YDH- Şam’daki gazeteci arkadaşımız Mehmet Serim, Suriye krizine taraf olan tüm aktörlerin pozisyonlarını ortaya koyarak krizin geleceğine ilişkin bir projeksiyon yaptı.
YDH-Şam’daki gazeteci arkadaşımız Mehmet Serim, Suriye krizine taraf olan tüm aktörlerin pozisyonlarını ortaya koyarak krizin geleceğine ilişkin bir projeksiyon yaptı.
Başlık yanıltmasın sözümüz “savaş bitecek” anlamında değil; “neyin ne olacağı belli olacak, saflar ve durum netleşecek” anlamında.
Roma toplantısı sonrası “dostların başı” ABD’nin bir yandan “çok kan akmasın, üzülüyoruz”, diğer yandan “silahlı muhaliflere yeni yardımlar yapacağız” türünden çelişen açıklamaları sorgulanmadan “acaba çözüm yaklaşıyor mu?” sorusunu soranlar oldu.
ABD’nin açıklaması ve Rusya’nın gösterdiği tepki aslında hiçbir şeyin değişmediğinin göstergesi. Ancak pratikte içeride savaş devam ediyor ve taraflardan birisi “pes” demek üzere. Tarihin işleyişi bunu zorunlu kılıyor.
Aslında Suriye sürecini dikkatli takip edenler sürecin başından bu yana yapılan/uydurulan “birileri tavır değiştiriyor” yorumlarına/haberlerine rağmen “her şeyin hemen hemen aynı kaldığını” bilirler.
Taraflara bakalım önce:
Yönetim
Yönetim, medyaya yansıyan haber ve yorumların aksine çok da zayıflamadı ve mücadelesini kendinden emin bir şekilde sürdürdü.
Yönetim olaylar başlamadan önce Suriye’de “bir şeylerin olacağını” ancak diğer ülkelere benzemeyeceğini düşünüyordu.
Gerçekten de benzemedi, kimlikleri ya da nihai amaçları ne olursa olsun genel muhalefet şemsiyesi altında gösterilen ve sayıları binleri bulan kişiler kanlı katliamlara, vahşi cinayetlere, mezhep savaşı için provokasyonlara imza atarak masum şekilde devrim/reform olması gerektiğini savunanların önüne geçip “devrimi kendi emelleri için kullanmaya” çalıştılar.
Bu kişi ve grupları destekleyen Batı’nın niyetinin ise, “üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” olduğu büyük bir toplumsal ve maddi tahribat başlatılınca anlaşıldı.
Bu durum, toparlanma süreci başlayana kadar yönetimi sahada çok zor durumlarda bıraktı. Ancak 2012’nin ikinci yarısından itibaren toparlanma başladı.
Esad, binlerce askerini ve “kare as”ını (generallerini) kaybetse de yönetim (devlet) çalışmaya devam etti.
Esad sürecin başından beri “devlet adamlığı üslubunu” bırakmadı. Sarsılmalara rağmen Esad’ın kendinden emin şekilde açıklamalar yapmasının somut gerekçeleri/zemini vardı.
Şimdi bunlara bakalım:
1- Esad, isyan sürecinden önce zaten Baas’ın “eski kafaları” ile mücadele halindeydi. Ancak darbeyi vurmak için zemin bulamamıştı. İsyan süreci ile birlikte bu fırsatı yakaladı.
Reformlar için kanuni düzenlemeler yaptığı zaman halkın buna tepkisinin olumlu olacağını (ve kendisini anlayacağını) düşünüyordu. Öyle oldu da. Rejim karşıtı olmasına rağmen “Esad yanlısı” olan milyonların bugüne kadar Esad’ın arkasında olması boşuna değil ve Esad, bu desteğin halen azalmadığını yani halkın çoğunun Sünnisi, Alevisi, Hristiyanı ve Durzisi ile kendisini desteklediğini biliyor.
2- Irak ya da Libya benzeri bir müdahale Suriye için her zaman seçenek dışıydı. Batı, NATO ya da başka liderlerden/devletlerden yapılan “tüm seçenekler masada” açıklamalarının blöften ibaret olduğunu bizim basın belki bilmiyordu; ama Esad çok iyi biliyordu.
