Pirus zaferi için Şam’da kanlı gömlek dolaştırmak

Şam aleyhine kanlı gömlek dolaştıranların çabaları başarıya ulaşır ve Suriye’deki olaylar bir iç savaşa dönüşürse Lübnan’a ve Irak’a yayılması kaçınılmaz olan bu iç savaştan İsrail’le, bölgeye müdahale için fırsat kollayan bölge dışı güçlerden başka kimsenin zaferle çıkamayacağı ortadadır.

18 Mart’ta cuma namazından sonra Ürdün sınırı yakınlarındaki Der’a kentinde yaşanan ve iki kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylar, yaklaşık bir ay sonra Suriye’nin iç güvenlik meselesi olmaktan çıkarak bölgesel ve uluslar arası bir bunalıma dönüşmeye başladı.

 

İngiltere, Fransa ve İtalya, 27 Nisan’da ortak bir bildiri yayımlayarak Avrupa Birliği’nden Suriye’ye yönelik baskısını arttırmasını istedi.

 

28 Nisan’da Rusya, Çin ve Lübnan’ın aleyhte oyu sebebiyle BM’den Suriye’ye yönelik bir kınama bildirisi çıkarılamadı ise de İngiltere, Fransa, Almanya ve Portekiz, Suriye karşıtı BM bildiri taslağına imza attı.

 

29 Nisan’da da ABD Başkanı Barack Obama, Suriye ve İran güvenlik yetkililerine yaptırım öngören bir karar imzaladı. Suriye’den Cumhuriyet Muhafızları Komutanı Mahir Esed’i, 4. Ordu Komutanı Atıf Necib’i ve Emniyet Genel Müdürü Ali el-Memluk’ü hedef alan yaptırım, rejim karşıtı gösterilerin bastırılması konusunda Suriyelilere destek vermekle suçlanan İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Ordusu’nu da içerecek şekilde genişletildi.

 

ABD’nin söz konusu kişi ve kurumların mal varlığının dondurulmasını ve bunlarla ekonomik ilişkilerin kesilmesini öngören bu yaptırım kararının pratikte herhangi bir somut karşılığı bulunmasa bile, bu adımlar Suriye’deki iç güvenlik sorununun işin içine İran’ı da katarak uluslar arası bir bunalım haline dönüştürülmeye çalışıldığını göstermesi bakımından önemli gözüküyor.

 

Peki pek çok ülkede habere dahi konu olmayacak küçük bir kentteki küçük bir protesto gösterisi, Suriye’de neden bir ay içerisinde bölgesel ve uluslar arası müdahalelere konu olan ciddi bir bunalıma dönüşebildi?

 

Suriye’de halkın 43 yıldır maruz kaldığı olağanüstü hal uygulaması, rejimin totaliter niteliğini değiştirebilecek sistem içi siyasal katılım kanallarının kapalı olması ve son dönemde Tunus ve Mısır’da gerçekleşen halk devrimlerinin yarattığı özgürlük dalgası, kuşkusuz bu sorunun cevabına ilişkin önemli ipuçları sunuyor.     

 

İsyanlar, diktatörlüklerin kaçınılmaz sonucu mu?

Bu durumda krallıkların ve adı cumhuriyet olan tek parti ya da tek adam diktatörlüklerinin oluşturduğu bölge siyasi yapısı ile son dönemde bölgede tanık olduğumuz halk isyanları arasında doğal bir sebep sonuç ilişkisi olduğu söylenebilir mi?

 

Bir başka deyişle Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, Libya ve nihayet Suriye’deki isyanların bu ülkelerin siyasi yapılarının doğal sonucu olduğu yargısına varılabilir mi?

 

Bu soruya aynı siyasi yapıya sahip olmalarına rağmen Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Katar’ın henüz bu isyan dalgasından etkilenmemiş olması rezervini koyarak ve özellikle Suudi Arabistan ve Katar’la kısmen de Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu isyan sürecinde yönlendirici aktör rolü oynadıklarını göz önünde bulundurarak cevap aramak gerekiyor.

