YDH- İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye üzerinden Suriye’deki silahlı gruplara silah sevkiyatının nasıl gerçekleştiğini anlattığı haberinde CIA ve MİT’in koordinasyonunda gerçekleşen silah sevkiyatını ve cephedeki durumu açıklıyor.
YDH- İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye üzerinden Suriye’deki silahlı gruplara silah sevkiyatının nasıl gerçekleştiğini anlattığı haberinde CIA ve MİT’in koordinasyonunda gerçekleşen silah sevkiyatını ve cephedeki durumu açıklıyor.
Suriyeli muhaliflerin Halep’in Kuzeyini ele geçirmesinden sonra cephanelikleri 600 kurşun ve 6 rokete düşecek kadar azaldı ve sonuçta Esad güçleri ile çok kanlı bir çıkmaza girdiler. Fakat tüm bu berbat sürece rağmen, cephanelikler sonunda yoldalar.
Paslanmış yeşil bir Mercedes nakliye için yanlış olabilirdi. Türkiye sınırına kısa bir mesafedeki lüks bir villanın dışındaki dar caddeye park etmişti. Sandalye ve masaların ayakları arka tarafı kapatan brandadan dışarı çıkmıştı. Mobilyaların altındaki 450.000 civarındaki mühimmat, yüzlerce roket ve el bombası Halep’teki Suriyeli muhalifler için hazırlandı.
Villanın içerisindeki iki muhalif komutan, tişört ve kot pantolon giymiş sivil, tombul adamla onun imzaladığı kağıtları değişiyordu. Sonrada komutanların dışarıda beyaz renkteki Toyota pikabına yerleştirmeleri yapan adama bir dizi direktif verdi.
“Senden istediğim tek şey küçük bir video çekip Youtube’a koyman ve ismini, birliğini bildirmek, sonrasında da Halep Askeri Konseyi’nin bir parçası olduğumuz söylemen” dedi sivil İslami Tevhit Tugayları için mücadele eden komutanlardan birine. “sonra ne istersen yapabilirsin. Ben sadece Amerikalılara birliklerin konseye katıldığını göstermem gerekiyor.
“Dün Antakya’da iki Amerikalı ile görüştüm. Dediler ki yerel askeri konseylerin liderliğinde birleşmeseydik, daha iyi silahlar gelmeyecekti. Yani videoyu çek ve geri kalanını bana bırak.” Arkaya bakıldığında mühimmatın yeni olduğu belliydi. RPG (Roket güdümlü el bombası)’lerin etrafı hala ambalajlarıyla sarılıydı.
‘Turuncu Işık’
Dün gece yarısı Halep’te Komutan Ebu Muhammed ve Ebu Hüseyin Türkiye’den gelen mühimmatların ulaştığı ile ilgili bir telefon görüşmesi yaptı.
28 yaşında Halep Askeri Konseyi’nin üyesi olan cüsseli Ebu Muhammed Salah Al-din Mahallesinin köşesindeki bir sandalyeye kararsızca tünedi. Güzel bir yüzü ve ince bir beli vardı. O ve sarışın keçi sakalları olan kısa boylu Ebu Hüseyin Halep Askeri Akademisi’ndeki öğrencilik yıllarından beri yakın arkadaşlar. Ebu Muhammed ilk olarak kaçmış. Birkaç ay sonrasında da Ebu Hüseyin onu takip etmiş.
Ebu Muhammed silahların nereden geldiğini belirtti. Suudi Arabistan’daki farklı bağışçılar parayı İstanbul’daki güçlü Lübnanlılara aktarıyorlar dedi. Türklerle koordinasyonlu şekilde ilerliyor – “ her şey Türk İstihbaratı ile birlikte oluyor” – Halep Askeri Konseyi’ndeki dağıtımı ayarlaması için, genelde kaçmış memurlardan ve laik, modern sivillerden gruplar oluşturuldu.
Cephanelikler üzerindeki güçlü tekelcilikten ötürü, konsey Suriye’deki sivil savaş içerisinde özel güçler yetiştirdi ki bunlar genel itibariyle Müslüman Kardeşler ve İslami gruplar gibi bölgede var olan rekabetçi güçler.
‘Söz Verilen Cephaneyi Alamadık’
Ebu Muhammed’e İsyancıların planlarına göre Halep’e yapılacak olan saldırı oldukça basit olacaktı. Yönetici kadro, kendilerine savaşı şehrin kalbine taşımaları durumunda mühimmat için gereken yolun açılacağını söylemişti.