Çünkü, Suriye’ye askeri saldırının adı Irak ya da Libya’da olduğu gibi “müdahale” değil “savaş” olacaktı. ABD başta olmak üzere Batı, Orta Doğu dengelerini ve Rusya’nın duruşunu bildiği için “arı kovanına sokacağı çomağın” nelere mal olacağının farkındaydı.
3- Suriye Ordusu diğer Arap ülkelerinin ordularına benzemez. Yıllardır İsrail’e karşı hazırlanan ve sürekli kendisini (silah olarak da, anlayış olarak da) yenileyen bir ordu.
Ancak bundan daha önemli bir unsur var: Sanılanın aksine ordu içinde mezhepçilik yapılmaz. Yani ordu “Alevi ordusu” değil, “Suriye ordusudur.” Kişisel olarak mezhepçilik örnekleri elbette oldu; ancak bunlar ferdi durumlardı ve şu anda Suriye ordusu yaşanan firarlara rağmen bölünmeler yaşamadı. Yaşandığı söylenen bölünmeler ise gerçekten önemsizdi. Zaten bu somut olarak da görülüyor.
4- Yönetim, reformları yaptığı zaman en çok siyasi partiler ve seçim yasalarına önem verdi. Baas’ın, anayasanın 8. maddesinde tanımlanan “toplumun ve devletin liderliği” sıfatı kaldırıldı.
Bunun anlamı çok partili seçimlerdi. Esad muhaliflerin tabanının ve kimlik koyabilecek bir yapılarının olmadığını (bu, kimin suçudur; sorgulamak gerekir) biliyordu. Ancak sebebi ne olursa olsun sandığa gittiğinde seçimlerden (hem de legal olarak) galip çıkacağını biliyordu. Halen aynı durum geçerli.
Bu durumun farkında olan muhalifler işte bu nedenle verilen tüm şeffaflık garantilerine rağmen Batı’nın da baskısı ve yönlendirmesi ile siyasi diyaloğa ve serbest seçimlere sıcak bakmadı. “Bugün seçim olsa Suriye içinde Müslüman Kardeşler’in oy oranı yüzde 10’u geçmez” diyenler çoğunlukta.
5- Suriye halkı diğer Arap ülkelerinin halklarından farklı özellikler taşıyor. Arap milliyetçiliğinin beşiği olan bu ülke, toplumsal çeşitliliğin getirdiği binlerce yıllık bir kültürel birikimi de barındırıyor.
Ayrıca Suriye halkı “okumuş” bir halk. Yani dünya ve bölge siyasetini çok yakından takip eder. Bu nedenle, isyan süreci başladığında bu işte ABD’nin parmağı olduğunu anlamaları da çok zor olmadı. Bu, reform isteyenlerin haklılığını görmedikleri anlamında değil; ancak oyunun içine ABD girince “bit yeniği olduğu” düşüncesi hemen yayıldı.
Rejim karşıtlarının bile “gerekirse önce ben ölürüm ama yabancıları ülkeme sokmam” demelerinin ardındaki sır burada yatıyor. Diğer yandan mezhep savaşı için azınlıklara (özellikle Alevilere) karşı yapılan vahşi provokasyonlar çoğunluğu oluşturan Sünni kesimin büyük bölümü tarafından derhal reddedildi ve üzüntü ile karşılandı. Yani Selefiler/Müslüman Kardeşler ve icraatları zaten Sünni kesim içinde bile sadece küçük bir kesim tarafından destek bulabiliyor.
Tüm bu gerekçelerin oluşturduğu zemin Esad’ın bugüne kadar sarsıntı geçirse de “yenilmemesinin” sırrını ortaya çıkarıyor. Ve işte bu nedenle Esad hala (son olarak Sunday Times’a verdiği röportajda) “Suriye bir devlet ve benim de halk nezdinde meşruiyetim var. Eğer dış güçler ile bağlarını koparırsa ve (iç silahlı gruplar) silah bırakırsa muhaliflerle masaya otururum. Başka düşünceleri olanlar diyaloğu düşünmesinler bile” diyebiliyor.
