Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu hezimeti

img
Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu hezimeti YDH

SoL Haber Portalı Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu’su kitabı ile ilgili bir röportaja yer verdi.




YDH- SOL Haber’den Gazeteci Cem Boz’un Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu’su kitabının yazarı Alptekin Dursunoğlu ile yaptığı röportajı sunuyoruz.  

İsrail'le yapılan ve Gazze ablukasının tanındığı anlaşma, Rusya'dan dilenen özür, Mursi'nin devrilmesinden sonra Mısır'la kurulan ilişki ve son olarak Suriye’yle ilgili ortaya atılan ‘Esad’la dialog’ iddiaları…

Özellikle son aylarda yaşanan gelişmeler, bir dönem dış politika mottosu, ‘Bölgenin ihtiyaçlarıyla bölge dışının taleplerini buluşturmak’ ve ardından Stratejik Derinlik ekseninde Yeni Osmanlı olan Türkiye’nin çizdiği çelişkili hattın bir başka kanıtı. Arap Baharı dönemi sonrası Yeni Osmanlı hedefiyle başlayan rüya; sınırları kevgire çevrilen bir ülke ve dış politikada atılan geri adımları içeride başarı edasıyla sunan iktidara kadar geriledi.

Türkiye’nin ‘yamalı bohça’yı andıran dış politikasını en iyi şekilde ifşa en eden gazetecilerden birisi de Alptekin Dursunoğlu. ‘Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu’su’ isimli son kitabında Dursunoğlu, Türkiye’nin bölgede ve Batı’yla ilişkilerinde geldiği noktayı AKP’nin 14 yıllık dış politika geçmişiyle ele alarak anlatıyor. 

Alptekin Dursunoğlu ile yeni kitabı ‘Yeni Osmanlı’nın Ortadoğu’su’ ve bölgedeki gelişmeler üzerine konuştuk.

Kitabınızda AKP’nin eski rejimi değiştirirken, bütünlüklü bir yeni rejim planına sahip olmadığını söylüyorsunuz. Bunun dış politikaya yansıması da, “Yeni Türkiye”nin bölgedeki teorik altyapısının aslında “yamalı bohça”ya tekabül etmesi. AKP Türkiyesi’nin gerçekten en başından beri bütünlüklü bir dış politikası olmadı mı?

Bunu biraz şu çerçevede konuşmak doğru olur; Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik diye bir kitabı var ve bu aynı zamanda AKP’nin de dış politika doktrini sayılıyor. Stratejik Derinlik kitabı kendi içerisinde ne kadar bütünlüklü, ne kadar nesnelse AKP’nin dış politikası da o ölçüde nesnel ve bütünlüklü. 

Ahmet Davutoğlu için söylenen meşhur bir tabir var ‘Düş işleri bakanı’. Hem Stratejik Derinlik doktrininde hem dışişleri bakanlığında hem de başbakanlığında bu ifadeyi haklı çıkaracak çok şey oldu. Ben kitabı yazarken AKP’nin hazırladığı ‘2023 Stratejik Vizyonu’ adlı belgeyi inceledim. Gerek orada söylenenler, gerek Ahmet Davutoğlu’nun kitabı ve gerekse ortaya konan pratik, şunu gösteriyor ki ortada sadece jeopolitik okumaya dayalı hayaller ve belki idealler var. Ama “Türkiye’nin uluslararası ittifak ilişkileri açısından gerçekliği ile AKP’nin bölgeyle ilgili hevesleri ve bölgenin nesnel şartları birbiriyle ne kadar uyumludur?” Bunlar birbiriyle uzlaştırılabilecek şeyler midir gibi sorular, sanırım en azından son 5 yıllık uygulama sonunda ortaya çıkan vahim tablo ile kendiliğinden cevaplanmış oluyor.