Ancak şehre girilmesinin ardından 3 hafta geçtikten sonra kuzeyde yer alan Saif al-Dawla Bulvarı ile güneyde yer alan Salah al-Din bölgeleri arasında muhaliflerin sahip olduğu cephane miktarı 600 kurşun ve 6 roket atara kadar yavaş yavaş geriledi. Hat çökme noktasına gelmişti.
Ebu Muhammed, “isyanı başlatmamız durumunda bize gereken desteğin verileceği söylenmişti “ dedi. “ Şehir 3 bölgeye ayrıldı, bizler askerlerimizi ve cephanemizi bu üç cephe arasında dağıttık. Ancak Halep’e bu kadar kolay girebileceğimizi zannetmiyorduk. İlk birkaç gün şehrin yüzde 60’ına yakınını kontrol ediyorduk. Rejim tüm gücünü Salah al-Din bölgesine yönlendirerek tek bir alanda saldırma kararı aldığında, biz birliklerimizi şehrin her tarafına yaymıştık.
“Bunun üzerine diğer iki bölgedeki kaynaklarımızın tamamını Salah al-Din bölgesine yönlendirerek bu noktaya konsantre olduk. Tam bu dönemde bize vaat edilen destek kesildi. Bu yardımın kesilmesi üç cephede de bizlerin belini büktü. Bize vaat edilen cephane asla elimize ulaşmadı. Suriye ordusu her geçen gün daha da ilerledi. Sonunda sahip olduğumuz tek kaynağı da kaybediyorduk, askerlerimiz ölüyordu.”
İlerleyen günlerde ise çok küçük miktarlarda silah isyancıların eline ulaştı. Keskin nişancılar tarafından işgal edilen caddelerde, 2 komutan eski bir Lada’da stoklanan mermileri Salah al-Din ve Saif al-Dawla bölgeleri arasında yer alan isyancılara götürmek için birkaç tur attı. Kendilerine verilmiş olan küçük defterlere mermileri ve roketleri teslim ettiği birliklerin yanı sıra kişilerin isimlerini ve teslim edilen cephane adedini de not alıyorlardı. Bu Halep’te insanı en çok ürküten görevlerden biriydi.
Terk edilmiş Saif al-Dawla bölgesine doğru hızlıca yol alırken, yol boyunca pusu kurmuş keskin nişancılardan kaçınmak için başları koltuklarına eğik bir şekilde yol aldılar. Taze siyah bir duman Bilim Üniversitesi’nin kampüsünden yükseliyordu.
O sabah ilk toplantı isyandan önce çiftçi olan ancak aylar süren savaşın ardından kendi aşiretinde yer alan birkaç düzine adamın komutanı haline gelen, uzun boylu bir gençle, Hacı Bilal ileydi.
Saif al-Dawla bölgesinde bir kavşağı elinde tutan Bilal eline geçen yeni cephaneler ile birkaç kilometre daha ilerlemek ve Halep’te yer alan büyük stadyumu ele geçirmek istiyordu. Burası hükümet güçlerince tank ve ağır silahlar için depo olmanın yanı sıra ordunun bu bölgedeki merkez üstüydü.
Saldırı planı üzerinde yapılan kısa görüş alışverişinin ardından, 2 komutan birkaç saat önce kaybettikleri üniversite yakınlarındaki mevziiyi geri almak için savaşan yabancı cihatçıların yanına doğru yola çıktılar.
'Hepsi kokuşmuş, bizimle oyun oynuyorlar'
O akşam iki komutan uyumak için daha önce isyancılar tarafından el konulan, altın kaplama sandalyeler, pembe parmak arası terlikler ve içinde daha güzel dönemlerin olduğu kitaplar ile dolu olan lüks daireyi seçmişti. Ancak yerlerde gerillaların varlığını hatırlatacak birçok işaret vardı; boş mermi kovanları, silahlar, bandajlar, boş kumanya paketleri ve her yere dağılmış plastik kaplar. Bir Japon balığı rengi sarı ile yeşil arasında gidip gelen bir suda yavaş yavaş ölüyordu.
Komutanların üniformaları kokuyordu ve üstü tuzla kaplanmıştı. “Sekiz aydır durmadan savaşıyorum” dedi Ebu Muhammed başını yavaşça omuzlarına doğru yaslarken. “ Artık hissettiğim sadece acı ya da yorgunluk olmuyor, bazen her şeyden sıkıldığımı hissediyorum.”