Bu nedenle de Esad’ın duruşu bütün yaşananlara rağmen değişmiş değil. “Sonunda silahlı grupları bile kabul edebileceklerini söylediler, bu geri adım atmak değil midir?” sorusuna verilecek cevap şudur: “Bu açıklama muhaliflerin elindeki kozu ellerinden almak için bir taktikti. Eğer muhalifler masaya oturursa Esad açısından olumlu, oturmazsa “elimizden geleni yaptık” argümanını kullanabileceği için yine olumlu. Her durumda Esad (Rusya ve İran’ın akıl hocalığı ile) kritik bir adım atmış oldu.
İç muhalefet
İç muhalefetin büyük bir kısmı ilk günlere göre duruşunu az da olsa değiştirdi. İlk günlerde “silahlı gruplar yok, Esad’ın muhaberatının provokasyonları var” diyen iç muhalefetin büyük bir kısmı şimdi artık “silahlı gruplar var ve barış sürecine tehdit oluşturuyor. Şiddetin bir an önce sona ermesi ve siyasi diyalog için masaya oturulması lazım” diyor.
Ancak iç muhalefetin toplum içinde tabanının olmaması en büyük sorunu. Bu nedenle Ulusal Koordinasyon Komitesi’nin Lideri Hasan Abdulazim gibi önde gelen figürlerin söylemleri toplum içinde rejim karşıtı ve genel itibari ile değişimi isteyenler nezdinde bile ses getirmiyor.
Muhaliflerin küçük bir kesimi ise siyasi mücadele yerine silahlı mücadeleyi seçmiş durumda. Ancak özellikle ithal el-Kaidecilerin devrim mücadelesine “müdahil olmaları” sebebiyle çözülmeler başladı.
Şimdi artık Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) devlete yakın durmasa da en azından Nusra Cephesi’ne karşı. Diğer yandan ÖSO içinde ordu ile işbirliğinin örnekleri görülmeye başlandı.
Muhaliflerden kendilerini “yönetim değil ama devlet yanlısı” olarak tanımlayan ise tüm dış müdahalelere ve silahlı gruplara, eylemlerine kesinlikle karşı. Bunlar içinde Kadri Cemil’in “Halkın İradesi Partisi” ve Ali Haydar’ın “Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi” var.
Hasan Abdulazim’in rejimle “yüksek perdeden mücadelesi” sürüyor; ancak diğer iki oluşum olaylar başladığında gösterilerde yer almasına rağmen yukarıda Suriye halkının antiemperyalist karakterini anlatmaya çalışırken belirttiğimiz gibi “yönetimin değil; ama devletin yanında” yer aldılar.
Zaten dış muhaliflerin iç muhalifleri en çok suçladığı nokta da bu. Dış ve bir kısım iç muhalefet “neye mal olursa olsun” rejimin yıkılmasını istiyor. Buna karşın diğerleri ve halkın geniş kesimi “mantıklı ve devletin temellerinin yıkmayacak” bir geçişten yana ve bunun da ancak Esad ile mümkün olduğunu savunuyor.
Sonuç olarak iç muhalefet içinde de temeller açısından değişen bir durum yok.
Dış muhalefet
Dış muhaliflerin Suriye’de hiçbir zaman tabanı olmamıştı zaten. Yıllar boyu dışarıda yaşayan (kimisi yaşamak zorunda kalan) dış muhalifler Suriye gerçeklerinden ve halkından uzaklaşmışlardı.
Batı ülkeleri tarafından “uyumsuz parçaların monte edilmesi ile” oluşturulan “Suriye Ulusal Konseyi”nin bu süratli yarışa dayanamayıp yerini yeni bir yapıya bırakması bunun örneğidir.
Yeni yapı (Ulusal Koalisyon) ise söylemde gücünü daha çok, “akılcı şekilde siyasi çözümü isteyen” Rusya’nın uluslararası toplum nezdinde “inatçı imajından kurtulmak için” kabul etmesinden alıyor. Ancak pratiğe yönelik (halk nezdinde taban bulması vs.) herhangi bir gelişimi yok.
