Kapitalizm de değil sosyalizm de değil... Nedir bu bizdeki?

img
Kapitalizm de değil sosyalizm de değil... Nedir bu bizdeki? YDH

Rus Marksist Yazar Sergey Kara-Murza, bu makalesinde Rusya’nın içinde bulunduğu mevcut durum, onun dünya toplumundaki yeri ve siyasi elitin niteliği hakkında görüşlerini belirtiyor.




Bu haftaki Rusya yazısı, geniş bir çeviri. Rusya’nın önde gelen Marksist tandanslı düşünürlerinden Sergey Kara-Murza’nın yakın tarihli bir makalesini çevirdik. 

Bu makale ve Putin’in son yeni yıl basın konferansında yaptığı konuşma, sorulara verdiği cevaplar karşılaştırmalı olarak okunursa, daha yararlı olacaktır. Ancak bu, Kara-Murza’nın makalesi zaten yeterince uzun olduğundan, burada yapacağımız bir iş değil.

1939 doğumlu olan Kara-Murza, aslında kimyacı: 1961’de Moskova Devlet Üniversitesinden dereceyle mezun oldu. 

1961-1972 arasında Küba’da Sovyet kimya uzmanı olarak çalıştı. 1983’de bilim tarihi ve teknoloji konulu doktorasını yaptı, 1988’de profesör oldu. 2000’lerin başından itibaren Avrupa-merkezcilik, küreselleşme, Sovyet tarihi, renkli “devrimler” ile ilgili çok sayıda çalışması yayımlandı. 

Küreselleşme karşıtı, deyim yerindeyse Batıcı Rus liberallerinin kanlı bıçaklı ideolojik hasımlarından biri; siyasi anlayışında sınıftan çok halk önemli bir yer tutar. 

Kendisini Marksist olarak tanımlar; 60’lardan itibaren Sovyet sisteminin krizini incelemekle birlikte Gorbaçov “reformlarını” sert şekilde eleştirir. Bu, Türkçeye çevrilen ilk makalesi; öneminden ötürü kendisinden izin alma fırsatını henüz bulamadık. Bağışlayacağı ümidiyle. 

Экономическая теория, анализ, практика. 2018, no. 2. (https://cyberleninka.ru/article/n/ne-kapitalizm-i-ne-sotsializm-a-chto-u-nas)

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırka yakın çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor.@Hazal_Yalin

Özet

Bu makalede yazar, Rusya’nın içinde bulunduğu mevcut durum ve onun dünya toplumundaki yeri, siyasi elitin niteliği hakkında görüşlerini belirtiyor ve geleceğe dair perspektifler sunuyor. Durum analizi, ülkenin gelişimindeki oldukça uzun bir tarihi dönemi (devrim öncesi Rusya, Ekim devrimi, perestroyka, günümüz) kapsıyor. Ülkemizin yönetici elitinin siyasi stratejisini tayin eden faktörler, şartlar, siyasi mekanizmalar, ayrıca Batı Avrupa’nın siyasi durumu, Rusya ve Rusya’nın geleceğine dair menfaatleri inceleniyor. Günümüz Rusya’sının siyasi potansiyeli, ülkenin gelişmesinin gerçek perspektiflerinin tayininde bu potansiyelin iflas hali analiz ediliyor. 

Yazarın görüşlerinin temelinde, modernizasyon sürecinde geleneksel Rus toplumunun krizi açılıyor; çevre (periferi) kapitalizminin sorunları ortaya seriliyor; “kapitalizmi bypass ederek” doğrusal olmayan bir paradigma içinde sosyalizm yolunda gelişmeye yönelen 1917 devriminin rolü aydınlatılıyor. Yazar kendi görüş açısını, entelijensiyanın ve şehir kuşağının (1960’lar) eski dayanışmacılığının temelindeki krizle, siyasi sistemin parçalanmasıyla, SSCB’nin yıkılmasıyla, anti-Sovyet projesinin ortaya çıkması ve Batı kapitalizme yönelimle ilişkili tarihi olaylarla destekliyor. Makalede yakınsamanın,[1]sistemsel krizin ve çağdaş Rus toplumunun dezentegrasyonunun ütopikliği temellendiriliyor. Rusya’ya devamlı baskı örgütlenmesinde Batı’nın rolünü açığa çıkaran argümanlar ileri sürülüyor, ülkedeki sosyal ilişkiler dengesinin ve egemenliğin tahkimine dair yaklaşımlar geliştiriliyor, geleceğin Rusya’sının şekillenmesindeki değerlerin ve beklentilerin çatışması ele alınıyor. 

Yazar, tarihi durumun analizinin, onun bir uzman gözüyle değerlendirilmesi temelinde, Rusya’nın seçiminin sert sınırlamalara bağlı olduğu sonucunu ileri sürüyor: Sovyet düzeninin yeniden tesisinin ve (Batı’nın yasakları sürerken) Batı tipi bir kapitalizmin inşasının imkânsızlığı. Aynı zamanda, kendi doğasına ve kültürüne dayanan kurumlar ve sistemler yaratmak da bütünüyle imkân dahilinde bulunuyor. Yazarın görüşüne göre, Rusya’da akılcı ideolojilere sahip başlıca cemaatlerle görüşmeler için yollar bulmak zorunluluğu olgunlaşmış durumda. 

***

Kapitalizm de değil sosyalizm de değil... Nedir bu bizdeki?

Krizimizi çok kaba bir şekilde, dünya kapitalist sisteminin Rusya’ya çevre kapitalizmi yapısı ihraç etme baskısı altında bulunan modernizasyon sürecindeki, geleneksel bir toplumun krizi olarak nitelemek mümkündür. 1917 devrimi, benzer bir kapanı parçalamaya ve bir Sovyet yaşamı örgütlemeye yönelen çok özgün, yeni; ama savunmasız sistemi kurmaya imkân sağlamıştı. Sanayileşme ve şehirleşme, bu sistemin dünya görüşü temelini (köylü komünleri komünizmi) önce zayıflattı, sonra da tasfiye etti. Bu tür bir komünizm ve dayanışmacılığın gündelik temeli ortadan kayboldu ve elverişli bir sosyal bilimin ve Sovyet sistemi teorisinin bulunmaması da Sovyet düzeninde bilgiyi kırılgan kıldı. Devlet, şehir nüfusunun savaş sonrası kuşaklarında kültürel hegemonyayı kurma görevini yerine getiremedi; memnuniyetsiz entelijensiya da bilinçte “moleküler bir saldırganlık” içine girdi (“Gramsci usulü” devrim). 

