“Arap Baharı” ve kamu diplomasisi, sefil siyasetten siyaset sefilliğine

Padişahın “bir ok attım kebap oldu” sözünden bin bir hikmet çıkarmaya çalışan kamu diplomasisinin maaşlı memurları ve Ankara’nın İsrail söylemini ve Suriye politikalarını dini argümanlarla süsleyip savunan meczup çevreler, siyasi analiz düzeyi bakımından son derece eğlenceli örnekler sunuyorlar.

 

Bir devletin, özellikle de dış politika alanındaki karar alma süreçlerini etkileyen en önemli faktör, o devletin Grand stratejisine bağlı olarak tanımladığı jeopolitik çıkarlarıdır.

Ülkedeki kültürel, ekonomik, siyasi, diplomatik ve askeri yapılanmaya ve işleyişe yön veren Grand strateji; devletin kurucu iradesine, tarihsel birikimine ve medeniyet tercihine dayalı olarak kurgulandığı için devletin kolektif aklını temsil eder ve dönemsel olarak devleti yönetenlerin kişisel veya ideolojik tercihlerine göre kolayca değiştirilemez.

Bu yüzden devletlerin Grand stratejisinde köklü değişik, ancak devrimlerle mümkün olabilmekte; hatta kimi devrimler bile, devirdikleri düzenin Grand stratejisini kendi ideolojisini ve söylemini katmaktan başka hiçbir değişiklik yapmadan aynen devam ettirebilmektedir.

Binaenaleyh İran İslam Devrimi, devletin Grand stratejisini kökten değiştiren; Bolşevik Devrimi ise önceki rejimin Grand stratejisini yeni ideolojik söyleme göre yeniden üreten devrimlere örnek olarak gösterilebilir.

Devletlerin sadece kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri yapısını değil, diplomatik ilişkilerini ve diğer devletlerle kurduğu ittifak ilişkisini de belirleyen ana unsur Grand strateji olduğu için, devletlerin uluslar arası gelişmelere ilişkin politik tutumlarının doğru okunması, onların söylemlerini değil, Grand stratejilerini temel alan bilimsel siyasi analizlerle mümkündür.

Kamu diplomasisi, devleti hayır kurumu gibi gösterme sanatı

İletişimin ve sivil toplumun siyasi hayatta ciddi oranda belirleyici olmaya başlaması, “kamu diplomasisi” adı verilen yeni bir diplomasi türünün reel diplomasiyi destekleyen güçlü bir araç olarak öne çıkmasına neden oldu.

20. Yüzyılın ortalarına kadar “devletlerin devletlerle ilişkisi”ne dayanan geleneksel diplomasi, artık “devletlerin toplumlarla ilişkisi”ne dayanan kamu diplomasisi ile desteklenerek etkili kılınmaya çalışılıyor.

Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloğunun komünist ideolojiyi yaymak, Batı Bloğunun da bunun yayılmasını önleyip liberal demokrasiyi yaygınlaştırmak için kültür, medya ve sivil toplum alanında attığı adımlar, birer kamu diplomasisi çalışmasıydı.

Jeopolitik çıkarların açıkça öne çıktığı devletin devletlerle ilişkisini esas alan “reel diplomasinin” aksine, devletin toplumlarla ilişkisini esas alan “kamu diplomasisinde”, jeopolitik çıkarları dikkatlerden gizleyen “söylem”ler öne çıkarılır.

 Reel diplomasinin “jeopolitik çıkar”, “milli menfaat”, “ekonomik veya siyasi kazanım” gibi hedeflerin yerine, kamu diplomasisinde, “insan hakları”, “demokrasi”, “barış”, “adalet” “özgürlük” ve “kardeşlik” gibi kavramlara dayalı söylemler vurgulanır.

Ancak devletin toplumlarla ilişkisini düzenleyen ve devletin “yumuşak gücünü” (soft power) temsil eden kamu diplomasisi, devletin devletlerle ilişkisini düzenleyen ve devletin “sert gücünü” (hard power) temsil eden reel diplomasisini etkili kılmak için kullanılan bir araçtan ibarettir.

Dolayısıyla, bir devletin herhangi bir uluslar arası gelişmeyle ilgili olarak sergilediği davranış, o devletin kamu diplomasisi çerçevesindeki söylemleri değil, bunu reel diplomasisinde bir kazanıma dönüştürmek için uyguladığı politikaları ve eylemleri esas alınarak değerlendirilebilir.