 

Sadece siyasi yapılarındaki benzerlik sebebiyle aynı kategoriye yerleştirebileceğimiz bölge ülkeleri, isyanlara sebep olarak gösterilen başka değişkenlerle birlikte değerlendirildiğinde çok farklı kategorilerde yer alabilmektedir.

 

İsyanlara ilişkin farklı parametreler

Bölge ülkelerini, siyasi yapı değişkenine göre değerlendirdiğimizde tümünü demokratik olmamaları bakımından aynı kategori içerisine alabilmemiz mümkünken; ekonomik yapı, dış politika tercihleri, Filistin sorununa yaklaşım ve İsrail’le ilişkiler gibi değişkenlere göre değerlendirdiğimizde çok farklı kategoriler elde edebilmekteyiz.

 

Örneğin söz konusu ülkelerin ekonomik yapısına ilişkin fikir verecek 2010 yılına ait bazı veriler şöyle:[1]

 

Libya: GSYİH: 890 milyar 300 milyon dolar, kişi başına düşen milli gelir: 13.800 dolar, enflasyon: %3

Tunus: GSYİH: 100 milyar 300 milyon dolar, kişi başına düşen milli gelir: 9.500 dolar, enflasyon: %4.5

Mısır: GSYİH: 500.9 milyar dolar, kişi başına milli gelir: 6200 dolar, enflasyon: 12.8

Bahreyn: GSYH: 29.82 milyar dolar, kişi başına milli gelir: 40.400 dolar, enflasyon: %3.3

Yemen: GSYİH: 618 milyar 80 milyon dolar, kişi başına milli gelir: 2600 dolar, enflasyon: %12

Suriye: GSYİH 106.400.000.000 dolar, kişi başına milli gelir 4800, enflasyon: %5.9   

 

Sadece kişi başına düşen mili gelir değişkenine göre değerlendirdiğimizde bölgede bir taraftan İsviçre ile denk bir Bahreyn’e, Türkiye’den daha iyi durumda olan bir Libya’ya, Türkiye’ye denk bir Tunus’a karşılık; Cibuti’den daha kötü durumda olan bir Yemen’le ve Bosna Hersek’ten daha kötü durumda olan bir Mısır’la ve Sri Lanka’dan daha kötü durumda olan bir Suriye’yle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

 

İsyanlara sahne olan bölge ülkelerini, dış politika tercihleri, İsrail’le olan ilişkileri ve Filistin sorununa yaklaşım biçimleri gibi değişkenlere göre gruplandırdığımızda ise bu ülkelerin “ılımlılar ekseni” ve “direniş ekseni” diye nitelenen iki karşıt kampta yer aldığını görüyoruz.

 

Binaenaleyh bölgedeki 33 yıllık Camp David düzeninin kalesi olan Hüsnü Mübarek rejimi, ABD ve İsrail’in yakın müttefiki Zeynelabidin bin Ali rejimi, ABD’nin 5 filosuna ev sahipliği yapan el-Halife rejimi, ABD’nin “terörle mücadele” ortağı Ali Abdullah Salih rejimi “ılımlılar ekseni” içerisinde yer alırken, Filistin ve Lübnan direnişine verdiği destekle bilinen ve toprakları İsrail işgali altında bulunan Suriye’deki Baas rejimi ise “direniş ekseni”nin en önemli Arap aktörü olarak tanınıyor. ABD ve İsrail karşıtlığı bir çadır müsameresinden ibaret olan Kaddafi rejimi ise zahiren direnişçi, perde gerisinde ise uyumlu yapısıyla kendine özgü bir nitelik arz ediyor.

 

Ekonomik yapı, dış politika tercihleri, Filistin sorununa yaklaşım biçimleri gibi değişkenlerle değerlendirildiğinde farklı kategorilerde yer alan bu ülkelerin, iç siyasi yapı değişkeni esas alındığında aynı grupta toplanması bize isyanların kaynağı konusunda önemli bir ipucu sunuyor.