Eğer Suriye yönetimi bazı söylemlerinden vazgeçip masaya oturmayı kabul ederse muhaliflere “lideriniz bu” diye kabul ettirilecek. Ancak şu ana kadar dış muhalefet söylemlerini (Esad’ın zulmü, gitmesi gerektiği vs.) değiştirmiş değil.
Çünkü kendisini imal eden büyük aktörler Rusya ile pazarlığı tamamlamış değil. Dolayısıyla dış muhalefet Batı dünyasının elinde bir koz olarak (daha doğrusu koz olabileceği inancıyla) duruyor. Batı dünyası prensipte Esad ile ilgili planlarından geri adım atmadığı sürece de gazeteciler için iyi bir malzeme olarak kalmaya devam edecek.
Rusya, İran ve Çin
Rusya’nın Suriye içinde yaşananların toplumsal, siyasi sebeplerini görmemesi mümkün değil; ancak Ruslar daha baştan bir başka açıdan da bakmak zorundaydılar meseleye: Jeostrateji…
Burada bilinen iddiaları tekrar etmeyeceğiz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta şu: Rusya zaman zaman Esad’dan vazgeçti/vazgeçiyor yorumlarına karşın bir an bile tereddüt etmeden Suriye ve Esad’ı destekledi ve bundan geri adım atmış gibi göründüğü zamanlarda bile aslında sonradan gelecek adım için hazırlık yaptığı görüldü.
Rusya’nın “Suriye’yi yedirmemek için ilk günden bu yana ısrarla üzerinde durduğu tek nokta “İktidarın Müslüman Kardeşler’e teslim edilmemesi ve Esad’ın gitmesi ile ortaya çıkabilecek iç savaşa müsaade edilmemesi” idi. Nitekim Rusya, Batı’ya her “biz Esad’ı değil Suriye halkını düşünüyoruz. Batı Suriye’nin içişlerine müdahale etmesin” dediğinde bu durum ortaya çıkıyordu. İç işlerine müdahale edilmemesi gerektiği söyleminde “nasılsa Esad olası seçimlerden galip çıkar, böylece bizim istediğimiz iktidar yönetimde kalır” düşüncesi de vardı.
“Gerekli gördüğü zamanlarda” gemilerini Akdeniz’e gönderen ve “her şeyi göze aldığını pratikte de ortaya koyan” Rusya, duşunu değiştirmiş değil.
İran öncelikle “direniş hattının” en önemli halkası olduğu için Suriye’den vazgeçmedi/vazgeçmeyecek. İran ile Suriye arasındaki ilişki siyasi ya da dini bir ilişki olmaktan öte “kader birliği” olarak tanımlanmalı. İran için nükleer meselesinde de Batı ile mücadelenin önemli enstrümanlarından birisi Suriye. İran da bu nedenlerle duruşunu değiştirmedi.
Çin ise, “ABD’nin burnunun dibine yerleşme planlarına” karşı uzakta olduğu Suriye’yi bir yandan Rusya bir yardan İran ile ortak politikalara bağlı olarak destekliyor.
Çin, Afrika’da ABD karşısında aldığı birkaç mağlubiyetten sonra tıpkı Rusya’nın Libya’da yaşadığına benzer bir düşünce ile Suriye’yi destekliyor. Üstelik Suriye “pasifik planları” karşısında ABD’ye karşı kullanılabilecek bir enstrüman.
Çin’in de duruşu ilk günden bu yana değişmiş değil.
ABD, Avrupa
ABD ve Avrupa “İnatçı Esad’ı devirmek için tarihi fırsatı yakaladıklarını” düşündü. Ancak yukarıda saydığımız bir takım sebeplerden dolayı Suriye hesapları tutmadı. Yine de mücadelelerini sürdürüyorlar. Söylemlerde her ne kadar “siyasi çözümden” bahsetseler de siyasi çözümden anladıkları “Esad’ın gitmesi.” Bunun dışında bir seçeneği düşünemiyorlar bile.
Bu nedenle bir yandan siyasi diyalog darken bir yandan da muhaliflere silah yardımı yapmayı sürdürüyorlar. Yapılan bütün toplantılara/görüşmelere/yumuşama açıklamalarına rağmen ABD ve Batı’nın da tavrında değişiklik yok.
