Türkiye-İsrail ilişkileri nereye gidiyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak’ta Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’in şahsında Tel Aviv rejimini hedef alan sert eleştirileri, Türkiye İsrail ilişkileri açısından yeni bir dönüm noktası olarak değerlendirildi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak’ta Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’in şahsında Tel Aviv rejimini hedef alan sert eleştirileri, Türkiye İsrail ilişkileri açısından yeni bir dönüm noktası olarak değerlendirildi.

 

Kimilerine göre 29 Ocak’taki Davos çıkışı, 23 Şubat 1996’daki Askeri eğitim ve İşbirliği Anlaşması’ndan sonra “stratejik ittifak” düzeyine yükseltilen Türk İsrail ilişkilerinin kırılma noktasıydı ve “İslamcı kökenden gelen” AK Parti iktidarının ortaya koyduğu yeni dış politika perspektifi doğrultusunda iki taraf arasındaki ilişkiler kopma yönünde bir seyir izliyordu.

 

Binaenaleyh, Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere İsrail’le sorunlu olan tüm bölge ülkeleriyle ilişkilerini benzersiz bir şekilde geliştirme yönünde adımlar atması, Anadolu Kartalı adlı ortak askeri tatbikattan İsrail’i çıkarması ve İsrail’i oldukça rahatsız eden bir dizi filmi devlet televizyonunda yayımlatması, yukarıdaki analizi destekleyen somut gelişmeler olarak okundu.

 

Halbuki iç kamuoyunda ve bölgede abartılı bir beklentinin, bazı medya ve dış politika seçkinleriyle kimi uluslar arası çevrelerde ise yersiz bir takım kaygıların oluşmasına sebep olan bu kolaycı analizin, Türkiye İsrail ilişkilerinin bugünkü seyrini sadece Türkiye’de iktidarda bulunan partinin düşünsel kökeni üzerinden okuduğu söylenebilir.

 

Elbette yasama ve yürütme gücünü elinde bulunduran bir partinin Türkiye’de, devletin Grand Stratejisini doğrudan etkileyen yeni bir dış politika stratejisi kurabilecek kadar muktedir olduğu düşünülüyorsa, bu okuma biçimi gerçekçi bulunabilir ve Türkiye İsrail ilişkisinin bugünkü seyrinden hareketle dile getirilen beklentiler ya da kaygılar anlamlı görülebilir.

 

Ancak bu durumda Türkiye İsrail ilişkilerinin neden 1996 yılının ikinci yarısından 1997 yılı ortalarına kadar iktidarda kalan Necmeddin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi döneminde stratejik ittifak düzeyine yükseltilebildiğine ikna edici bir cevap verilebilmesi gerekiyor.

 

Aslında bu cevap Türkiye İsrail ilişkilerinin “stratejik ittifak” olarak nitelendiği dönemde Genelkurmay Başkanlığı yapan General İsmail Hakkı Karadayı’nın Erbakan’ın başbakan olmasından dolayı Türkiye ile ilişkilerinin geleceği konusunda kaygılarını dile getiren Haaretz gazetesi muhabirine verdiği “Türk İsrail ilişkileri hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alınmaktadır” şeklindeki demecinde gizli.

 

İsrail’le ilişkilerin Türkiye’nin iç siyasetini etkileme ve kriz üretme potansiyeli de yine bu “hükümetlere göre değiştirilemeyecek kararlılık ve perspektif” tanımında saklı.  

 

Binaenaleyh Başbakan Erbakan’ın dönemin İsrail Dışişleri Bakanı David Levi’ye randevu vermemesi Türkiye’de büyük bir siyasi krize neden olurken; Başbakan Bülent Ecevit’in 2002’deki Cenin Mülteci Kampı katliamından dolayı İsrail’i “soykırım” yapmakla suçlamasının, Başbakan Erdoğan’ın 2004’te Şeyh Ahmed Yasin cinayetinden dolayı İsrail’i “devlet terörü” uygulamakla suçlamasının ve dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a randevu vermemesinin ülkede herhangi bir siyasi krize neden olmaması oldukça açıklayıcı gözüküyor.