Daha somutlaştıracak olursak şunu söyleyebiliriz; Türkiye tercihinin Batı’dan yana yapmış, NATO müttefiki olan Avrupa Birliği’ne üyelik hedefi olan bir ülke. Ama AKP, “vicdani dış politika, dünya 5’ten büyük” gibi söylemlerle ABD’ye, hatta dünya sistemine kafa tutan, AB’ye rest çeken, bölgenin hamisi, hatta lideri olan, Osmanlı heveslerini yeniden ihya etmeye çalışan bir ülke profili çıkarmaya çalıştı. Bunlar beraber yürüyebilecek şeyler değil. Bir taraftan ABD’nin en yakın müttefiki olmakla övüneceksiniz, Obama-Erdoğan görüşmesinde ‘Beraber ıslandık biz bu yağmurda’ şarkısını söyleyeceksiniz, öbür taraftan İsrail’le ilgili olarak Filistin’den yana bir duruş sergileyeceksiniz. Bir taraftan bölgeden, bölgesel kardeşlikten bahsedeceksiniz diğer taraftan Suriye’ye ABD müdahalesi isteyecek ve sınırlarınızı NATO sınırları olarak tanımlayacaksınız. Bir taraftan istibdat rejimlerine karşı mazlum halklardan yana olduğunuzu söyleyeceksiniz diğer taraftan dünyanın en gerici ve en zengin krallığının dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Yemen’e açtığı savaşı destekleyeceksiniz. Bunlar uzlaştırılabilir şeyler değil. Şu an bölgedeki vahim tablo ve Türkiye’nin dış politikasındaki itibarsızlık, işte bu uzlaşmazlıkların yarattığı bir sonuç.

 

Birkaç yerde, “Eski Türkiye’nin “monşerleri”nin dahi, AKP döneminde söylenen “Türkiye sınırları NATO sınırlarıdır” iddialarının dile getirmediğini söylüyorsunuz. AKP’nin 2011 öncesindeki dış politika performansı düşünüldüğünde, bunun bölge halklarını emperyalistlerle birlikte “kandırmak” için yapılmış bir tezgâh olduğunu düşünebilir miyiz? Yani örneğin, 2005’teki Irak girişimi, 2007’de Suriye-İsrail arabuluculuğu, 2009 İran nükleer inisiyatifi “masum” hamleler miydi?

Tabi niyetlerine ilişkin elimde nesnel veriler olmadığı için birşey söyleyemem; ama şöyle bir gerçeklik var: 2011 öncesine kadar yani Arap Baharı’nın öncesine kadar Türkiye'nin kendisine biçtiği rol, ‘bölgenin ihtiyaçlarıyla bölge dışının taleplerini buluşturmak’tı. Bu, Türkiye’ye iki tarafın da güvenini kazandırıyordu. Türkiye, ABD müttefikiydi; ama komşularla sıfır sorun teziyle bölgenin hamisi olma iddiası da taşıyordu. Müttefiki olan ABD’nin, bölge ile ilgili talepleri, bölgenin ise ABD engeline takılan ihtiyaçları söz konusuydu. Dolayısıyla Türkiye, ‘Arap Baharı’ ile yükselen dalgaya binerek ‘Yeni Osmanlı’ heveslerini uygulamaya girişmediği 2011 öncesi dönemde; Suriye, İran, Irak gibi bölge ülkelerinin ihtiyaçları ile Batı’nın taleplerini uzlaştırmaya ve buradan da çift taraflı kredi devşirmeye çalıştı. Örneğin 2011’e kadar Suriye ile olan muhteşem ilişkilerini bölgeye “Biz Suriye’yi yalnızlıktan ve uluslararası baskılardan kurtarmak istiyoruz” diye sunarken, aynı ilişkileri ABD’ye “Biz Suriye’yi İran’dan kopararak uluslararası topluma kazandırmak istiyoruz” diye açıklayabiliyordu. 

Ancak Suriye krizi, iki tarafa farklı açıklama yapılamayacak kadar karmaşık bir durumdu. Türkiye, ya benzersiz ilişkilere sahip olduğu Suriye’den yana durarak uluslararası saldırganlığa karşı çıkacak ve risk alacaktı; ya da ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan ve Katar’ın kampına dahil olarak fırsattan pay kapmaya çalışacaktı. Türkiye ikinciyi tercih etti. Türkiye’nin Suriye tercihini “diktatör rejime karşı mazlum halktan yana olmak” söylemini hala inandırıcı bulan kaldı mı bilemiyorum; ama Türkiye’nin Suriye karşısında aynı kampta yer aldığı ülkelerin niteliklerini kime sorarsanız sorun alacağınız cevap şudur: “İngiltere ve Fransa Sykes-Picot çağının; ABD, bu çağın emperyalisti. Suudi Arabistan ve Katar ise tüm çağların en gericileri.” Türkiye işte bunlarla Suriye’ye özgürlük ve demokrasi götürmeye soyundu. 