 

Fakat Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi iç siyasi yapı değişkeni esas alındığında isyanların yaşandığı ülkeler kategorisine konulması gereken ülkelerde bu rejimleri tehdit edebilecek ciddi bir isyanın yaşanmaması, hatta Katar’ın el-Cezire gibi önemli bir araçla bölgedeki tüm isyanlara liderlik etmesi, Suudi Arabistan’ın ise Bahreyn’de statükodan, Suriye’de isyancılardan yana aktif girişimlerde bulunması, bölgedeki tüm isyanların rejimlerin totaliter yapısına tepkiden ve demokrasi talebinden kaynaklandığı yönündeki yargıya ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini ortaya koyuyor.

 

Suriye’deki isyan ve bölgesel operasyon

Bölgedeki isyanların rejimlerin demokratik olmayan niteliğinden kaynaklandığı yönündeki yargı, özellikle Suriye’deki isyana verilen propaganda desteğinin en güçlü argümanını oluşturuyor. Kuşkusuz Suriye’deki tek parti diktatörlüğü ve 43 yıldır sürdürülen olağanüstü hal de bu argümanı kullananlara ciddi kanıtlar sunuyor.

 

Ancak Suriye’deki isyana liderlik eden kişi ve örgütlerin dış bağlantılarının ve buna siyasi, diplomatik ve lojistik destek veren ülkelerin bölge konjonktüründe yer aldığı kampı dikkate aldığımızda Suriye’deki isyanın “ılımlılar ekseninde” yer alan bölgesel güçler tarafından stratejik bir araç olarak devreye sokulduğu da söylenebilir.

 

Suudi Arabistan ve Suriye soğuk savaşı

Aşağıda sıralanan gelişmeler, isyana elverişli bir iç siyasal atmosfere sahip olan Suriye’nin şu an boğuşmakta olduğu bu isyanın, bölge dışı müdahaleye zemin hazırlamaya dönük bir bölgesel operasyon olduğunu düşündürecek ciddi kanıtlar içeriyor.

 

1- 2005 yılında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal’ın ABD Başkanı Bush’la yaptığı görüşmesinde Şiilerin çoğunlukta olduğu Irak’ta Sünni azınlığın rejimini devirerek bölgedeki güç dengesini bozmakla suçladığı Amerika’dan Sünnilerin çoğunlukta olduğu Suriye’deki Alevi azınlık rejimini devirmesini ve bölgedeki güç dengesini tadil etmesini istemesi.

 

2- 2008 yılında Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bender bin Sultan’ın Suriye Askeri İstihbarat Servisi Başkanı Asıf Şevket’e nüfuz ettiğini ortaya çıkaran Hizbullah Komutanı İmad Muğniye’nin ve Beşşar Esed’in Ulusal Güvenlik Danışmanı General Muhammed Süleyman’ın öldürülmesi. Bu cinayetlerin ardından Suriye’nin başta Asıf Şevket olmak üzere istihbarat servisinde tasfiyeler başlatması ve Bender bin Sultan’ın oğlu ile Suudi Arabistan’ın Şam büyükelçiliğindeki askeri ataşesinin, darbe hazırlığı yapmaktan dolayı tutuklaması. 

 

3- 2009 yılında Refik Hariri cinayetiyle bağlantılı oldukları gerekçesiyle tutuklanan dört Lübnanlı generalin serbest bırakılması ile Suriye’nin bu dosyadan beraat etmiş olması ve Şam’ın Lübnan üzerindeki nüfuzunun tekrar artmaya başlaması.

 

4- 2010 yılında Lübnan’daki Suudi müttefiki Sa’d Hariri’nin liderliğindeki 14 Mart koalisyonunun dağılmaya başlaması, Lübnan’daki Suriye müttefiklerinin hükümet düşürüp hükümet kurabilecek bir güç kazanması.

 

5- 2011 yılında Suudi müttefiki Sa’d Hariri liderliğindeki hükümetin Suriye müttefiklerince düşürülmesi ve Lübnan’daki direniş ekseninin hiç olmadığı ölçüde güç kazanmış olması, uluslar arası Hariri mahkemesi aracılığıyla Lübnan’da operasyon yapmak isteyen bölgesel ve bölge dışı güçlerin tam bir çıkmaza saplanması.