 

O halde Türkiye İsrail ilişkilerindeki iniş çıkışları analiz ederken Türkiye’deki iktidar partisinin ideolojisine şu aşağıdaki parametreleri de ilave ederek incelemenin bizi daha gerçekçi sonuçlara götüreceği söylenebilir.

 

1- İsrail’in Filistinlilerle ve diğer Arap ülkeleriyle ilişkileri ve “Ortadoğu barış süreci.”

 

2- Amerika’nın İsrail’le ve bölgeyle olan ilişkileri.

 

3- Türkiye’nin bölgeyle ve Amerika ile ilişkileri.

 

Türk İsrail ilişkileri, bölgesel etkilere açık ama bağımsız

1- Türkiye’nin tarihsel olarak İsrail’le ilişkilerini, İsrail’in Filistinlilerle ve diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerinden bağımsız bir uluslar arası ittifak vizyonu çerçevesinde tanımladığı bir gerçekse de bu ilişkilerin İsrail’in bölgesel ilişkilerinden etkilenmediği de söylenemez.

 

Binaenaleyh, Soğuk Savaş döneminde Batı ittifakı içerisindeki konumunu güçlendirmek amacıyla bölgede İsrail’i ilk tanıyan ülke olan Türkiye, İsrail’le Şah’ın İran’ının da dahil olduğu üçlü bölgesel işbirliğini Arap-İsrail veya İsrail-Filistin ilişkileri çerçevesinde geliştirmedi. Bununla birlikte Camp David’le başlayan ve Oslo ile şekillenen Arap-İsrail ve Filistin-İsrail diyaloguna kadar da İsrail’le ilişkilerini düşük profilli ya da gizli tutmaya özen gösterdi.

 

Türkiye’nin, üçüncü maddede değinilecek sebeplerden dolayı 12 Eylül askeri darbesi sonrasında İsrail’le durma noktasına gelen ilişkileri, FKÖ ile İsrail arasında 1993’te başlayan Oslo görüşmelerinden sonra hissedilir bir şekilde iyileşmeye başladı. Üç yıl sonra da “stratejik ittifak” düzeyine taşındı. Ancak Türkiye, İsrail’le Oslo öncesindeki gizli ilişkilerini de 23 Şubat 1996 sonrasındaki “stratejik ilişkilerini” de hiçbir zaman “Ortadoğu barışı” çerçevesinde tanımlamadı.  

 

Türkiye İsrail ilişkilerinin motoru ABD

2- Türkiye-İsrail ilişkileri, Amerika’nın Soğuk Savaş yıllarında ciddi ölçüde Sovyet nüfuzu altında bulunan bölgede kurmaya çalıştığı denge ölçeğinde bir gelişim gösterdi. İran’daki İslam Devrimi’ne kadar Soğuk Savaş dönemi içerisindeki Türk-İsrail ilişkileri, dünyadaki iki kutupluluk dengesinin bölgede ABD lehine değiştirilmesi stratejisi doğrultusunda anlam kazandı.

 

ABD’nin Soğuk Savaşın ardından ortaya koyduğu tek kutuplu dünya sistemi vizyonu, Suriye, Libya ve Saddam’ın Irak’ı dışındaki bölge ülkelerinin ciddi ölçüde ABD nüfuzu altına girmiş olması ve Camp David, Madrid ve Oslo süreçleri, Türkiye’yi İsrail’le ilişkilerini Soğuk Savaş dönemindekinden farklı bir şekilde tanımlamaya itti.

 

Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’yu ABD ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin istikrarsızlık merkezleri olarak tanımlayan Türkiye, 23 Şubat 1996’da imzaladığı Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması ile İsrail’le kurulan “stratejik ittifak”ın mimarı olan dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in ağzından artık kendisini bir “kanat” değil “cephe ülkesi” olarak tanımlıyordu.

 

Ancak bundan beş yıl sonra yani ABD’nin 11 Eylül’ün ardından izlediği tek taraflı politikaları, Afganistan’la başlayan ve Irak’la devam eden askeri müdahaleleri ve tartışmalı hale gelen Irak’ın toprak bütünlüğünün ABD ve İsrail açsından bir fırsat, Türkiye açısından ise bir tehdit halini alması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de başkalaşmak zorunda olduğunun habercisi olmuştu.