Böylesi bir değerlendirme ise propaganda metinleriyle değil, ancak bilimsel siyasi analizlerle mümkündür.

Siyasi analiz ile propaganda metninin farkı

Siyasal analiz, verili şekliyle köşe yazılarından, propaganda metinlerinden, söylevlerden farklı bir şeydir. Bilimsel bir disiplin gerektirir. Siyasi analist incelediği malzeme konusunda seçici davranmamaya azami ölçüde riayet etmeye çalışan kişidir. Siyasi analizin başarısı, zengin nesnel veriler sunmasına, bu verileri tutarlı bir şekilde açıklamasına, özgün kavramlaştırmalar yapmasına ve öngörülerde bulunmaya yardımcı olacak sonuçlar üretmesine bağlıdır.

Propagandametinleri ise konunun nesnel verilerle anlaşılması, bunların sebep sonuç ilişkilerine dayalı olarak açıklanması ve özgün bir kavramsal çerçeve içerisinde tanımlanması gibi süreçlerle ilgilenmez, yalnızca seçtiği taraf doğrultusunda okuyucusunu yönlendirmeye çalışır.

Bu yüzden de nesnel veri, mantık ve iç tutarlılıkla akla seslenen siyasi analizin aksine propaganda metinleri, karşı tezi suçlamaya ve okuyucuyu karşı tezi savunanlara karşı kışkırtmaya dayalı argümanlarla duygulara hitap eder.

Siyasi analist, kullandığı bilimsel yöntem gereği incelediği konuyu kendi özgün şartları, benzerleriyle ilişkisi, sahip olduğu boyutları ve ortamına etkileri bakımından neye tekabül ettiğini anlamak için somut birtakım parametrelerle parçalara ayırır.

Ayrılan her bir parçanın birbiriyle ve bütünle ilişkisini belirler, parçaları kategorilere ayırır ve kategorilerin birbiriyle ve dış çevreyle olan etkileşimine ilişkin sonuçlara ulaşır.

Propagandacıise konunun parçalanmasından yani analizinden hoşlanmaz. Konuyu tek bir duygusal boyut ve tek bir başlık altında tutmaya çalışır, bir yandan konuyla ilgili yapacağı propaganda için sloganlar üretirken diğer yandan da karşı tezi savunanları suçlayacak argümanlar bulmaya çalışır.

“Arap Baharı” kamu diplomasisi ve propaganda düzeyine indirgenen siyasi analiz

Tunus, Mısır ve Libya’da tamamlanan; Yemen, Bahreyn ve Suriye’de ise siyasi bunalım halinde devam eden isyanlar yaygın olarak “Arap Baharı” tamlamasıyla isimlendiriliyor.

“Arap Baharı” tamlamasının tamlayanı, gelişmelerin Arap coğrafyasında yaşanmasından dolayı nesnel bir durumu ifade etse de, “bahar” gibi olumlu çağrışımlar içeren bir kelimenin tamlanan olarak seçilmesi zihinleri yönlendirici öznel değerler taşıması bakımından propaganda niteliği taşıyor.

Çünkü Arap ülkelerinde yaşanan isyanların ve siyasi çalkantıların nasıl sonuçlanacağına ilişkin ciddi belirsizlikler bulunmasına rağmen “Arap Baharı” isimlendirmesiyle zihinlerin iki şekilde yönlendirilmesi hedefleniyor:

1- Doğanın baharla birlikte yeniden dirilmesi ve hayat bulması gibi, Araplar da bu isyanlarla birlikte yeniden dirilmektedir, dolayısıyla da bölgeyi güzel bir gelecek beklemektedir.

2- Şu an altı faklı Arap ülkesinde yaşanan gelişmeler, tek bir isim altında toplanabilen tek bir durumdan ibarettir.

Halbuki Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeler, Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde yönetici değişiklikleriyle sonuçlanmış olsa da yeni siyasal yapıların henüz şekillenmemiş olması bakımından hala tamamlanmamış süreçlerdir.

Dolayısıyla bu ülkelerdeki süreçler tamamlandığında bölge halklarının bir hazana mı yoksa bahara mı uyanacakları şimdilik meçhuldür.

Öte yandan şimdilik altı farklı Arap ülkesinde yaşanan gelişmeler tek bir isim altında toplanamayacak ölçüde birbirinden farklı şartlara, aktörlere ve uluslar arası etkilere sahiptir.