Üç ayrı komünist partisinin; İtalyan, Fransız ve İspanyol komünist partilerinin yönetimleri, Sovyet projesinin Batı’ya taşınmasının imkânsız olduğunu kavradıktan sonra Sovyet karşıtı bir pozisyon tuttular. Avrokomünistler, intihar anlamına gelen bir hata yaptılar: SSCB’yi reddederek kendi partilerini yok ettiler. SBKP’deki bizim birçok entelektüelimiz de, ilk Sovyet projesinin aşılması zorunluluğunu kavradıktan sonra, aynı şekilde bir Sovyet karşıtı pozisyon aldılar. Böylece Batı’yla Soğuk Savaş manevi alanda kaybedildi, 1960’larda canlanan Sovyet karşıtı bir proje tepeye kadar yükseldi. 

Bizim devlet adamlarımız da, Sovyet karşıtı projeyle birlikte saf tutarak ve kitlelere kendini inkâr ederek yenilenme düşüncesini aşılayarak bir hata yaptılar. Bu, devletin ve karmaşık örgütsel sistemlerin yeniden tesis edilmesi için mevcut temeli parçaladı. Sosyal katman, sınıf veya mesleki biçimlere kesinlikle indirgenemeyecek çok çeşitli yaşam biçimleri,sayısal olarak katlanarak çoğaldı.Rusya’da son on beş yılda ortaya çıkan bütün bu biçimler, Sovyet kategorileri ve hedefleriyle olduğu kadar günümüz “kapitalist” Rusya’sıyla da dolaysız olarak korelasyon içinde değiller. 

Her siyasi faaliyet ve hatta gelecek algısı, bu adımların gerçekleştirilmesinde özne olacak bir cemaat oluşturmak zorundadır. Bunun için toplumun yapısından yola çıkmak gerekir. Toplum, öyle bir dezentegrasyon sürecinden geçti ki, Rusya’da “hazır” cemaatler bulunmuyor. Belli bir derecede devlet aygıtı ve suç dünyası örgütlendi. Sosyo-kültürel bir cemaat olarak “orta sınıf” henüz mevcut değil ve sosyal bir güç de teşkil etmiyor. 

Dünyamızın çöküşüne çok uzun bir süre tanık olduk, kim bilir nereye yürüdüğümüz bu yolu görmek de herkes için korkunçtu; ama artık bir yol ayrımındayız ve tercih yapmak zorundayız. Sakince çözmeye çalışalım. 

1940’lardan sonra doğan kuşaklar başka, şehirleşmiş bir ülkede büyüdüler, Avrupai eğitim aldılar, karınları toktu ve televizyonları vardı. Stalin okulunun yaşlıları artık “içinde yaşadıkları toplumu tanımıyorlardı,” ilerlemiş gençlik ise şarkı söylüyordu: “Değişiklik istiyoruz! Değişiklik bekliyoruz!”

Bu gençlik nasıl bir değişiklik talep ediyordu? Sanki akılları düğümlenmiş gibi, hiç kimse bu soruya cevap vermiyordu. Değişiklik istiyorlardı; ama toplum ve hayat hakkında pek az şey biliyorlardı. Gençlik, adeta bebeklik çağındaydı, bunun suçlusu da anne babalarının kuşağıydı. Bütün bunlar bir ulusal felakete yol açtı. Gençlik, yükselen ülkeyi yıkıp geçen bir buldozer oldu, onun kaldıracı ise gölgedeki bir yırtıcılar koalisyonu. Otuzlu yaşlarından sonra kaç erkeğin hapishaneden geçtiğine bakın! 

“Değişiklik isteyen” gençlik, bugün 40’lı, 60’lı yaşlarındaki akılları başlarına gelmiş ana babalardır. Nerelere geldiğimizi ve önümüzde, içinde bulunduğumuz bu kısır döngüyü parçalayacak hangi olası alternatifler olduğunu ayık kafayla bir düşünün. Önümüzde, sadece cüzdanlarımızın için değil, ülke için de hangi gelecek perspektifleri var? Kimileri Rusya’nın bir “geçiş aşamasında” bulunduğunu söylüyorlar. Ama olası yolları tespit etmenin zamanı çoktan geldi. Bir “geçiş” toplumunun özellikleri nelerdir?

Rusya’nın, 20. yüzyılın başlarında bu durumu nasıl aştığını hatırlamak gerek. O zaman hem Rusyalı, hem de Batılı düşünürler, hayatı örgütleme tarzları üzerinde etraflıca düşünüyorlardı ve yeni, bilince dayanan bir sosyal bilimler sistemi yarattılar — ve buna göre şekillendiler. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise, “çift kutuplu sözde istikrar” içinde bu sistem unutuldu; ne ki bu sistem, şimdi çok daha güncel. 

Bu problemi ilk olarak Macchiavelli koydu, I. Dünya Savaşının eşiğinde de Lenin ve Weber, ilk Rus devrimini gözlemleyerek meşgul oldular onunla. Onların tasarımlarını daha sonra, 1930’lu yıllarda, faşizmin olgunlaşması tecrübesiyle birlikte Gramsci geliştirdi. 1917 devriminin yüzüncü yıldönümü vesilesiyle bu konuya değinen birkaç yazarın yayınları çıktı. Bu konuda günümüzdeki durum hakkında akıl yürütmelerde dikkatli olmak gerek. Mevzu, varlık biçimleri gelişimi yavaşlattığında ve atalete battığında toplumun ve devletin durumu. İşte o zaman havada o esinti başlar: “Değişim bekliyoruz!”

Yeni bir iktidar ve kargaşanın muhtelif embriyoları ortaya çıkıyor. Bu tür durumları tarihten de biliyoruz. Ama Rus devrimi ilerlerken önce bir konsept, sonra da teori geliştirilmişti: oluş durumu. Varlık durumunu bilim daha 18.-19. yüzyıllarda tefekkür etmişti; ne var ki eski acizken yeninin henüz yeni doğduğu durum ise, 20. yüzyılda dünyanın tablosudur. Lenin bu durumu basitleştirerek devrimci durum olarak adlandırdı; bu durumda yukarıdakiler yeni tarzda yönetemezler; ama aşağıdakiler de eskisi gibi yaşamak istemezler. Bu, bir düzen-kaos geçişidir ve içinden yeni bir düzen doğar. 

Mevcut durumumuzda, nüfusun çoğunluğunun kabul edilebilir bir gelecek tarzını işleyip ortaya koyması talep ediliyor; devlet ise, parçalanmış bir toplumu konsolide edebilecek siyasi bir sistem şekillendirdi. Hem toplum, hem de devlet, bir oluş durumunda bulunuyorlar. Bu sürgünlerin güçlenmesi için herkesin kafasını çalıştırması gerek. 

1917 devriminin yüzüncü yıldönümü bizi eski ve önemli bir olguyla karşı karşıya getirdi: 1985-1991 yıllarının perestroykası, bir devrimolarak, 19. yüzyıl dünyasının tablosuna yaslanmıştı! Perestroykanın hedefleri ve mantığı, şubat devriminin klişelerinden hazırlanmıştı. Bu görüngü ne anlama gelir? 