 

Bölgesel tehdide karşı bölgesel işbirliği

3- Batı’nın demokratikleşme rezervleri sebebiyle dış politika alanındaki yalıtılmışlığını Arap rejimleriyle ilişkileri güçlendirerek aşmaya çalışan 12 Eylül askeri rejimi dönemindeki geçici bozulmanın ardından Türkiye-İsrail ilişkileri, Soğuk Savaş döneminde yukarıda söz konusu edilen bölgesel dengeler çerçevesinde gelişti.

 

ABD, Soğuk Savaş’ın ardından Sovyet nüfuzundan boşalan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’yu yeni istikrarsızlık alanları ve “etnik ve bölgesel çatışmaları”, “dinsel köktenciliği” ve bunlarla bağlantılı olarak ortaya koyduğu “uluslar arası terörizmi” de yeni tehditler olarak tanımladı.

 

ABD’nin bu yeni istikrarsızlık ve tehdit değerlendirmesi çerçevesinde ortaya koyduğu tek kutuplu dünya sistemi vizyonu içerisinde Soğuk Savaş dönemi refleksiyle “cephe ülkesi” rolü alan Türkiye, 28 Şubat’ı da İsrail’le “stratejik ittifakı” da bu motivasyonla hayata geçirdi.

 

Ancak ABD’nin tek kutuplu dünya sistemi vizyonu, Soğuk Savaş dönemi müttefiklerini bile ötekileştiren bir tek taraflılık stratejisi çerçevesinde şekillenmeye başladı ve Irak işgalinin ABD ve İsrail lehine; Türkiye’nin ve tüm bölgenin aleyhine yarattığı yeni bölgesel tehditler, Türkiye’yi “cephe ülkesi” rolünü gözden geçirmeye ve çok taraflı ilişkiler geliştirmeye yöneltti.

 

1 Mart Tezkeresi’nin meclisten geçmemesi ve Irak’a komşu ülkeler inisiyatifinin başlatılması bu gözden geçirmenin ilk adımlarıydı. Almanya ve Fransa gibi geleneksel müttefiklerini ve BM Güvenlik Konseyi’ni bile çiğneyerek Irak’ı işgal edecek kadar tek taraflılık gösteren ABD, o yıllarda Ankara’yı bu adımlarından dolayı “Beyaz Saray’da telefonlarınıza cevap verecek kimseyi bulamazsınız” diyerek yalnızlaştırmakla tehdit ederken “Ortadoğu Barış süreci”ni öldüren dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’u “barış adamı” olarak dayatıyordu.

 

ABD tehditleri ile işgal sonrasında Irak'ın toprak bütünlüğünün tehlikeye girmiş olmasından kaynaklanan bölgesel tehditler arasında sıkışan Ankara, şu iki şeyden birini tercih etmek durumunda kaldı:

 

1-İçeride ikinci bir 28 Şubat yaratarak yeniden ABD lehine bir “cephe ülkesi” rolü almak.

 

2- Washington’la yaşadığı krizi büyütmeden yönetirken diğer taraftan da bölgesel işbirliğini güçlendirerek ABD’yi bölgede dengelemek.

 

2006 yılına gelindiğinde ABD’nin tek taraflılıkla kurmaya çalıştığı tek kutuplu dünya sisteminin Irak batağında boğulmaya başladığına tanık olundu. Irak’ta 30 Ocak 2005’te başlatılan siyasi süreçler, 15 Aralık 2005’te kalıcı hükümetin kurulmasıyla tamamlanmış, “İran’ın adamlarını” Irak’ta iktidara getiren bu siyasi süreçler, ABD’yi “şer ekseni” ilan ettiği İran’la müzakerelere ve Irak’a komşu ülkeler inisiyatifini başlatan Türkiye’yi yeninden kazanmaya sevk etmişti.

 

Sonuç

Obama dönemiyle birlikte çok taraflılığı, müttefiklerinin çıkarlarını dikkate almayı ve sorunları müzakerelerle çözmeyi yeniden keşfeden ABD, İran’a bile “sıkılmış yumruğunu açarsan elini sıkmaya hazırım” mesajı verirken bu badireyi geliştirdiği bölgesel işbirliği sayesinde atlatmayı başaran Türkiye’nin 1990’lardaki gibi İsrail’le stratejik ittifak kurarak bölgesine yabancılaşmak gibi bir tercihte bulunmayacağı ortadadır.

