İnsancıl hukukun çöküşü ve Gazze

img
İnsancıl hukukun çöküşü ve Gazze YDH

Oona Hathaway uluslararası orantılılık ilkesinin İsrail nezdinde uluslararası ayrımcılık ilkesine nasıl dönüştüğünü ve İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarında 7 aydır sürdürdüğü soykırımın ''faaliyet örüntüleri''ni Cenevre Sözleşmeleri kapsamında tartışıyor.




YDH- Foreign Affairs editörlerinin Amerikan hukukçu Oona Hathaway ile gerçekleştirdiği ''Gaza and the Breakdown of International Law-A Conversation With Oona Hathaway'' başlıklı söyleşi, uluslararası hukukun savaş yönetimindeki önemini ve İsrail-ABD eliyle insancıl hukukun ihlalini, ayrıca sivillerin korunmasının gerekliliğini vurgularken hukukçu Hathaway de, İsrail'in vahşiliğinin 7 aylık bir ''faaliyet örüntüsü'' olabileceğini söylüyor. 

***

Dan Kurtz Phelan: Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e saldırdığı ve Gazze'de rehineler tuttuğu gerçeği, uluslararası hukuku ihlal ettiğini gösteriyor. Ancak yedi aydan fazla bir süre geçtikten sonra, İsrail'in uluslararası hukuku ihlal edip etmediği ve hatta savaş suçu işleyip işlemediği sorusu gündeme geldi. Gazze'deki olaylar benzersiz gibi görünebilir; fakat hukukçu Oona Hathaway'in Foreign Affairs'te yazdığı gibi, Gazze'deki çatışma savaş hukukunun çöküşünün uç bir örneğidir, ancak münferit bir durum değildir. Meslektaşım Kate Brannen 13 Mayıs'ta Oona Hathaway ile bu çöküşün nedenleri ve sivilleri korumayı amaçlayan kuralları kurtarmak için neler yapılabileceği hakkında konuştu.

Kate Brannen: Bu söyleşide bize katılmayı kabul ettiğin için teşekkür ederim, Oona.

Oona Hathaway: Ben teşekkür ederim beni ağırladığınız için.

Kate Brannen: Bu hafta sizi ağırlamaktan dolayı çok şanslıyız, çünkü son sayınızdaki önemli yazınızı tartışmak istiyoruz. Yazınızın başlığı "War Unbound" ve uluslararası hukukun çöküşü hakkında. Ayrıca, İsrail'in Hamas'a karşı yürüttüğü savaşla ilgili olarak hukuk dünyasında yaşanan son gelişmelerin zamanlaması da oldukça dikkat çekici. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin olası tutuklama kararlarından, Biden yönetiminin geçen hafta Kongre'ye sunduğu ABD'nin İsrail'e silah transferiyle ilgili rapora kadar birçok önemli olay yaşandı. Bu nedenle, bu konuları ele almak istiyoruz. Ancak, öncelikle sizin yazınızla başlamak istiyoruz. Yazınız, Gazze'deki olayların yıllarca süren yasaların erozyonu sonucunda ortaya çıktığını belirtiyor. Sizden, uluslararası insancıl hukuk ya da savaş hukuku olarak adlandırılan bu hukukun doğuşuna ve neden yürürlüğe konduğuna dair bir açıklama yapmanızı ve bu hukukun savaşı nasıl değiştirdiğini anlatmanızı istiyoruz.

Oona Hathaway: Yazıda "Bir zamanlar dünya nasılmış bir bakalım" diyerek geriye dönüyorum. Birkaç yüz yıl önce de devletler arasında savaşlar olurdu ancak bu savaşları düzenleyen çok az kural vardı. Uluslararası hukukun babası Hugo Grotius'un savaşın nasıl düzenleneceğine dair bir görüşü vardı, ancak onun savaşın düzenlenmesi ve savaşı yöneten kurallara ilişkin vizyonu çok daha sınırlıydı, savaş hakkında görüşler bugün sandığımızdan daha azdı. Grotius'a göre, devletlerin bir savaşta yapabilecekleri konusunda çok az engel vardı ve esasen, neredeyse hiçbir şey imkansız sayılmıyordu. Sivillerin öldürülmesine, faydalı olduğu sürece izin bile verilebilirdi. İşte biz de böylece, İkinci Dünya Savaşı'na ve savaşın felaketine doğru hızla ilerledik. 