Öncelikle, her iki hareketin de ülkeye yaklaşımı aynıydı. Hem çarlık Rusya’sı, hem de SSCB, bir “kötülük imparatorluğu” olarak tasavvur ediliyordu. Koalisyonlar, hem 1917 şubat devrimini örgütleyen, hem de perestroykayı gerçekleştirenler, imparatorluğumuzu yıktılar; ilki monarşik imparatorluğu, ikincisi de Batının yardımıyla Sovyet imparatorluğunu. O günlerde A. İ. Guçkov itiraf etmişti: “Biz sadece, iktidarın sahiplerini devirmedik, biz bizatihi iktidar fikrini de devirdik ve ilga ettik, herhangi bir iktidarın üzerinde kurulacağı zaruri temelleri yıktık.” [1] M. S. Gorbaçov da 8 Mart 1992’de Münih’te şöyle demişti: “Benim faaliyetlerim, zafere kesinlikle erişmeyi hedefleyen iyi hesaplanmış bir planı yansıtıyordu. ... Tarihi bir görevi hiçbir şeye aldırış etmeden çözdük: totaliter bir canavarı devirdik.” [4]

Her iki olayda da reformcuların hiçbir olumlu [burada olumlu, ahlaki veya siyasi sonuçları ile arzu edilen anlamında değil, belli hedefler güden anlamındadır – HY] eylem programı bulunmuyordu. Menşeviklerin liderlerinden İ. G. Tsereteli, şöyle yazıyordu: “Tarih herhalde, siyasi partilerin, şubat devriminde Rus sosyal demokrasisi kadar nüfusun ezici çoğunluğundan böylesine büyük bir güven kazanıp da iktidarı almak için böylesine az bir eğilim gösterdiği başka bir örnek daha bilmiyordur.” [14] Gorbaçov da öyle diyordu: “Sık sık şu soruyla karşılaşmamız gerekiyor: perestroykanın sonucunda neye erişmek, nereye varmak istiyoruz? Bu soruya ayrıntılı, pedantik bir cevap vermenin imkânı yok gibidir.” [5]

Ama en önemlisi: Batı kapitalizmi kulübüne girmekti. 

“Genç” Moskova kapitalistlerinin lideri, P. P. Ryabuşinksiy idi. Ryabuşinksiy’in projesi açıktı: “Bizim belli ki, Batı’nın geçmiş olduğu yoldan belki de küçük sapmalarla da olsa uzak durmamız mümkün değil. Tek bir şeyden hiç kuşku yoktur: Yakın bir gelecekte nüfusun zengin ve faal bir kesimi ortaya çıkacak ve devlet hayatının yönetimini eline alacaktır.” Ryabuşinksiy, Rusya’da “Batı” tipi bir kapitalist ortaya çıktığını ekliyordu: “Neden zengin olduğu, neyle zengin olduğu sorusu ona acı vermiyor. Zenginim, olay budur, benim mutluluğumdur (onu memnuniyetsizlerden korumak için de polis ve ordu var).” [10]

1990’da akademisyen T. İ. Sazlavskaya, şunları ifade ettiği bir programatik rapor sunmuştu: “biricik akılcı siyaset, totaliter devletçi-tekelci sistemin, yerine daha efektif bir ‘sosyal kapitalizm’ sistemi koymak amacıyla demontajıdır. Sovyet toplumunun böyle bir gelişmesini çok daha medeni, insani ve ‘sosyalize’ olmuş kapitalizme geçiş olarak görmek gerekir.” [7]

Ama ünlü sosyolog Max Weber, daha 1905 devriminin yükselişinde, 20. yüzyılın başında kapitalizmin çok önemli değişikliklerini göstermiş ve Rusya’da başarılı bir burjuva devriminin artık mümkün olmadığını açıklamıştı.Geç kalınmıştı!Rusya burjuvazisi, Batı kapitalizmi artık emperyalizm aşamasına geçmişken ancak bir sınıf olarak şekillenmişti, dolayısıyla Rusya, Brezilya gibi, ancak bir çevre kapitalizminin arka bahçesinde kendine yer bulabilirdi. Şubat devrimi, “bizim de ortağı olduğumuz bir Avrupa’nın parçası olmaya” çalışmıştı, oysa aslında öyle bir şey yoktu. Geri kalmış çarın bile, kral V. George’un kuzeni olduğu halde, İngiltere’ye gitmesine kategorik olarak izin vermiyorlardı. Kerenski, İngiltere büyükelçisi Buchanan’ın nihai ret kararını “gözlerinde yaşlarla” bildirdiğini hatırlıyordu. Göçmenler, ister liberaller, ister menşevikler, ister devrimci kapitalistler olsun, bunu çok iyi anlıyorlardı. Ama 1990’da SBKP’deki liberallerimiz bunu unutmuş gibiydiler. 

Birçok perestroyka sloganı arasında şu da vardı: “Medeniyetin rahmine dönmek!” Bu işe daha önce “altmışlılar”[2]başlamış bulunuyorlardı: “Batı nüfuzuyla ilişki meselesindeki tartışma, dünya medeniyeti için bir değerler savaşı haline geldi. Mevzu artık belli bir akım ya da okul değil, Rusya’nın insanlık haritasındaki tarihi yeridir... Ehrenburg, Rusların Batı’dan ne daha kötü ne de daha iyi olduğunu büyük bir hararetle göstermişti — çünkü Ruslar, Batı’dırlar. Bu muhteşem halkları ayıran ne var ki? Ancak ufak tefek şeyler.” [3]

Bu, 1985’den sonra resmi ideolojinin bir parçası oldu. “Perestroykanın ustabaşı” sıfatını alacak kadar aktif olan İ. M. Klyamkin şöyle diyordu: “Rusya ancak, Batı uygarlığının bir parçası olmakla, ancak uygarlık kodlarını değiştirmekle varlığını koruyabilir.” Bu tür açıklamalar, ülkelerini reddetmeyi hayal dahi etmeyen insanlardan kimilerinin kafasını allak bullak ediyordu; ama Batı’da “kabul görmek” gibi sahte bir perspektif onları baştan çıkarıyordu. İktisatçı İ. K. Lavrovskiy, 2005’te şöyle yazıyordu: “Ne yazık ki ‘demir perde’, Sovyet ‘bütün insanlık’ ideologlarının, bizi çoktan beri insan sınıfından saymayıp pislikler arasına yazdıklarını ve fakir ve uzak bir akrabanın bir çitin arkasından elinde atom baltasıyla ansızın ortaya çıkıvermesinin zengin akrabalar arasında hiç de güçlü bir memnuniyet uyandırmadığını görmelerine engel oluyordu.” [9]

Bizde bir takım romantikler vardı; mesela, yakınsama fikrinin coşkun bir savunucusu olan akademisyen A. D. Saharov. 1975’de şöyle yazıyordu: “Birlik, bir lider gerektiriyor; bu da hukuk ve ağır sorumluluklar itibariyle Batı ülkeleri arasında iktisadi, teknolojik ve askeri bakımdan en güçlüsü olan ABD’dir.” [11] Evet, ülke elitinin bir kısmı, SSCB değil ABD yurtseverleriolmuştu. Ama bu kadar naiflik de mümkün değildi! Dışişleri Bakanı Baker, Bush’a telgrafında raporunu şu sözlerle bitirmişti: “Gorbaçov, tıpkı sunağın yanına fırlatılmış, aldatılmış bir âşık gibi konuşmaya başlıyor.”