 

6- Suriye’deki isyanın başlamasından sonra isyana öncülük eden silahlı grupların Sa’d Hariri liderliğindeki el-Mustakbel partisi üyesi Cemal Cerrah tarafından para ve silah verilerek desteklendiğinin, Cemal Cerrah’ın da Suudi Prensi Turki bin Abdulaziz tarafından imzalanan 300 bin dolarlık çekle ödüllendirildiğinin ortaya çıkması.

 

7- Son olarak bir süre önce Suriye’yi ziyaret eden Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zaid’in Şam’a Körfez İşbirliği Örgütü’nün Bahreyn’le ilgili askeri müdahale kararını desteklemesi, yani İran’a karşı bir tavır takınması durumunda, Suriye’deki olayların yatışması için yardımda bulunacaklarına ilişkin mesaj vermesi.

 

8- Yazının başında söz konusu edildiği üzere bazı Avrupa ülkeleriyle Amerika’nın BM nezdinde Suriye’ye yönelik hazırlıkları başlatması.

 

Suriye yönetiminin 18 Mart’ta başlayan olayları önce ciddiye almayan; ancak daha sonra olağanüstü hali kaldırma başta olmak üzere birtakım siyasi reformlar yapacağına dair tutumu, olayların kapsamının genişlemesine sebep oldu. Öte yandan Şam yönetiminin olayları 43 yıllık olağanüstü hal alışkanlığıyla şiddet öncelikli bir güvenlik anlayışıyla bastırma girişimi, Suriye meselesini bölgesel ve uluslar arası bir bunalıma dönüştürmeye çalışan yerel, bölgesel ve uluslar arası aktörlerin elinin güçlenmesine yaradı.

 

Kanlı gömlek ve Şam’ın tarihsel ironisi

İslam tarihinde etkileri beklide sonsuza kadar devam edecek olan ilk kanlı siyasi darbenin, yani 3. Halife Osman bin Affan’ın öldürülmesi olayının sonrasında dönemin Şam yönetiminin başvurduğu propaganda taktiğinin bir benzeri, bugün Şam yönetimi ve müttefikleri aleyhine kullanılıyor.

 

Dönemin Şam Valisi Muaviye bin Ebu Süfyan, 3. Halife Osman bin Affan’ın kanlı gömleğini Şam sokaklarında dolaştırarak Halife Ali bin Ebu Talib’e isyan için propaganda zemini yaratmıştı. Hedefi olmasa bile ortaya koyduğu argüman da son derece haklı ve meşru gözüküyordu. Çünkü İslam ümmetinin meşru halifesi katledilmişti ve Şam Valisi Muaviye bin Ebu Süfyan da 3. Halife’nin daha sonra bazıları kendi safında yer alacak muhaliflerinin cezalandırılmasını istiyordu.

 

3. Halife’ye yönelik kanlı darbe, Şam’da dolaştırılan kanlı gömleğin propaganda desteği sayesinde bir iç savaşa dönüştü ve etkileri günümüzde dahi iç savaş üretebilecek potansiyeller barındıran bu iç savaşın aslında kazananı da olmadı.

 

WikiLeaks belgelerinde ABD finansmanıyla desteklendiği ortaya çıkan Suriyeli muhaliflere ait el-Barada TV, Birleşik Arap Emirlikleri’nden yayın yapan Suudi sermayeli el-Arabiya TV ve Libya’daki darbe girişimcilerini desteklemek üzere uluslar arası güce savaş uçaklarıyla katılan Katar’daki el-Cezire TV, Şam aleyhine kanlı gömlek dolaştırıyor.

 

Kuşkusuz bu kanlı gömleği dolaştırırken Suriye’deki rejimin diktatör niteliğine göndermede bulunarak halkın özgürlük talebini vurgulayarak ve rejimin şiddetine ve zalimliğine dikkat çekerek de son derece haklı ve meşru argümanlara dayanıyor.