Binaenaleyh isyanlara ve siyasi bunalımlara sahne olan Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’nin; dolayısıyla da bölgenin ve uluslar arası ilişkilerin geleceğine ilişkin öngörülerde bulunabilmek için bu ülkelerdeki sürecin şu parametrelere göre kategorilere ayrılması ve analiz edilmesi gerekmektedir.

1- Bu ülkelerin siyasi yapısı,

2- Devrilmek istenen yönetimlerin bölgesel ve uluslar arası ittifakları,

3- Bu ülkelerdeki siyasi yapıları değiştirmek isteyen aktörlerin yapısı, talepleri ve hedefleri,

4- Bu ülkelerdeki siyasi yapıları değiştirmek isteyen aktörlerin ideolojileri, bölgesel ve uluslar arası güçlerle ilişkileri.

Söz konusu Arap ülkelerini yukarıdaki parametrelere göre analiz ettiğimizde yalnızca birinci parametre, bu ülkelerin tümünü aynı kategoriye yerleştirmemize imkan vermektedir.

Çünkü Bahreyn gibi adı krallık, Tunus, Mısır, Suriye ve Yemen gibi adı cumhuriyet de olsa bu ülkelerin tamamı, demokratik katılımı ve çoğulculuğu önleyen totaliter ve otoriter bir siyasi yapıya sahiptir.

Diğer üç parametreye göre yapılacak bir analiz sonucu tümünün tek bir kategoride toplanması mümkün olmamasına rağmen, meseleye kamu diplomasisi açısından yaklaşan devletler ve onların propaganda uzantıları sadece birinci parametreyi vurgulayarak ve bundan “insan hakları” kavramına dayalı bir ahlaki sonuç çıkararak meseleyi diğer parametrelere göre değerlendirdiği için farklı sonuçlara ulaşanları suçlamaya çalışıyorlar.

Örneğin Suriye konusunda birinci parametreye dayanarak insan haklarından ve demokrasiden yana olmak şeklinde bir ahlaki sonuç çıkaranlar, Suriye meselesinin diğer üç parametreye göre analizinden ve bunlar üzerinden ahlaki sonuçlar çıkarmaktan özenle kaçınıyorlar.

Suriye’de yaşanan gelişmeleri yalnızca birinci parametreye göre değerlendirenler, diktatörlükten değil, halkın demokratik haklarından yana olmak ve bu ülkede devrimi desteklemek şeklinde bir ahlaki sonuç çıkarırken; Bahreyn’de halkın çoğunluğu ile yönetici sınıfın mezhep çelişkisi ve Bahreyn rejiminin uluslar arası ittifak sistemi içerisindeki konumunu gibi parametreleri göz önünde bulundurarak rejimin korunması yönünde bir “ahlaki sonuç” çıkarabilmektedir.

Öte yandan Suriye meselesini, ikinci parametreye göre değerlendirmekten özenle kaçınanlar, buna mecbur kaldıklarında, “Direniş ekseninin” olmadığını, Suriye’nin aslında İsrail’le danışıklı dövüş yaptığını, Filistin davasının hamisi değil, haini olduğunu vs. ispata girişiyorlar.   

Suriye’de yaşananları üçüncü ve dördüncü parametrelere göre değerlendirmeleri gerektiğinde ise birinci parametreye atıf yaparak silahlı mücadeleden, dış müdahaleye kadar amaca ulaşmada her türlü yöntemi meşru gösteren bir “ahlaki sonuç” çıkarabiliyorlar. Hatta bu ülkede tüm bölgeyi sarabilecek bir iç savaş çıkarmayı göze alarak rejim karşıtı silahlı gruplara silah ve militan desteği sağlayabiliyorlar.

Şam yönetimini halkın haklarını elde edeceği siyasi reformlara teşvik etmekle birlikte ikinci, üçüncü ve dördüncü parametrelere dayalı analizler sonucu Suriye’nin bölgesel rolünün korunmasını savunan ve bu ülkenin iç savaş ve dış müdahale ile istikrarsızlaştırılmasına karşı çıkanları Şam yönetiminin “suç ortağı” olmakla suçlayabiliyorlar.  