Her ne idiyse: Saharov, Gorbaçov vb. ya düşman kampına geçmişlerdi, ya da bütün rasyonalitelerini kaybetmişlerdi. Peki faal akademisyenleri nasıl anlayacağız? 

4 Mayıs 1992’de Rusya Bilimler Akademisi başkan yardımcısı başkanlığında beşeri ve sosyal bilimler koordinasyon kurulu, Rusya’nın sosyal yapısının günümüzdeki durumunun değerlendirilmesi ve gelecekteki durumuna dair öngörülerde bulunulması amacıyla bir “yuvarlak masa” toplantısı gerçekleştirdi. Tartışmalara önde gelen filozoflar, iktisatçılar, sosyologlar ve tarihçiler katıldılar. Değerlendirme yazısında şöyle denilir: “‘Yuvarlak masanın” katılımcıları, Rusya’nın pazar ekonomisine geçişinin kaçınılmazlığından yola çıktılar. ‘Rusya’ya özgü yol’dan, kapitalizm ve sosyalizmin erdemlerinin birleştirilmesinin ve yetersizliklerinin dışta tutulmasının zorunluluğu anlaşılıyordu. ... Yakınsama fikrinin, ülkenin bütün halkları ve ulusları için üzerlerine tam oturan kıyafet gibi anlaşılır hale getirilmesi üzerinde çalışmak gerek. Sosyal oryantasyonlu karma ekonomiye dayanan geçiş modeli, tartışmanın katılımcıları tarafından desteklendi.” [12]

Bu hayret uyandırıcıdır, çünkü ABD’nin yönetici eliti, Sovyet sonrası Rusya’yı tehlike kaynağı, batının “Avrupa evine” sızmaya çalışan bir yabancıolarak kabul ediyordu. SSCB’nin böyle bir iddiası zaten yoktu ve Batı için de böyle bir tehdit teşkil etmiyordu. Bu yüzden Sovyet sonrası Rusya’ya, tamamen yeni tip devlete karşı düşmanca ilişkiler, SSCB sona erer ermez derhal sıçrama gösterdi. Bunun temeli ise, belki irrasyonel olmakla birlikte, köklüydü. Rusya, başlıca varlık meselelerinde insanlığa daima Batı’dan farklı kararlar sunmuştu ve onun daimi muhalifi olmuştu — üstelik de, Rusya iktidarı ve eliti bundan ne kadar kaçınırsa kaçınsın, böyleydi bu. Böylece, ABD ile düşük yoğunluklu krizle birlikte çelişki ortaya çıktı.

Son derece açıktı ki, Rusya’yı Batı kulübüne hiçbir biçimde kabul etmeyeceklerdi. SSCB’nin tasfiyesinden sonraki iki-üç yılda analizcilerimiz sık sık Batı’ya, ortak konferanslara ve sempozyumlara gidip geldiler. Ve onların siyasetçilerinin ve kodamanlarının (ister muhafazakârlar ister sosyalistler olsun), eski Sovyet meslektaşlarına keyifle, Rusya’nın batıdan hiçbir yardım alamayacağını söylediklerini ve arkasından da o zamanlar popüler olan şu atasözünü eklediklerini işittiler: “Roma, hainlere ödeme yapmaz!” İşte böyle bir yakınsama...

Bu tür işaretler, Rusya’nın baskın bir kültürü ve bütün yerel uygarlıklarla normal ilişkileri bulunan kendine yeterli bir ülke olduğunu kabul etmek için yeterliydi. Ne 19., ne 20. yüzyılda kimsenin bundan bir şüphesi yoktu; Rusya’da ve SSCB’de Amerikan sularında yüzmeyi arzu edenler de pek azdı ve bu alt kültür saldırganlıktan uzak davranıyordu, üstelik hafifçe alaya almakla birlikte onu kabul da etmişlerdi. Bu katmanın taşkın bir şekilde faal olduğuna iki defa rastlanmıştı: şubat devrimi sırasında ve 1990’ların perestroykasında. Bu taşkınlığın tekrar etmiş olması tuhaftır. Ulusal ekonomide[3]çarlık Rusya’sı devletinin rolü hakkında pek az şey bilmemiz çok kötüdür. Weber’in, Rusya’daki devrim sürecinin tarihi arka planı hakkındaki yargısının anlamını kavramak çok kolay değildi: “İktidar, yüzlerce yıl boyunca ve son dönemde, komünist ruh halini daha çok takviye etmek üzere mümkün olan her şeyi yaptı. Toprak mülkiyetinin, devlet iktidarının egemenlik yetkisi içinde bulunduğu düşüncesi, daha Moskova devleti zamanında, tıpkı köy komünü gibi, derin bir şekilde kök salmıştı.” [6]

Bu, Batı’nın Rusya ile dünya tablosuna bakışlarındaki çok sayıdaki farklı görüşlerinden birinin sonucudur ki, Batı ve Ortodoks Hıristiyanlığının bölünmesini, insan hakkında muhtelif tasarları, imparatorluk Rusya’sına olan nefreti, Rusya’ya karşı Batı’nın verdiği soğuk ve sıcak savaşları da buna katmak mümkündür.

Weber araştırmacısı tarihçi Kustarev, vardığı sonucu şöyle açıklar: “İktidarın ve onun uyruklarının özel mülkiyete yönelik olumsuz tavrı, Rus toplumuna Bolşevikler tarafından telkin edilmiş değildi; bu hususta hem Bolşevikler, hem de çok iyi formüle edilmiş ‘akademik’ bir hipostaza sahip gündelik anti-komünist bilinç son derece ısrarcı olmuştu. Bu özgünlüğün, ‘Rus sisteminin’ ‘formatif’ veya ‘uygarlıksal’ geri kalmışlığının kanıtı değil de bu sistemin tipolojik bir belirleyicisi olduğu düşünülebilir.” [8]

Rusya ve ABD’nin yakınsamasını sağlamak, kültürlerini birleştirmek nasıl mümkün olabilirdi? Batı’nın devasa başarıları karşısındaki saygımıza rağmen halkımızın Batı dünyasını ve düzenini aşması mümkün değildir, tıpkı Çinlilerin ya da Arapların dünyasını ve düzenini aşmasının mümkün olmadığı gibi. Ve Batı da bizim kültür ve düzenimizi asla kabul etmeyecek, sadece gastarbeiter muamelesi yapacaktır. Hem onlarda, hem de bizde, bu dünyada olduğumuz sürece uyumsuz kökler de kalacaktır. 