İlerleyen saatlerde Ebu Hüseyin’in kardeşi geldi. Geniş omuzlu üst düzey bir generaldi. Halep’in doğusunda Kale yakınlarında savaşan büyük bir isyancı gurubun komutanıydı. “ Biliyorum ki kardeşimle ilgilenmiyorsunuz” diye şiddetli bir şekilde bağırdı Ebu Muhammed’e. “ Ön cepheye onu tek başına yolluyorsunuz. Birkaç gün burada kalarak onunla ben bizzat ilgileneceğim.”
General, kaynak bulabilmek için birkaç gündür Türkiye’deydi ve birliğine dönmeden önce bir kaç gün Ebu Hüseyin ile vakit geçirmek istemişti. Sınır ötesinden para ve mühimmat bulmanın ne kadar zor olduğunu anlattıktan sonra “ Size söylüyorum orada her şey kokuşmuş” dedi. “ Herkes küçük bir pahaya sizi satın almak istiyor. Müslüman Kardeşler, Riad Al-Assad hepsi kokuşmuş, bizlerle oyun oynuyorlar. Tam üç hafta boyunca oturdum ve bekledim; ama hiçbir şey gelmedi.
Türkiye’de Ulusal Geçiş Konseyi’nin eski Başkanı Burhan Galyun ile de buluşmuştu. “Beni İstanbul’da yapılacak olan bir toplantıya beraberinde götürdü. Bu adamı seviyorum, orada Katar silahlı kuvvetlerinden bir prens ile tanıştık. Uzunca konuştuk ve her şeyi bir bir açıkladık. İçinde bulunduğumuz durumu gayet iyi anladı. Bize iyi günlerin yakın olduğunu söyledi. Elimizde hiçbir şey olmadan oradan ayrıldık.”
“ Tanıştığımız adamlardan biri bana faydalı tavsiyelerde bulundu. Dedi ki eğer hepimiz aynı anda silahlarımızı Mig’lere doğrultur ve ateş edersek uçağı düşürebilirmişiz.”
Üç komutan aynı anda kahkahayı basıverdi.
‘İnsanlar Böyle Şeyler Görmemeli’
Topçu ateşi bütün gece devam etmişti ve saat sekiz sularında Suriye Ordusu bombardımana “ Mortar” tipi patlayıcıları da eklemişti.
Artık sıra komutanlardaydı, Salah al-Din bölgesinde ki ön cepheleri denetleme vaktiydi. Orada birçok cesetle karşılaştılar.
İki adam birbirine karşılıklı olarak caddenin ortasında yatıyorlardı. Bir tanesi temiz kestane rengi bir tişört giyiyordu ve altında beyaz bir pantolon vardı. Kolları ve bacakları farklı yönlere açılmıştı. Yüzünde mavi ve yeşil gölgeler vardı ve ağzı açıktı. Başı bir çöp yığının üstündeydi. Taşıdığı küçük çantasından etrafa kuru meyveler saçılmıştı.
Hemen yanındaki ceset kurumuş bir kan gölünün üstünde yüz üstü uzanıyordu. Komutan Ebu Hüseyin yakından bakmak için gittiğinde bir bulantı yüzünü sarmıştı.
Birkaç metre aşağıda üstünde 18 kurşun deliği ile sarı bir taksi yolun ortasında duruyordu. İçeriye bakınca bir kadın ve erkeğin cesetleri taksinin içerisinde duruyordu. Pozisyondan anlaşılan son anlarında adam karısına kalkan olmaya çalışmış, kadın ise onun altına gizlenmek için uğraşmış. Arka koltukta ise ölü bir çocuk uzanıyordu.
Kısa bir mesafede ise yüzü çöplere gömülmüş bir başka ceset uzanmaktaydı.
İsyancıların safında yer alan bir keskin nişancı bize ilk iki cesedi bulduğumuz yere kadar eşlik etti. Bizi binanın girişine götürdü.
“Bu adam vurulduğunda tam şuradaydım” dedi kestane renkli tişörtlü adamı kastederek. “ Bana şuradaki eve geçmesi gerektiğini söyledi. Gitmemesi için onu uyardım. Onu vurdular; ama ölmedi. Yardım etmek için kafamı uzattığımda keskin nişancı bana da ateş etti.” Hemen yanımızdaki duvarda yer alan 5 kurşun deliğini gösterdi.
Ebu Muhammed cesetlerin yanına gitti ağzını tutuyordu ve gözleri kapalıydı. Baktı ve dedi ki “ İnsanlar böyle şeyler görmemeli” “ Hayatlarımıza nasıl geri döneceğiz?”