'AKP ÇİFT TARAFLI OYNADI'

Öte yandan Türkiye’nin bölgeden yana durduğu varsayılan 2011 öncesinde yaptığı arabuluculuk girişimleri de gerçekliğinden çok yarattığı algı ile konuşuluyor.  

Örneğin bunlardan birisi, Iraklı Sünnilerin siyasi sürece ikna edilmesi… Bu Türkiye’nin başarısı olarak sunuluyor. Iraklı Sünniler bildiğiniz gibi 30 Ocak 2005 siyasi seçim sürecini boykot etmişlerdi. Boykotları siyasi süreçleri bütünüyle durdurmaya yönelikti; ancak bunu başaramadılar. 15 Aralık’ta ise siyasi sürece katılmayı kendileri için zorunluluk olarak görmeye başladılar. Çünkü kendileri devre dışı kalmışlardı. Sünniler siyasi süreci boykot ettikleri için Musul ve Diyala gibi yerlerde bile Kürtler hem yerel seçimlerde hem de parlamento seçimlerinde galip gelmişti. Dolayısıyla Iraklı Sünniler 15 Aralık’ta surece katılma kararı almıştı. Bu işin sadece seremonisi Türkiye’de yapıldı. Tarık Haşimi ülkeye geldi ve Sünnilerin Türkiye’nin ricası üzerine boykottan vazgeçtiği imajı yaratıldı.

Türkiye’nin İran’ın nükleer programına destek verdiği yönündeki söylencede de benzer bir durum var. Tahran’daki araştırma reaktörünün yakıt ihtiyacı söz konusu olmuştu. İran, yakıtın temini için ajansa başvurdu. ABD ise yakıtı satın almak yerine takas önerisi getirdi. Çünkü İran’ın eline yüzde 3 oranında zenginleştirilmiş tonlarca uranyum vardı. Takas çerçevesinde az zenginleştirilmiş uranyuma karşılık yüzde 20 zenginleştirilmiş 80 kilo yakıt verilecekti. İran bunu kabul etti; ancak ABD ve Fransa takasın eş zamanlı olarak ve Iran topraklarında yapılmaması şartını koştu. ABD, İran’ın bu talepleri kabul etmeyeceğini düşünüp sorunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne götürmeyi amaçlıyordu.

Fakat İran, Türkiye ve Brezilya’nın girişimleri sonucuna bu şartları kabul etti. Ancak ABD -İran’ın  şartları kabul etmesine rağmen- konuyu Güvenlik Konseyi’ne götürdü. Türkiye o dönemde Güvenlik Konseyi geçici üyesiydi. Kendisinin arabuluculuk yaptığı bir konuda ABD ile birlikte İran’a yaptırım uygulanması yönünde oy veremezdi. Ancak bu olay, Türkiye’nin ABD’ye karşı İran’ın yanında yer alması şeklinde sunuldu.

 

'ORTADA KORKUNÇ BİR BAŞARISIZLIK VAR'

AKP’nin dış politikadaki temel beklentisi, “küresel siyasi ve ekonomik sistemde büyük bir değişimin yaşanacağı” idi. Sizce AKP’nin bu beklentisi tamamen yanlış mıydı? Örneğin Arap baharı, örneğin ABD’nin içinde yaşanan çekişmeler, Çin faktörü ve Avrupa Birliği’nin çatırdaması bu tip “büyük değişimler”in işareti sayılamaz mı?

Elbette olabilir, benim kitapta da itiraz ettiğim şey şu; ‘Büyük değişim yaşanacak’ öngörüsü olabilir fakat bu öngörünün birtakım nesnel verilerle temellendirmelmesi gerekirdi. Dersiniz ki “Şu şu gelişmeler bunun bir göstergesi, işaretidir”. Büyük değişimler olacak denmiş… Peki bu büyük değişimlerin olacağının delili nedir, bunu nasıl temellendiriyorsunuz? “Bizim medeniyet tasavvurumuz, tarih yorumumuz” vesaire nesnel bir veri midir? 