Bizatihi kapitalizm (sivil toplumu ve pazar ekonomisiyle birlikte), 17. yüzyılda İngiliz bilim adamı ve filozof Thomas Hobbes’un Leviathan diye nitelediği bir devlet tipini doğurmuştur. Ancak böyle kudret, apati ve otorite sahibi maharetli bir gece bekçisi rekabeti, bu herkesin herkese karşı savaşını (Lat. bellum omniuam contra omnes) kanun çerçevesine sokabildi, insanı bencil ve yalnız bir atom olmaya teşvik etti. İnsanları toplum halinde birleştiren esas güç, korku oldu. Hobbes şöyle bir postüla ileri sürdü: “Şunu kabul etmek gerek ki, sayısız ve istikrarlı insan topluluklarının doğuşu, onların karşılıklı korkusuyla ilişkilidir.” Şunu da ekliyordu: “Hayatın nimetleri belki de karşılıklı yardımlaşma sayesinde katlanabilirdi; ama insanlar başkalarıyla birleşmektense onları ezerek çok daha başarılı olurlar.” Hobbes’da, zenginliği büyütme arzusunun kaybolması, insanın ölümüyle eşdeğerdir.

Bu bağlamda korku evrensel olmalıdır. Ayrıca da korkuda bir eşitlik bulunmalıdır. Hobbes şöyle yazıyor: “Tek tek yurttaşlar, yani uyruklar hürriyet talep ettiklerinde, bu isim altında hürriyeti değil, hâkimiyeti kastederler.” Bu düzen Batı’ya birkaç yüzyıl boyunca büyük bir güç kazandırdı. Ama başkalarında da başka kuvvet kaynakları vardır.

Rusya’nın eğitimli tabakasında çokları, İngiltere’deki hürriyeti hayal ediyorlardı; ancak İngiliz iktisatçılarının amentüsü şöyleydi: “Özgür işçi, serbest pazar.” Burjuvazinin bu hareketi liberalizm adını taşıyordu (Lat. liberalis— hür). Ama bizim romantikler, bu ismin 1720’li yıllarda köle ticareti girişimcilerinin, devlet kontrolünden kurtulmak talebiyle birlikte ortaya çıktığını bilmiyorlardı (ve hâlâ da bilmiyorlar). “Laissez faire, laissez passer”, yani “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” terimi de böyle ortaya çıktı. Daha sonra, düzgün bir burjuva toplumunda, bizatihi köle ticaretinin serbest pazarın ilk örneği olduğunu, kapitalizmin insan ticaretiyle çok sıkı ilişkili olduğunu hatırlamak tatsız karşılanır oldu. Bir yazar “iğnelemiş”: “Ne kadar paradoksal olsa da, laissez-faire anlayışının kurucu babaları köle ticaretinde hürriyetin öneminin teyidini görüyorlardı.” Kısa bir Amerikan incelemesinde de yakınlarda şöyle denmişti: “1815’e doğru dahili köle ticareti, Birleşik Devletler’deki iktisadi faaliyetin temel biçimlerinden biri olmuştu; bu, 1860’lı yıllara kadar devam etti.” 

Bizde bunu hatırlayacaklar pek azdır. Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan, çok ciltli “İdeolojinin Tarihi”nde şöyle denir: “Tıpkı kiralık emek ve ücretin sermaye ve mülkiyete içkin olması gibi, iç savaşlar ve devrimler de liberalizme içkindir. Demokratik bir devlet, devamlı bir kamulaştırma korkusu altında bulunan mülkiyet sahipleri için kapsamlı bir formüldür. 1848 devriminden başlayarak bir korku hükümeti kurulur: Locke’un dediği gibi kendilerinden başka hiçbir şeyi olmayanların demokrasilerde temsilcileri de yoktur. Bu yüzden iç savaş, bir liberal demokrasinin varlık şartıdır. Dolayısıyla bu demokrasi, devletin yürüttüğü bir çeşit soğuk iç savaştan başka bir şey değildir.” [15]

Batı, istikrarlıdır; çünkü onun hayatı örgütleme tarzı “herkesin herkese karşı savaşı”dır, yani rekabettir. Burada bir formül daha var: “Savaş, Batı’nın ruhudur.” Bu, ona temel olan bir şeydir, birçok görüngüde de ortaya çıkar. Bizim liberaller bu fare kapanına koşarlarken ne düşünüyorlardı? Biz, SSCB şemsiyesi altında, bir eşit güç dengesi gözetilerek yaşarken mesele başkaydı; ama bugün tamamıyla başka bir durum var. Ukrayna ile anlaşmak artık çok güç; onun arkasında elinde odunla hırsız bekliyor. 

Bizim ideologlarımız ve siyasetçilerimiz dünyadaki gelişmelerin seyrini yumuşatıyorlar. Bugün Batılı stratejistler, ürkütücü, arkaikbir surette davranmaya karar vermiş gibi görünüyorlar. N. Chomsky, 1995’de ABD stratejik komuta merkezinin, “Soğuk Savaş’tan sonra temkinlilik doktrininin temel ilkeleri arasına giren” yöntemlerine dikkat çeker. Kimi yazarlar, “hayati menfaatleri tehdit altına girecek olursa irrasyonel ve intikamcı bir ülke rolünü üstlenmesi için” ABD’nin nükleer potansiyelini kullanması gerektiğini ileri sürerler: “Bu, bir ulus olarak yarattığımız ve düşmanlarımıza sergilediğimiz imgenin parçası olmalıdır... Kendini bütünüyle rasyonel ve soğukkanlı olarak sunmak, kendine hakaret anlamına gelir. Bir takım unsurların potansiyel olarak ‘kontrol edilemez’ olabileceği olgusu da avantaj sağlar; zira bu sadece, barikatın karşı tarafında karar alanların akıllarına dehşet ve şüphe telkin eder.” 