“ Hayatlarımız var mı ?” diye sordu Ebu Hüseyin
'Hacı Öldü'
Günün ortasına doğru cesetler yerin bir parçası haline gelmiştir. İsyancılar onlara dokunmadan geçtiler. İçerisinde isyancılar için yemek ve içecek olan küçük bir kamyon içi cesetlerle dolu olan taksinin yanına paketti.
İki komutan Lada’larına binerek Saif al-Dawla bulvarına teftiş için giderken, küçük bir kamyonla gelen iki adam az önce gördüğümüz cesetlerden birini alarak geri döndüler, ölen onların kardeşiymiş.
Bulvarın göbeğinde bir çarpışma yaşanıyordu. Küçük birliğini caddenin aşağı tarafına doğru kaydıran Bilal, askerleri ile birlikte hükümet güçlerinin merkezi olan spor kompleksine doğru ilerliyordu. Top atışlarının patırtıları caddeyi sallarken, makineli tüfek sesi boşalmış binaların arasında eko yapıyordu.
Ter ve tozla kaplı iri yarı bir adam koşarak geldi. “ İlerliyorduk” dedi ve soluğu kesildi.” Bizi bombalamaya başladılar. Yaralılar vardı. Hacı öldü!”
Ebu Hüseyin içinde yaşadığı çalkantıyı gizleyemedi, savaşa katılmak istiyordu; ama birkaç dakika sonra bir grup adam yanlarında Hacı Bilal’ in de cesedi ile yanlarına geldiler. Ebu Muhammed küçük Lada’sını bölüğün geri kalanını kurtarmak için sürdü. Aracın üstünde toplanan isyancılar ana caddeye geri döndüler.
Mühimmat kamyonun yanında bir başkası , Bilal’in kuzeni, ellerini açtı, başını eğdi ve çığlık atmaya başladı. Küçük daireler çiziyordu. Ebu Hüseyin onu tuttu ama adam kurtulmak için çırpınıyordu.
Cesedi taşıdılar ve zemine uzattılar. Adamları cesedin başına toplanarak onun kanlı yüzünü öpüyorlardı.
Ebu Hüseyin’ in kardeşi olan komutan daha önce Bilal ile çarpışmıştı. Muhaliflerin dinlenmek için geldikleri bir kafeye doğru yola çıktık. Komutan bir şişe soğuk suyu bir dikişte bitirdi. Ebu Muhammed ise kırılma noktasına gelmişti. “Daha bir iki gün önce savaşta bir adamla tanışıyorsunuz ve sanki çok uzun zamandır tanıyor gibi hissediyorsunuz.” Dedi. “ Hacı Bilal gibi insanların en büyük sıkıntısı, onlar bir yetkili ile tanışır ve onun her şeyi bildiğine inanır. Ona güvenirler.”
'Savaşırken mutlu oluyorum'
“Benden stadyuma saldırı için izin istemişti ve bende ona silah vermiştim. Bunun benim suçum olduğunu düşünüyorum, bu durumdan ben sorumluyum.”
General ise tam aksine oldukça sevinçli duruyordu. Bize Suriye ordusunun kendilerine nasıl saldırdığını, Bilal’ i nasıl öldürdüğünü ve diğerlerini nasıl yaraladığını anlatıyordu.
Ebu Muhammed’e döndü ve “ Biliyorsun, eğer savaş meydanının ortasındaysan ve bombalar yeri dövemeye başladıysa tüm korkularını unutursun ve garip bir mutluluk sarar her yanını. Savaşırken gerçekten mutlu oluyorum” dedi, gözleri parlıyordu.
Sonraki gün Ebu Muhammed ve Ebu Hüseyin Halep kalesinin gölgesinde çocuklar gibi birbirlerini kucaklıyor, birbirlerine sarılarak ağlıyorlardı. Savaştan ne kadar zevk aldığını söyleyen komutan önlerinde ölü bir şekilde yatıyordu. Tek bir keskin nişancı kurşunu boynundan girmişti. Sağ yanağında sıçrayan kanın izleri vardı.
General tabutta yatıyordu. Ebu Hüseyin kafasını ellerinin arasına aldı, gözyaşı döktü. Sürekli tekrarlıyordu “Allah’a şükürler olsun”
Ebu Muhammed ve Ebu Hüseyin kaldıkları apartmana geri döndüler, Ebu Hüseyin çöküp kaldığı koltukta arkadaşının omzuna gömmüştü yüzünü.
*Ebu Hüseyin ve Ebu Muhammed isimleri kimliklerini koruma amacı ile değiştirilmiştir.
Çeviren: Musab Yiğit