İkinci Dünya Savaşı'nda 30 milyon sivil öldürüldü...Bu olağanüstü bir facia. Bu savaşın sonunda, taraflar her şeyi bir kenara bıraktı ve geleneksel savaş düzenlemelerinden farklı bir yaklaşımla nasıl bir araya gelip konuşabileceklerini düşünmeye başladılar.

Yani, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden önce de kesinlikle bazı çabalar olmuştu. 1800'lerin sonunda ve 1900'lerin başında bazı mütevazı çabalara niyetlenildi. Yine de, içinde yaşadığımız dünya,  1949 Cenevre Sözleşmeleri tarafından yaratılmış bir dünyadır; bu dünya savaş yöneticiliği için ayrıntılı bir dizi kuralı içerir. 

İşte bu kuralların altında yatan, temel bir dayanak noktası olan sivilleri şiddetten korumaya çalışmak fikridir. Ve ne yazık ki bugün bu temel vizyonun, bu temel hedefin artık yerine getirilmediğini görüyoruz. Bu yazıda yapmaya çalıştığım şeylerden biri de bu çözülmenin nasıl gerçekleşmeye başladığını düşünmeye çalışmak.

Kate Brannen: 11 Eylül saldırılarından sonra ABD'nin verdiği tepkiyi bu hukuk kurumunun zayıflamasında gerçekten önemli bir olay olarak gösterdiğinizi biliyorum. Sizden savaş sonrası dönemden 11 Eylül'e kadar olan süreci dinlemek isteriz. Kurallar nerede iyi işliyordu, nerede işe yaramaz oluyordu?

Oona Hathaway: Tabii, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki dönemde pek çok şey oluyor. Diğer şeylerin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin temel hedeflerinden biri devletler arasındaki savaşları yasaklamaktı. Şu anki ironilerden biri de, devletler arasında güç kullanımını yasaklayan Birleşmiş Milletler Şartı'na sahip olmamız ve tüm işi bu savaşları önlemeye çalışmak olan Birleşmiş Milletler gibi yeni bir aygıta sahip olmamızdır.

Yasaklar büyük ölçüde başarılı oldu. Mesela, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde devletler arasındaki savaşların sayısı radikal bir şekilde azaldı. Ayriyeten tam da bu savaşları organize eden çok ayrıntılı kurallarımız hala var. Cenevre Sözleşmelerindeki bu ayrıntılı kurallar, eğer oturup okursanız, yüzlerce sayfadır. Savaş esirlerine ne kadar ödeme yapmanız gerektiğinden, onlara nasıl davranmanız gerektiğine ve tüm bu çok ama çok detaylı kurallara kadar çok ayrıntılıdırlar. Ama aslında bu savaşların çok azı gerçekleşiyor, çünkü sistemin geri kalanı aslında amaçlandığı şekilde işliyor ve devletler arasındaki bu savaşları önlüyor. Ancak aynı zamanda, devletler içindeki savaşlarda, iç savaşlarda, siyaset bilimcilerin devlet içi savaşlar olarak adlandırdığı savaşlarda bir artış görmeye başladık. Yani devletler içinde artan bir şiddet var ve Cenevre Sözleşmeleri bu tür savaşların organizasyonunu içermiyor. Dolayısıyla bu kuralları genişletmeye ve eksik kalan bazı boşlukları doldurmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı. Bu nedenle 70'li yıllarda, bu eksik boşlukların bazılarını doldurmak için daha ayrıntılı kurallar sağlamaya çalışan ek bir Protokol I ve Protokol II toplandı. Bu da devletlerin ve devlet dışı aktörlerin çatışmalarda neler yapabileceğine dair daha belirginlik kazandırılmasında bir rol oynamıştır.