Bu doktrin, Soğuk Savaş’tan sonra doğmadı. N. Chomsky yazıyor: “Bu rapor, Nixon’ın ‘deli teorisi’ne yeniden hayat veriyor: Düşmanlarımız, bizim deli ve öngörülemez olduğumuza ve bu suretle inanılmaz yıkıcı bir kuvveti elimizin altında bulundurduğumuza kanaat getirmelidirler; bu yüzden de korku, onları irademize itaat etmeye zorlamalıdır.” [13] 

Bu, 1995’deydi; ancak şimdi çok daha büyük yenilikler de var. Daha antik Roma’da, yayılmayı meşru kılmak için “adaletli savaş” (Lat. bellum justum) ve “kanunsuz düşman” (Lat. hostis injustus) kavramları geliştirilmişti. Ortaçağda da Romanın kavramları, tanrının düşmanlarına, yani şerre karşı verilen “zaruri kutsal savaş” şeklinde, Eski Ahit’ten kaynaklanan kavramla birleşti. I. Kant, “devletin kanunsuz bir düşman mevzubahis olduğunda sınırsız hakkı vardır,” diye ekliyordu. 

ABD, 20. yüzyıl sonlarında ve 21. yüzyıl başında bu ortaçağ kategorilerinden yola çıkarak eyleme geçmeye koyuldu. Aslında, halen, daha Locke tarafından hazırlanmış bulunan, uygarlaşmışbir devletin (“sivil toplum”) barbarbir ülkeyle savaşmasının doğal hakkı olduğu şeklindeki kabul işlemektedir. Batı, zaten, barbar bir ülkenin topraklarını ele geçirmek, onun varlıklarını (savaş giderlerinin tazminatı olarak) gasp etmek ve orada yaşayanları köleleştirmek hakkına sahipti. 16.-19. yüzyıllardaki köle mülkiyeti ve jenosit de böyle meşrulaştırılmıştı. 

SSCB ortadan kalkınca uluslararası hukuk da bir kenara atıldı, “Batı’nın kanunsuz bir düşman mevzubahis olduğunda sınırsız hakkı vardır normu işlemeye başladı. ABD bu vesileyle birçok biçimde, Rusya’nın ve keza Sırbistan’ın, Irak’ın, Libya’nın ve başka ülkelerin “kanunsuz bir düşman,” şerodağı olduklarını açıkladı. Bu açık seçik şartlar altında bizim sosyal bilimler elitimiz nasıl oldu da batıyla yakınsama projeleri vazetmeye devam etti? Bu şahsi bir hata değil, bu ilkesel bir uyumsuzluk, metodolojik bir fiyasko. 

F. Braudel şöyle yazıyordu: “Kapitalizm, dünyadaki eşitsizliğin dölüdür; gelişmesi için de uluslararası ekonominin katkısı şarttır. Kapitalizm, başkasının emeğinin lütufkâr yardımı olmaksızın gelişemezdi.” Braudel bu sonuca, sömürgelerden İngiltere’ye akan kaynakların hesabını yaptıktan sonra varmıştı. “Başkasının emeğinin lütufkâr yardımı” kapitalizmin hayatta kalmasının şartıdır. 1750 ve 1800 yılları arasındaki sürede İngiltere sadece Hindistan’dan her yıl iki milyon libre sterlin temin etti; bu dönemde İngiltere’deki bütün yatırımların altı milyon libre sterlin tuttuğu tahmin ediliyordu. İngiltere’nin sömürgelerinden geliri, bir İngiliz’in eğitim, kültür, bilim, spor ve diğerleri de dahil hayat seviyesini ve bütün yatırımlarını ödüyordu. 

Ama kapitalistler ve devlet, gelirleri işçilerle paylaşmaya ancak 19. yüzyılın sonunda başladılar. Bu artık serbest işgücü pazarı değil, sömürge ve yarı-sömürgelerden gelen ganimetin paylaşılmasıydı. Ünlü İngiliz iktisatçı J. A. Hobson şöyle yazıyordu: “Hükmeden bir devlet, vilayetlerini, sömürgelerini ve bağımlı ülkeleri, yönetici sınıfının zenginleşmesi için ve aşağı sınıflarını sakin kalsınlar diye satın almak için kullanır.” Cecile Rhodes de şöyle demişti: “Eğer iç savaş istemiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.” Vicdanı hatırlatmayacağız, ama hiç değilse, “artık geç olduğu,” herlerin kapıldığı olgusunu hatırlatmak gerek. Bizim liberallerin fırsat kaçtı diye tırnaklarını kemirmesinin faydası yok. Ama hepimizin, Lenin’in ince kitabı (İngiliz iktisatçıların verilerinden yararlanarak hazırladığı) “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Olarak Emperyalizm”i okuması gerek.

Levi-Strauss, “Yapısal Antropoloji”sinde şöyle yazar: “Bugün ‘azgelişmiş’ diye adlandırdığımız toplumlar kendi eylemleri yüzünden öyle değildirler; bunları batının gelişmesi bağlamında dışsal veya kayıtsız unsurlar olarak düşünmek de hata olur. Doğrusunu söylemek gerekirse, tam da bu toplumlar, 16. ve 19. yüzyıllar arasındaki doğrudan ya da dolaylı yıkımları vasıtasıyla Batı dünyasının gelişimini mümkün kıldılar.” Ve şöyle bağlar: “Batı kendisini, sömürgelerin malzemesinden inşa etti.”

Ama bu artık tarih; Batı, maddi olarak ileriye atıldı. Peki ne yapmalı, ağlamalı mı yoksa onlara uşak olmaya mı gitmeli? Öyle bir budalalık ki, acımak bile mümkün. Orada iyi bir yer gören ve kendi toprakları ve insanları için acı duymayan kozmopolitler hiç az değil. 

Muhakkak ki herkes, yukarıda söylenenleri az ya da çok biliyor. Kimilerinde kendilerini batıya atma illüzyonu var, kimilerinde ise Batı’da yaşama ve çalışmak ve iyi bir gelirle dönmek yönünde daha realist planlar; ama bu insanlar, onlarca yıl sürse de ülkeleri ve halkları için belli bir strateji geliştirmek gerektiğini hissediyorlar. Bu yol ayrımında uzun süre oyalanmak olmaz — sayısız başka güç de Rusya’ya adım atıyor. Yeni bir Soğuk Savaş ihtimalini, bu güçlerin provokasyonlarını ve küçük sabotajlarını hiç hesaba katmasak dahi, devasa bir manipülasyon makinesinin internet ve televizyon, sinema ve basın, tiyatro ve gençlik müziklerinin yardımıyla bütün insanlığın büyük bir bölümünün bilincini allak bullak ettiğini de ifade etmek gerek. 

Bir zamanlar bizimle aynı ülkenin yurttaşları ya da müttefiklerimiz olan yakın halklara bakalım — bunlardan ne kadarı, Batı’nın sadık ve itaatkâr ortakları olmayı isterlerdi? Ve böyle sadık ve itaatkârlardan, üstelik de radikallerden ne kadar var bizim aramızda? Onlarla diyalog yok ve adım adım, temel kitleden uzaklaşıyorlar. Sanki toplum, bu problemin farkında değilmiş gibi; bu konuda yasaklar konulmuş, oysa hayat akmaya devam ediyor. 