Sefil siyasetten siyaset sefilliğine

Körfez İşbirliği Örgütü aracılığıyla yumuşak geçiş için üretilecek çözümün Suudi Arabistan’a bırakıldığı Bahreyn ve Yemen konularında hiçbir girişimde bulunmayan ABD, Avrupa veTürkiye, Suriye’de yaşanan sorunu salt bir insan hakları ve demokrasi sorunu olarak göstermeye çalışıyor.

Amerika, Tunus ve Mısır’ı Bin Ali ve Mübarek dönemindeki jeopolitik mihverinde tutmaya devam etmek için bu ülkelerdeki yeni siyasi yapıyı Mısır’da askeri, Tunus’ta da siyasi bürokrasi aracılığıyla yönlendirmeye çalışırken tüm bölgeye model olarak sunulan Türkiye, bu ülkelerdeki İslamcı gruplara laik anayasanın İslam’la çelişmediğini anlatıyor. Tunus ve Fas’taki İslamcı partiler Türkiye yönetimini rol model olarak gördüklerini izhar ederek uluslar arası sisteme güven vermeye çalışıyor.

İsrail’le olan 1.5 milyar dolarlık ticaret hacmini 4 milyar dolar seviyesine çıkaran Ankara’nın reel diplomasisi ortadayken Türkiye’nin İsrail’e yönelik -Tel Aviv’i ve Washington’u reel diplomaside hiç de rahatsız etmeyen- “sert söylemi” üzerine kurduğu kamu diplomasisi Arap sokaklarını fethediyor.

Başbakan Erdoğan, Katar’da düzenlenen Medeniyetler İttifakı konferansına gönderdiği görüntülü mesajında “Ortadoğu’da devlet terörü devam ettikçe, uzlaşma çabaları sabote edildikçe, masum çocukların üzerine bomba yağdıkça, masum insanlar açık hava hapishanelerinde tutsak oldukça, barış ufukta gözükmeyecektir.” diyerek İsrail’i “Aynı şekilde, yine Ortadoğu-da, kendi halkına kurşun yağdıran, kendi halkını topyekun katleden, her türlü muhalif görüş ve harekete tahammülsüzlük gösteren diktatörler oldukça da huzur ve istikrar sağlanamayacaktır."[1] diyerek de Suriye’yi hedef alan söylemiyle hem Arap sokaklarını hem de Batılı başkentleri memnun eden bir “kamu diplomasisi” örnekliği sergiliyor.

Filistin sorununun çözümünü iki devletli çözümde gören[2], Filistin direnişine silah bırakma çağrısı yapan Ankara’nın,[3] reel diplomaside İsrail’le çelişkisi yalnızca Netanyahu kabinesiyle sınırlı. Buna rağmen, Ankara’nın kamu diplomasisi propagandacıları, İsrail’i tanıyan bölge ülkeleri kadar İsrail’in varlığını reddeden Direniş eksenini de Camp David düzenini yaşatmaya çalışmakla suçlayıp Ankara’nın pozisyonunu özgün bir model olarak sunuyor.

Ankara’nın kamu diplomasisi propagandacıları Hamas’ı ustaca dikkatlerden gizleyerek İran ve Hizbullah’ı Suriye konusunda İsrail’le paralel düşmekle suçlayıp “Batı ile Arap Baharının arzuladığı onurlu bir ilişkiyi tesis eden, İsrail'e hesap soran bir Türkiye gerçeğinin göz ardı edildiğini[4] savunuyor.    

Kuşkusuz her devlet gibi Türkiye’nin de bölgesel gelişmelerle ilgili ortaya koyduğu kamu diplomasisiyle, süreçleri kendi jeopolitik çıkarları, yani reel diplomasisi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmasında yadırganacak hiçbir şey yok.

Ancak padişahın “bir ok attım kebap oldu” sözünden bin bir hikmet çıkarmaya çalışan kamu diplomasisinin maaşlı memurları ve Ankara’nın İsrail söylemini ve Suriye politikalarını dini argümanlarla süsleyip savunan meczup çevreler,  siyasi analiz düzeyi bakımından son derece eğlenceli örnekler sunuyorlar.

 

[email protected]

 



[1] http://bugun.com.tr/haber-detay/177867-erdogan-konustu-alkis-koptu-haberi.aspx

[2] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111123_gul_wiltonpark.shtml

[3] http://siyaset.milliyet.com.tr/-/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/27.01.2009/1052202/default.htm

[4] http://www.sabah.com.tr/Perspektif/Yazarlar/ozhan/2011/11/26/ortadogunun-siyasal-turnusolu-suriye