 

Peki kalcı olduğu bölgesinde bir güven, istikrar ve işbirliği aktörü haline gelen Türkiye’nin İsrail’le ilişkisini yeniden “stratejik ittifak” ilişkisi olarak tanımlamasına imkan var mıdır?

 

Türkiye’nin başkaları adına “cephe ülkesi” rolü oynayarak ve İsrail’le “stratejik ittifak” kurarak bölgesinde bir güven ve istikrar odağı olamayacağı da üyesi olmak istediği AB’ye bölgede diğer küresel güçleri dengeleyici bir unsur haline getiremeyeceği ortadadır.

 

Peki uygarlık tercihini Batı’dan yana yapan, ABD ile son derece derin stratejik ilişkileri bulunan ve AB’ye üye olmak isteyen Türkiye, bu bölgesel işbirliği stratejisini İsrail’le ilişkilerini bozmak için mi geliştiriyor?

 

Bölgesel işbirliğinin güçlendirilmesi yönündeki tüm etkinliğine ve bu etkinlik sebebiyle İsrail’le yaşadığı tüm sorunlarına rağmen, uygarlık tercihini Batı’dan yana yapan bir Türkiye’nin bölge haritasında İsrail de yer alıyor.

 

Bölgesel etkinliğini üyesi olduğu veya dahil olmak istediği küresel ittifaklarla ilişkilerinde bir koz olarak tanımlayan dış politika yöneticileri, Türkiye’nin uygarlık tercihini ve kendisini bu hedefe taşıyacak Grand Stratejisini Batı’dan yana yaptığını özenle vurguluyor.

 

O halde Türkiye’nin 1990’lı yılların ikinci yarısında abartılı bir şekilde tırmandırılan İsrail’le ilişkilerini dengelemekten başka bir hedefi bulunmayan bu bölgesel işbirliği stratejisinden Türkiye eksen değiştiriyor diye endişelenenler de Türkiye’den Filistin’i kurtaracak bir kahraman olmasını bekleyenler de yanılıyor.

 

Son bir not: Hükümet komşu ülkelerle ilişkilerinde ve içeride bir propaganda malzemesi olarak kullanmış olsa da İsrail’in Anadolu Kartalı tatbikatından çıkarılması kararının hükümetle hiçbir ilgisi bulunmuyor.

 

Bu durum bir süre önce Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek tarafından da dile getirilmişti. Bu konudaki karar Genelkurmaya aitti ve ordu, İsrail’den satın alınan Heron tipi insansız uçakların belirlenen sürede Türkiye’ye teslim edilmemesi yüzünden İsrail’i Anadolu Kartalı tatbikatından çıkararak Tel Aviv rejimine tepki göstermiş oluyordu.

 

Binaenaleyh, İsrail’in Anadolu kartalı tatbikatının dışında bırakılması İsrail’de ve ABD’de tepkiyle karşılanmış, ABD’deki Yahudi lobi kuruluşları ve bunların etkili olduğu medya organları Türkiye’yi Batı ekseninden Doğu eksenine kaymakla suçlamaya başlamışlardı.

 

Bu baskılar etkisini gösterdi ve kasım ayının başlarında Türkiye ile İsrail deniz kuvvetleri Akdeniz’de ortak bir arama kurtarma tatbikatı düzenlediler. Bu tatbikat basından gizli olarak düzenlendiğinde Türkiye’deki AKP taraftarları basın hükümetin İsrail karısında ne kadar cesur davrandığını ve Türkiye’yi olması gereken dış politikaya taşıdığını yazıyordu.

 

Basından gizlenen tatbikatın ardından Türkiye İsrail ilişkilerindeki gerginliği gidermek yönünde ikinci bir adım daha atıldı ve İsrail Sanayi Bakanı Benyamin Ben Eliezer’in 23 Kasım’da Ankara’da başlattığı resmi temasların ardından iki taraf arasındaki gerginlik önemli ölçüde giderildi.

  



Makaleler

Güncel