Sanırım çokları, toplumun ve devletin mevcut durumunu çok karmaşık buluyordur. Birçok alamete bakılırsa, hiçbir siyasi örgüt ve bilimsel topluluk, topluma sunulabilecek hazır bir doktrine sahip değil. Belki de bir yerlerde bir takım yetkililer geleceğin hedeflerini ve şeklini tayin, eylem planını ve çabaların yönünü tespit etmişlerdir. Ama bu pek az bir ihtimal; yerel ve sürekli plebisitler[4]olmaksızın siyasette böyle tektonik bir hareketi hiçbir iktidar gerçekleştiremez. “Elle idare” rejimindeki tehditleri ve darbeleri nötralize etmek, henüz başlıca iş. Ne var ki toplumda, olayların gidişatını ve eylem biçimlerini tartışma girişimi görünmüyor. 

Çoktan ortaya çıkmış olan temel bir probleme de dikkatle yaklaşmaya çalışalım. Bu problemin iki veçhesi var ve her biri, bizi bir çıkmaza sürükledi. İki sembolik biçim —sosyalizm ve kapitalizm— perestroykada karşı karşıya geldiler, ancak otuz sene sonra her ikisi de kriz içindeki toplumumuzun yeni ve sıra dışı çelişkilerinin oluşturduğu bir arka planda sönüp gittiler. İktidar, geleceğe dair birbiriyle çatışan tasarımlara sahip iki cemaat arasında manevralar yapmak zorunda, ama bunların ikisinin değerler skalası da mantıktan uzak. Böyle bir durumda iktidar, bizde nasıl bir sosyal yapı ortaya çıktığını ve siyaset ve ulusal ekonominin bizi hangi tarafa götürdüğünü söylemekten kaçınıyor. Eğer böyle bir durumda uzun süre kalınırsa her ülkede kaos doğar. 

Birinci çıkmaz:toplumumuz ve devlet öngörülebilir bir gelecekte Sovyet sosyal düzenini (veya ona yakın bir düzeni) bize geri veremez. Geçmişe dönmeye çalışmak aklın kuvvetlerini, ekonominin ve uluslararası işbirliğinin kaynaklarını harcamak anlamına gelir. Bir reel sosyalizme doğru yönelen pratik bir girişim, mevcut çıkmazdaki durumumuzu daha da kötüleştirecek maceradır. Böyle bir girişimin başarısızlığının objektif sebepleri var: 

SSCB bir bütün olarak yıkıldı, eski Sovyet cumhuriyetleri hızla farklı koridorlara dağıldılar. Baltık ülkelerinden ve Gürcistan’dan Ukrayna’ya kadar bizim eski cumhuriyetlerimiz sorunlu komşular haline geldiler, doğu Avrupa’daki müttefiklerimiz ise NATO üyesi ve potansiyel düşmanlarımız oldular. Reformların en başından beri, Rusya’nın sanayisizleştirilmesi ve bilimsel sistemin demontajı yürütüldü. Bunların yeniden tesisi, büyük miktarlarda kaynak ve çok sayıda nitelikli kadro gerektiriyor. Parçalanmış toplumun ve halkların gerçek bir entegrasyonunun, keza kilit sistemlerin yeniden doğuşunun şartları henüz yok; bunlar tedrici süreçlerdir ve konsolidasyon gerektirir. 

Otuz yılla birlikte Sovyet karşıtı bir koalisyon tamamen yerleşti ve Sovyet devlet, toplum ve kültür sistemini deforme veya tasfiye etti. Bu darbenin sarsıntıları hâlâ etkili. 

Belki de bu dağılmadaki en yıkıcı faktör, halkın kültürünün derinden yeniden şekillenmiş olmasında yatıyordur. Otuz yılın arkasından yurttaşların büyük bölümünü “shopping/alışveriş” bağımlısı yapmak başarıldı — ancak bu tüketim özentisinin cepte karşılığı yok. Batı’nın bu sosyal hastalığının virüsü, Rusya’nın her yerine taşıyıcılar yerleştirdi. 

Seçkin sosyolog Z. Bauman, Moskova’da bir konferansta şöyle demişti: “Son kredi krizi hangi noktalara varabileceğini çok açık ortaya koydu. İnsanlar neden gırtlaklarına kadar borca battılar? Çünkü ortak bir kabule dayanan gelecek tasarımına göre, dairenizin fiyatı yükseliyorsa demek ki ücretleriniz de yükselmelidir. Borçtan korkacak bir şey yoktur, çünkü bu refah artışı, bütün borçlarınızı ödemeniz için yeterli olacaktır. Bu iddia, patlatılması gereken bir balondur. Eğer bu olursa, bu dersi alırsak, o zaman tüketicilerin toplum illüzyonlarından biri berhava olur. Eğer öyle olmazsa, eğer hiçbir şey öğrenmezsek, o zaman iktisadi büyümenin diğer sınırları, yani tabiatın dayattığı sınırlar eyleme geçer.” [1] 

Değişen kültür, bizde, o olmaksızın insani bağlamda adaletin geri gelmesinin mümkün olamayacağı gibi tutulduğumuz bu tarihsel kapandan da kurtulamayacağımız yurttaşlar arası dayanışmanın yeniden doğuşu önünde bir engel haline geldi. 

“Shopping” cezbesi öyle güçlü ki, hesabını bilir burjuvaziden yetişmiş Batılı orta sınıftan insanlar bile “gırtlağına kadar borca battılar.” Ama bizim dinleyicilerle konuşan sosyolog, “bu dersi iyice bellesek aslında tüketicilerin toplum illüzyonlarından birinin berhava olacağından” şüpheli.

Bu sebepler yeterlidir, durum çok ağırdır. İkinci sınır ise daha da karmaşıktır.

İkinci çıkmaz: toplumumuz ve devlet öngörülebilir bir gelecekte Rusya’da egemen ve faal bir kapitalizm de yaratamaz.

En önemli sebepler ortadadır, zira Rusya 20. yüzyılın başında bile dünya kapitalizmi kulübüne girememişti: dünya kapitalizmi, emperyalizm hisarları şeklinde özgül bir biçim kazanmıştı. Emperyalizm, bağımlı ülkelere sermaye ihraç ediyor ve oralarda kendi kapitalizminin adacıklarını kuruyordu. Batı aynı zamanda, kendisini dışarıya kapatamayan ülkelerde halkı ve onun bünyesini arkaikleştiriyordu. Buralarda uzun süre az gelişmişlik durumunda kalan bir “çevre kapitalizmi” yerleşiyordu. Ne çarlık Rusya’sı, ne de Sovyet Rusya, buna girmedi ve kapitalizmi kabul etmedi (üstelik SSCB bir dizi ülkenin çeve kapitalizminden kurtulmasına da yardım edebildi). 