Ancak, görünüşe göre, artık pek yaşanmayan bir tür savaşı yöneten tüm bu kuralları oluştururken, aynı zamanda bu tür savaşları yönetmek için ihtiyaç duyduğumuz kurallara sahip olmadığımız konusunda artan bir farkındalık mevcuttu. Bu kurallar dizisi, ek protokoller ve bir dizi destekçi kazandı -Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere birçok devlet bunlara imza atmadı ve hatta ek protokollerin hiçbirine imza atmadı. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler üyesi her devletin Cenevre Sözleşmelerinin dördünü de imzalamış olduğu Cenevre Sözleşmeleri kendisi gibi biraz yamalı bir bohça gibi duruyor. Ancak bu durum, ek protokoller için kesinlikle geçerli değildir.

Kate Brannen: Böylece 11 Eylül'e ve ABD'nin buna verdiği tepkiye geliyoruz. Bize 11 Eylül'ü takip eden savaşların neden bu sistemi test ettiğini ve aynı zamanda ABD'nin istediği hedeflerin peşinden gidebilmek için bu sistemi nasıl kasıtlı olarak baltalamaya başladığından bahseder misiniz?

Oona Hathaway: Evet, 11 Eylül tabii ki korkunç bir felaketti; doğrudan sivilleri, sivil altyapıyı ve Amerikan güvenliğinin kalbini hedef alan kasıtlı bir terör eylemiydi sonuçta. Pek çok kişinin anlaşılabilir tepkisi, Amerikalılara ve aynı tehditle karşı karşıya olan diğerlerine daha fazla koruma sağlamak için bir şeyler yapmak istemesiydi. Ancak ortaya çıkan şey, meşru müdafaa fikrini, sadece diğer devletlere karşı meşru müdafaaya izin vermeyecek şekilde genişletmek için ortak bir çabaydı, ki Birleşmiş Milletler Şartı açıkça kabul edilmişti, Madde 51 de buna dahildi. 

BM Şartı, meşru müdafayı desteklemekte ve devletlerin diğer devletlerden gelen tehditlere karşı kendilerini savunmak için tek taraflı olarak hareket etmelerine izin verdiği uzun bir geçmişe sahiptir. Ancak 11 Eylül saldırılarından sonra ABD'nin yaptığı şeylerden biri, 51. Maddenin devletlerin devlet dışı aktörlere karşı da meşru müdafaa kullanmasına ve diğer devletlerde bulunabilecek devlet dışı aktörlere karşı da meşru müdafaa kullanmasına izin verdiği teorisini ortaya koymaktı. Bu durum, ABD'nin öncülüğünde birçok devletin, kendi topraklarının dışında bulunan devlet dışı aktör gruplarına karşı meşru müdafaada bulunma hakkını talep etmeye başlamasına neden oldu. 

Devletlerin ülke dışında bulunan devlet dışı gruplara karşı mücadele ettiği bir çatışma dalgası başladı.

11 Eylül sonrası dönemde gözlemlediğimiz uluslararası çatışmanın temel biçimi haline gelen farklı bir çatışma türü de işte böyle ortaya çıktı.

Kate Brannen: The New York Times'ta hafta sonu ABD'li askeri yetkililerin İsrail'in bu savaşı yürütme biçimini eleştirdiği ya da gerçekten geri adım attığı ilginç bir haber vardı. Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısından sonra İsrailli yetkililer, ABD'nin 11 Eylül'den sonra yürüttüğü savaşlara atıfta bulunarak "Bakın, ABD de aynı şeyi yaptı. Kollarını sıvayıp bugün bizim yaptığımıza benzer bir savaş yürütmüşlerdi." der gibi konuştular. Şimdi de ABD askeri yetkilileri şöyle diyor: "İsrail çok ileri gidiyor. Amerika Birleşik Devletleri bu savaşı böyle yürütmezdi. Sivilleri korumak için yeterli önlemleri almıyorlar." Oona, siz Pentagon'da üst düzey bir avukat olarak çalışıyorsunuz, sizce İsrail ordusu ABD ordusundan farklı bir tarzda mı savaş yürütüyor?

