer çöp olarak gördüğünü ve bunalımı çözmek yerine meselenin kapandığını ispata çalıştığını gösteriyor.

 

Halkın önemli bir kısmı nezdindeki makbuliyeti önemsemeyerek düzeni işlevsizleştirmeyi göze alan iktidar seçkinlerinin düzenin bekasını, dayandığı İslami meşruiyetle daha ne kadar sağlayabileceğini zaman gösterecek.

 



Makaleler

Güncel