Bu ortaya atılmış bir iddia mıydı, yoksa gerçekten bazı şeyleri önceden sezdikleri için bir tahminde mi bulunuyorlardı; bunu biz bilmiyoruz. Çünkü kendileri ortaya koymuyorlar. Bununla birlikte varsayalım ki, kendileri ortaya koymuyorlar ama böylesi büyük değişimlerin yaşanacağını biliyorlardı, ya da öngörmüşlerdi. Pekala! O zaman bu öngörü üzerine en iyi planlamayı Ankara’nın yapması gerekemez miydi? Çünkü herkesten önce siz öngörmüşsünüz. Bu planlamayla da süreci sizin yönetebilmeniz, ya da en azından belirleyici olmanız gerekiyor. Elbette 2011’de iddiaları buydu; ancak sonuçlarını şu an herkes görüyor. 2011’de “biz yönetiyoruz” demek kolay da 2016’da geldiğimiz nokta ayan beyan ortada. Ta 90’larda öngörmüşsünüz ve öngörünüz 2011’de gerçekleşmiş ama nasıl bir planlama yapıp yönetmişsiniz ki böyle sonuçlanmış… Bu iki ihtimale işaret ediyor. Birincisi ya öngörülen bir şey yok, sadece yalan var. Ya da öngörmüşsünüz; ama çok kötü yönetmişsiniz. Sonuçta her iki şekilde de ortada korkunç bir başarısızlık var.

Kitabınızda, Ortadoğu’yu iki anlaşmanın hâlâ belirlediğini söylüyorsunuz: Sykes-Picot ve Camp David. Suriye’ye yönelik vekalet savaşı ve Arap baharı, bu düzene uymayan öznelerin ehlileştirilmesi süreci miydi sizce? Bölge dışı güçlerin kahraman olarak bölgeye dönmesi, bu tezi kuvvetlendiriyor. Zira “Bahar” öncesi Ortadoğu’daki eksen Filistin-İsrail iken, şimdi Suriye ve İran karşıtlığı üzerinden şekilleniyor. 

AKP’nin kendine biçtiği “Yeni Osmanlı” misyonu ve bölgenin lideri olma misyonu, doğal olarak Sykes-Picot karşıtlığını gerektiriyor. Sykes-Picot’nun veya Camp David’in varlığını onaylayarak, kabullenerek bölgenin hamisi ya da lideri olma misyonu izah edilemez. 

Doğal olarak karşıtlık söylemiyle hareket ediyorlar. İşte çelişkilerden biri de bu. Amerika’nın bölgedeki en önemli müttefikisiniz, NATO’nun müttefikisiniz, İsrail’le sadece söylem düzeyinde kalan karşıtlıklarınız ve asla gerilemeyen reel ilişkileriniz var; ama Camp David’i sorguluyorsunuz.

İngiltere ve Fransa ile Suriye’ye karşı aynı kampta yer alıyorsunuz. Suriye’ye niye müdahale etmiyorlar diye öfkeleniyorsunuz; ama Sykes Picot’yu sorguluyorsunuz.

 Filistin sorununun çözümüne dair öneriniz, Camp David perspektifiyle ortaya konulan bir öneri değil mi? Çünkü “iki devletli çözüm” diyorsunuz. 48 topraklarını İsrail olarak görüyor, İsrail’i tanıyorsunuz; hatta 67 topraklarından ne kadarının İsrail’e ait olması gerektiğinin de müzakereler yoluyla belirlenmesini savunuyorsunuz. Filistin direnişinden sadece Hamas’la ve sadece siyasi düzeyde ilişki kurabiliyorsunuz. Onu da “Hamas’ı İsrail’i tanıyacak noktaya getirmiştik” diye savunuyorsunuz. Bu, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bizatihi kendi ifadesiydi. Bütün bunlara rağmen Camp David’in nesini sorguluyorsunuz? 

'TÜRKİYE'NİN ELİNDE STRATEJİK DERİNLİK DIŞINDA NE VARDI?'