Rusya uzun süre, Sovyet düzeni üzerinde gelişti; gelişme vektörleri de kapitalizmle son derece farklı mesafelerdeydi. Bu yüzden Rusya, 1990’lı yıllarda yakınsamayı örgütleyemedi, Batı ise zaten öyle bir girişimde bulunmaya niyetli değildi. Neticede Rusya’nın ABD ile karşılıklı ilişkisi, SSCB’nin ABD ile ilişkilerinden bile kötü hale geldi. 

Bu, dünya kapitalist sistemine girme girişimlerini sürdüren Rusya’nın stratejik programları için önemli bir faktördür. Zengin azınlık Rusya’yı nasıl bir kapitalizme çekiyor? Hasta ve kriz içindeki Batı kapitalizmine girmenin ve bütün ulusal varlığını ona açmanın mantığı yok. Daha da tuhafı ise, zaten almayacakları; ama arkaik bir çevre kapitalizminin kıyısında köşesinde yer gösterecekleri yere doğru emeklemek. 

Gerçekte, sanayileşmeciliğin (ve modernliğin) krizi, kapitalizm ve sosyalizm kavramlarını kökten değiştirdi ve devalüe etti; bizatihi formasyon kavramı da fazlasıyla soyut bir hale geldi. Büyük kültürel alanlar (en önemlisi de uygarlıklar) emperyalizmin yularından büyük ölçüde kurtulmuş durumda. Çin ve Hindistan, İran ve Brezilya, halen formasyon terimleri içinde sınıflandırılıyor, ama bunları karmaşık, özgül bütünlükler olarak kavramak daha yapıcıdır. Rusya’yı ise bu otuz yıllık devrin ardından özgül bir görüngü olarak incelemek gerek. 

Bir çevre kapitalizmini taklit etmek değil, kendi sosyal düzenimizi kurmaktır, akılcı olan. Bizim SSCB tecrübemiz var; o zaman yaratılmış olan birçok sistem de yenilenecek ve geliştirilecek — yeni şartlarda ve yeni bir toplumda. Kapitalizm tecrübemiz de var — hem kendi tecrübemiz, hem batının tecrübesi. Bu tecrübe de bize önemli dersler verdi; bunlar bize yardım edecek. Ama bizi krize gömmüş olan, artık tamamlanmış “pazar reformu” döngüsünde ısrar etmek akılsızcadır. 

Bu, biçimi ve yapıyı, bugünkü düzenimizi etraflıca çözümlemek ve rasyonel ideolojilere sahip başlıca cemaatlerle görüşme ve diyaloglar için yöntemler bulmak için yapılmış ihtiyatlı bir öneridir. Ve bu kapsamda yapılacak çok iş var.

 

Kaynakça

 

1. Бауман З. Текучая модерность: взгляд из 2011 года [Güncel Modernlik: 2011’den Bir Bakış] // [Elektronik kaynak]. URL: роlit.ru/агtiс1е/2011/05/06/bauman/(giriş: 20 Nisan 2018).

2. Буржуазия и помещики в 1917 году. Стенограммы частных совещаний членов Государственной Думы. [1917’de Burjuvazi ve Toprakağaları. Devlet Duması Üyelerinin Gizli Oturumlarının Sterogramları.] Moskova-Leningrad, 1932. s. 4—5.

3. Вайль П., Генис А. 690-е. Мир советского человека [Sovyet İnsanının Dünyası] // [Elektronik kaynak]. URL: https://unotices.com/book.php?id=114263&page=10 (giriş: 20 Nisan 2018).

4. Горбачев М. Декабрь-91. Моя позиция. [Gorbaçov: Aralık 1991, Benim Tavrım.] Moskova:«Новости» Yayınları, 1992. s. 193.

5. Горбачев М. С. Перестройка и новое мышление. [Gorbaçov: Perestroyka ve Yeni Düşünceler.] Moskova: Политиздат. 1988. s. 7.

6. Донде А. Комментарий Макса Вебера к русской революции [Max Weber’in Rus Devrimine Dair Yorumları] // Русский исторический журнал. 1998. № 1.

7. Заславская Т. И. Социализм, перестройка и общественное мнение [Sosyalizm, Perestroyka ve Kamuoyu] // СО-ЦИС. 1991. № 8.

8. КустаревА. Тема России в работах Макса Вебера [Max Weber’in Çalışmalarında Rusya Konusu] // [Elektronik kaynak]. URL: http://www.univer.omsk.su/omsk/socstuds/maksveb/index5.htm1 (giriş: 20 Nisan 2018).

9. Лавровский И. К. Странострой [Eski Düzen] // Главная тема. 2005. № 4.

10. Петров Ю. А. Буржуазия и революции в России // Политические партии в российских революциях в начале ХХ века. [Rusya’da Burjuvazi ve Devrimler; 20. Yüzyılın BaşındaRusya Devrimcilerinde Siyasi Partiler.] Moskova: Наука, 2005.

11. Сахаров А. Тревога и надежда. [Saharov: Endişe ve Ümit.] Moskova: Интер-Версо, 1991. s. 146.

12. Старушенко Г. Б. Общественный строй: какой он у нас может быть? [Sosyal Yapı: Bizde Nasıl Olabilir?] // СО-ЦИС. 1992. № 12.

13. Хомский Г. Государства-изгои. Право сильного в мировой политике. [Chomsky: Haydut Devletler. Dünya Siyasetinde Güçlünün Hakkı.] Moskova: Логос. 2003. s. 29.

14. Церетели И. Г. Воспоминания о Февральской революции [Şubat Devrimi Hatıraları] [Elektronik kaynak]. URL: http://krotov.info/library/23_ts/er/ete1i_3.htm (giriş: 20 апреля 2018).

15. Historia de la ideología (Eds. F. Chatelet, G. Mairet). 3 Vol. Madrid: Acal, 1989.

 

 

[1]    Yakınsama, SSCB’nin son dönemlerinde Gorbaçov “reformlarıyla” birlikte kapitalizmin ve sosyalizmin “erdemlerini” birleştirmek, iki sistemin “iyi yanlarını” bir araya getirmek, “yakınsatmak” anlamına geliyordu. — çn.

[2]    “20. Kongre çocukları” da denir. Sovyet entelijensiyasının yaklaşık 1925-1945 arasında doğmuş kuşağının kapsayan bir alt kültür olarak tarif edilir. — çn.

[3]    Народное хозяйствоdeyimini ulusal ekonomi olarak çevirdim; ama aslında bundan biraz daha fazlasıdır; Rusçada bu, mevcut bir devlet ya da ülkenin üretim kollarının işbölümüyle birlikte tarihi bir şekilde meydana gelmiş karmaşık bütünüdür. 

[4]    Kara-Murza, Renan’ın ünlü sözüne gönderme yapıyor: “Millet, her gün yenilenen bir plebisittir.” (E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2010, s. 21.)



Makaleler

Güncel