Aslında Sn. Alptekin Dursunoğlu’nun bu haftaki başyazısı için kullandığı “siyasi diyaloğa ABD’den silahlı destek” başlığı ABD ve Batı’nın politikalarını en güzel özetleyen cümle ve bu politikada bugüne kadar bir adım bile geri atılmadı. Bunun farkında olan Rusya’nın da tepkisi bu yüzden.
Suudi Arabistan, Katar, Türkiye
İsyanın teorisyenliğinden pratiğine hemen her aşamasında yer alan bu ülkeler ve yöneticilerine bakılacak olursa “Esad, ilk 3 ayda gidecekti.” Ancak Esad gitmedi.
Geçtiğimiz günlerde Esad ile röportaj için Şam’a gelen ve Esad’ın saraya kendi kullandığı araba ile geldiğini gördüğünde çok şaşıran Sunday Times muhabirinin söylediği gibi “Esad gidecek gibi görünmüyor.”
Ancak Batı’nın yanlış hesaplarının üzerine kendi “yanılsamalarının da” etkisi ile gerçeği görmekten hayli uzak bu yöneticilerin söylemlerinde de bir değişiklik yok. Suudi Arabistan Kralı ve Katar’ın Şeyhi’nin kendi kamuoylarına mesaj verme kaygısı olmadığını biliyoruz. Ancak Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin söylemleri bu şekilde görülebilir.
Sonuç itibariyle hiçbirinde değişiklik yok. Bunu da pratikten biliyoruz. Arabistan Hırvat silahları gönderdi son olarak. Türkiye ise, “Esad’ın ordusu tarafından vurulan zavallı sivilleri” kendi hastanelerinde tedavi etmeyi sürdürüyor, (basında yer alan iddialara göre) El Kaide uzantılı örgütlere giden silahların kendi topraklarından geçmesine izin veriyor. Silahlı grupları kamplarda barındırıyor ve dahası bu militanları eğitiyor.
Umut yok ancak ne kadar zarar verirsek o kadar iyi
ABD başta olmak üzere yukarıda saydığımız ülkelerin hemen hiçbiri geri adım atmıyor. Peki bu savaşta “Esad karşıtı olsun, isterse çamurdan olsun” mantığı ile yapılan yardımların sırrı ne?
Bir yandan bir mucize olur da muhalifler Esad’ı devirir umudu, diğer yandan bu başarılamasa bile yönetim mümkün olduğunca zarar görür ve zayıflar mantığı…
Bu ülkelerin bu anlayış doğrultusunda silahlı muhaliflere desteği sürecek gibi görünüyor.
Suriye halkı
Suriye halkının çoğu ise artık yaşananlardan bıkmış durumda. Masa tenisi izler gibi başını bir o yöne bir bu yöne çeviren geniş kitleler “krizin bir an önce bitmesi için ordunun gerekeni yapmasını” bekliyor.
Peki neden silahlı muhalifler değil de ordu? Yukarıda Esad’ın rahat olmasının nedenlerini anlatırken değinmiştik: Halk daima güçlüden yana oldu ve Esad ve ordu hala en güçlü. Bir yandan da yönetim büyük bir başarı göstererek içeride devam eden mücadeleyi kendisi ile silahlı muhalifler arasında tutmayı başardı. Yani halk bu işten uzak tutuldu. “Devletin bombaları ve zulmü yüzünden” evlerini terk etmek zorunda kalan yüzbinlerin devlete sığınmaları bu durumun küçük bir göstergesidir.
Sonuç; yönetimin, halkın, muhaliflerin, ABD blokunun ve bu savaşta Suriye yönetiminin yanında yer alan Rusya blokunun tavırlarında en ufak bir değişiklik olmadı. İçeride ise, gün geçtikçe daha da şiddetlenen bir mücadele var.
Bu mücadele ikinci yılına giriyor. “Üçüncü yılda aynı durumdan bahsetmeyiz” diyenlerin oranı gittikçe artıyor. Kimse kazanacak taraf tahmininde bulunmuyor; ancak herkesin hemfikir olduğu nokta şu:
Yakın zamanda gidişat netleşecek, tepeyi tırmanıyorduk, şimdi aşağı doğru yuvarlanma zamanı…