Sykes Picot konusunda da benzer bir durum söz konusu. “Bölgenin haritasını dönemin iki emperyalist gücü çizdi. Bu bir parantezdi ve biz yüz yıllık bu parantezi kapatıyoruz” diyorlar. Ancak bu parantezi ne ile kapatacaklarına dair hiçbir nesnel veri ortaya koymuyorlar. Dönemin emperyalist güçleri olarak İngiltere ve Fransa gelip bölgenin sınırlarını çizdi. Çünkü Fransa’nın ve İngiltere’nin, hem ordu ve askeri teknoloji gibi reel karşılığı olan sert güçleri hem de diplomasi gibi yumuşak güçleri vardı. Peki Arap Baharı ile 100 yıllık parantezi kapatma iddiasındaki Türkiye’nin ve örneğin Katar’ın Nesi var? Katar’ın El Cezire’sinden ve Yusuf El Karadavi’sinden, Türkiye’ninse Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabından başka nesi vardı? 

Öte yandan Irak ve Suriye’nin sınırlarının çizildiği Sykes-Picot’yu sorgulayan Ankara şu an Suriye konusunda İngiltere ve Fransa ile aynı kampta değil mi? Suriye’de bir an için başarılı olduklarını ve kendi tabirleriyle 100 yıllık parantezi kapatacaklarını varsayalım. Peki bu parantezin içinde İngiltere ve Fransa’nın olmayacağının garantisi ne?  Suriye’de hedeflenen devrim yapılsaydı, İngiltere, Fransa “biz artık gidiyoruz, 100 yıl önce bizim Sykes ve Picot adlı diplomatlarımızın açtığı parantezi bir zahmet Ahmet Davutoğlu kapatsın” mı diyecekti?  

Ortada çok basit bir şark kurnazlığı var. Başta ABD olmak üzere Batı ile olan ilişkilerinde olabildiğince uyumlu bir pratik; ama iç politikada olabildiğince kabadayı, “Bütün her şeyi biz yönetiyoruz” gibi bir söylem söz konusu. 

Dış politika konuları dünyanın her yerinde bir ölçüye kadar iç politikada araç olarak kullanılır; ancak parti, grup, sınıf veya kişi çıkarlarının üstünde tanımlandığı için “devletin yüksek menfaatleri” diye tabir edilen bir sınır söz konusudur. Türkiye’de dış politika konuları bu sınırı çok çok aşacak şekilde iç politikada araçsallaştırıldı. Türkiye-Mısır ilişkilerinin AKP-İhvan ilişkileri düzeyinde yönetilmesi buna ilişkin sadece basit bir örnek.

Türkiye’nin ilan edilmiş resmi Irak politikası, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını esas alıyor. Bu konuda resmi bir politika değişikliği olmamasına rağmen Ankara’nın Bağdat’ı devre dışı bırakarak Erbil’le bağımsız bir devletin başkenti gibi ilişki kurması, parti çıkarlarının devlet çıkarlarının üstünde tutulduğunu gösteriyor.

Geniş kitlelerin dış politikada atılan bir adımın hangi ölçeğe göre başarı olarak değerlendireceğine dair somut bir kriteri yok. “Biz Suriye politikamızı vicdani ve insani bir temele kurduk” söylemi kitleler için cezbedici olabiliyor. Kimse ‘devlet bir hayır kurumu mu?’ diye sormuyor. Öte yandan acaba yaptıklarımız gerçekten de Suriye halkının çıkarına mı oldu? sorusunun cevabının seçmen tercihlerini ne ölçüde etkilediği belirsiz. 2011’de “bizim iç meselemizdir” denilen Suriye sorununa müdahale gerekesi “kan dökülmesin, dış müdahale olmasın” değil miydi? 

Türkiye üzerinden Suriye’ye gönderilen on binlerce militan, binlerce TIR dolusu silah, akan kanın azalmasına mı neden oldu? Suriye’ye dış müdahale olmasın diye müdahale ettiysek, Suriye’ye askeri müdahalede bulunmadığı için neden Batılı müttefiklerimize öfkeleniyoruz?

Son Gazze anlaşması ne kadar sorgulanıyor mesela… Türkiye Gazze ablukasını resmen tanımış oldu. Ama “bizim gemilerimiz Gazze’ye yardım götürüyor, dolayısıyla Gazze’deki hayat normalleşecek, Halid Meşal de bize teşekkür etti; dolayısıyla ortada büyük bir başarı var…” izahı inandırıcı bulunmasa bile acaba bu durum seçmen tercihlerini ne ölçüde etkileyecek? 