 

Ancak bu kanlı gömlek ajitasyonu sadece Şam rejimini değil, onun başta Hamas olmak üzere merkezi Şam’da olan Filistinli direniş gruplarını, Şam’ın müttefiki olan Lübnan’daki tüm Direniş ve Şam müttefiki İslami grupları ve nihayet İran’ı hedef alacak şekilde genişletiliyor. Hatta Londra merkezli el-Hayat gazetesinin haberine göre, Suriye’yi yalnızlaştırmaya yönelik bir adım atılarak Hamas’ın Şam’daki merkezinin Katar’a nakledilmesi yönünde ciddi hazırlıklar yapılıyor.   

 

Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Hariri medyasının Suriye ve müttefiklerine yönelik propaganda operasyonu, Türkiye’de de kapsamı biraz daraltılarak sürdürülüyor.

 

Örneğin -Hizbuttahrir ve Şeyh Daiu’l-İslam Şehhal ile Şeyh Ömer Bekri liderlindeki selefi grup dışındaki tüm Lübnanlı İslami grupların Suriye’de yaşanan karışıklıklardan endişe etmesine ve hatta Lübnan Müslüman Kardeşler Cemaatinin bir bildiri yayımlayarak Beşşar Esed’in yapılması için talimat verdiği siyasi reformları desteklediğini açıklamasına rağmen, sanki Şam’ın Lübnan’daki tek müttefiki Hizbullah’mışçasına Nasrullah’tan Şam’la ittifakını bozması isteniyor ve Suriye ile arasına mesafe koymaması durumunda Hizbullah’ın Suriye’deki cinayetlere ortak olacağı vurgulanıyor.

 

Suriye halkının siyasi reform talebini anlayışla karşıladığını açıklayan bildirisinde Filistin direnişine verdiği destekten dolayı Suriye’ye şükran duyduğunu vurgulayan ve Şam’daki merkezini Katar’a taşımak gibi bir niyet taşımadığını açıklayan Hamas’a, diğer Filistinli gruplara ve Lübnan Müslüman Kardeşler Cemaatine değil, Hizbullah’a ve İran’a “suç ortağı olmak istemiyorsan Suriye’ye karşı cephe al” çağrısı yapılıyor.

 

Libya’daki darbe girişiminin Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden yayın yapan el-Cezire ve el-Arabiya televizyonlarının propaganda desteği ve Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararı sonrasında uluslar arası güçlerin askeri müdahalesiyle bir iç savaşa dönüştüğü dikkate alındığında Suriye’deki isyan provasının bölge ülkelerinden aldığı siyasi ve propagandasal destek ile Lübnan’ı da içine alacak bir bölgesel iç savaşa dönüşme potansiyeli taşıdığı söylenebilir.

 

Beşşar Esed’in Kahire’deki gösterileri 80 develi militanla bastırmaya çalışan Hüsnü Mübarek’ten çok daha güçlü bir halk desteğine sahip olduğu ve 43 yıllık rejim karakteristiği göz önünde bulundurulduğunda Suriye’deki Baas rejiminin Mübarek ve Bin Ali gibi bir günde gitmeyeceğini, hatta gitmemek için Kaddafi’den daha vahşi bir savaşı göze alacağını tahmin etmek zor değil.

 

Bu durumda Şam aleyhine kanlı gömlek dolaştıranların çabaları başarıya ulaşır ve Suriye’deki olaylar bir iç savaşa dönüşürse Lübnan’a ve Irak’a yayılması kaçınılmaz olan bu iç savaştan İsrail’le, bölgeye müdahale için fırsat kollayan bölge dışı güçlerden başka kimsenin zaferle çıkamayacağı ortadadır.

 

Şam için kanlı gömlek dolaştıranlar, bu savaşta kendileri için bir sakınca görmüyorsa kazanacakları Pirus zaferini şimdiden kutlamaya başlayabilir.

 

[email protected]

 



[1] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/



Makaleler

Güncel