Sonuç olarak AKP, başarısız dahi olsa dış politika konularını iç politikada araç olarak kullanmaktan asla zarar görmüyor.

'SONUÇLARA BAKARSAK, IŞİD, ABD VE İSRAİL'İN İŞİNE YARIYOR'

Yine kitabınızda, IŞİD tehdidi ile Sykes-Picot öncesi dönem arasında benzerlikler olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu benzerlikler arasında, yeni bir bölgesel düzen ihtiyacı ile bölge dışı güçlerin inisiyatifi yer alıyor. Özellikle Irak özelinde düşündüğümüzde IŞİD’in kimler tarafından nasıl kullanıldığı kitabınızda da çok açık görülüyor. Sizce IŞİD, yeni bir bölgesel düzen için kullanılan bir araç mı? 

Yarattığı sonuçlara bakıldığında bu sonuç çıkıyor. Elbette “CIA’den birileri geldi, Bağdadi’yi alıp götürüp eğittiler. Sonra da IŞİD’i kurdular” gibi bir şey iddia edilemez belki. Ama sonuçları bakımından değerlendirdiğinizde IŞİD, her yönüyle Amerika ve İsrail’in çıkarlarına olabilecek yeni bir bölgesel düzen için harika bir araç işlevi görüyor. 

İsrail’in güvenliği ABD’nin bölge politikasının adeta temelini oluşturuyor. İsrail’den daha istikrarlı bağımsız bir ülkenin ve İsrail ordusundan daha güçlü bir ordunun bulunmadığı bir bölge ABD ve İsrail açısından ideal bölgedir.   

Ankara’nın liderlik etmekle övündüğü ‘Arap Baharı’ sonrasında bölge ülkelerine bakalım… İsrail Askeri İstihbarat Şefi General Herzl Halevi’nin tabiriyle bölge ülkeleri kalmadı, bunlar kantonlara dönüştü. Irak’ta Suriye’de, Libya’da ordular eridi; halklar paramparça oldu, halklar arasında onlarca yıl sürecek olan husumetler, düşmanlıklar oluştu. Irak’ta, Suriye’de demografik yapılar değiştirildi. Filistin sorunu bağlamında bölge ile İsrail çelişkisi, Suriye ve Irak’ta araçsallaştırılan mezhep bağlamında Sünni-Şii/Alevi çelişkisine dönüştürüldü. Bu, ABD ve İsrail’in birbirine düşman tarafları birbirine karşı kullanabilmesi için eşsiz bir zemin yarattı. 

ABD ve bölgesel müttefiklerinin Suriye’deki vekalet savaşının araçları olan IŞİD, Nusra vs. gibi örgütler sayesinde en güçlü devletin İsrail olması ve İsrail’in bölgedeki çatışmaları istediği gibi yönetmesi için bölgesel ölçekte bir kaos düzeni kuruldu. 

İşin vahim yanı, bütün bunlar bölgenin ihtiyacı haline getirilerek yapıldı ve bu durumun müsebbipleri de bölgeye adeta bir kurtarıcı olarak döndü. Bakın, ABD 2003 yılında 175 bin askerle Irak’ı işgal etti. Irak’a uzun vadeli stratejik işbirliği anlaşması dayattılar; ama bunu imzalatamadılar. Amerika’nın tarihi boyunca işgal edip de askeri bir üs almadan çıktığı bir ülke yoktur. Bunun tek istisnası Irak’tı. ABD, Irak’tan hiçbir askeri üs alamadan çekildi. ABD’nin 16 bin kişilik personeli olan Bağdat büyükelçiliğini alay konusu yapanlara ABD’nin işgal etmediği halde onlarca askeri üsse sahip olduğu ülkeleri hatırlatmak isterim.   

Fakat Irak’tan askeri üs elde edemeden çekilmek zorunda kalan Amerika, 2011’deki Suriye krizi sayesinde palazlanıp, 2014’te hilafet devletine dönüşen IŞİD bahanesiyle “Irak’ı kurtarmak” adına yeniden geldi. 



Makaleler

Güncel