Oona Hathaway: Evet. Açıkçası içeride tam olarak neler olup bittiğini dışarıdan değerlendirmek pek kolay değil. Bu yüzden herkes gibi ben de görebildiğimiz kanıtlara dayanarak mevcudu okuyorum. İsrail'in öldürdüğü sivil ölümlerin sayısı gerçekten olağanüstü. Orantılılık ilkesini uygulama şekli de uluslararası hukuka aykırı. Uluslararası hukukta "Bakın, sivilleri hedef alamazsınız" diyen bir ilke var, yani kasıtlı olarak sivilleri hedef alamazsınız, sadece kasıtlı olarak askeri hedefleri hedef alabilirsiniz, diyor kural. Ancak askeri hedefleri hedef alıyorsa, o zaman bile çok fazla sivili öldürme diye uyarıyor. Orantılılık ilkesinin temel fikri budur. Yani öldüreceğiniz sivillerin sayısı ve yok edeceğiniz sivil nesneler, bu operasyondan elde edilen somut ve doğrudan askeri avantajla orantılı olmalıdır. Bu da operasyon bazında, yani temelde vuruş bazında yapılır. Ulaşmaya çalıştığınız askeri hedef nedir ve bu saldırının sivillere vereceği beklenen zarar nedir? Ve elde edeceğiniz avantaj sivillere verilecek zararı haklı çıkarmaya yeterli mi? Yani sivilleri öldürmeyi hedeflemiyorsunuz, bu askeri hedefe ulaşmaya çalışıyorsunuz ama belli sayıda sivili öldüreceğinizi de biliyorsunuz, tüm bunları düşünmek zorundasınız.

Kate Brannen: Biraz daha açabilir misiniz bu söylediklerinizi?

Oona Hathaway: Bakın, Gazze'de şöyle bir durum var: Diyelim ki içinde militanların olduğu bir apartman var, ama aynı zamanda içinde çok sayıda sivil de var. Ve o binada militanlar olduğunu biliyorsunuz, hatta belki bir karargah, belki de silah deposu. Ve siz o militanları ya da karargahı hedef alıyorsunuz ve o binada belli sayıda sivilin de olduğunu biliyorsunuz.

Orantılılık ilkesine göre, bu militanları ortadan kaldırmanın, bu militanları ya da orada bulunan karargahlarını, sahip oldukları silahları öldürmenin avantajı, bu süreçte muhtemelen o binada onlarla birlikte bulunduğunu tahmin ettiğiniz yüz sivili öldüreceğinize değecek mi? 

Cenevre Sözleşmelerinde kullanılan dil "üst düzey" olduğu için bunlar sübjektif özelliklerdir. Ancak ordular içinde, farklı seviyelerdeki askeri hedefler için genellikle kabul etmeye istekli olduğunuz orantılı sayıda sivil ölümünün ne olduğuna dair kabul edilmiş standartlar vardır.

Yani açık konuşmak gerekirse, eğer karşı taraftaki düşük seviyeli sıradan bir askeri hedef alıyorsanız ABD sivil ölümlerini kabul etmiyor. Eğer söz konusu olan üst düzey bir operatörse, az sayıda sivilin ölümüne göz yumabilirsiniz. Bence insanların fark ettiği ve ABD'nin orantılılık analizini nasıl uyguladığını bilen kişilerin tartışmalarından duyduğum şey, İsrail'in Gazze'de orantılılık analizini uygulama şeklinin, ABD ordusunun geleneksel olarak orantılılık analizini uygulama şeklinden farklı olduğu. Sivillere ve sivil hedeflere zarar verilmesine, ABD'nin benzer düzeydeki askeri hedefler için normalde kabul edeceğinden çok daha fazla tolerans gösteriliyor, bu İsrail'e yönelik uluslararası bir ayrımcılık ilkesidir. 

Tüm bunların bir dereceye kadar spekülasyon olduğunu tekrar vurgulamalıyım çünkü apartmanın içini, daireleri vesaire değerlendirmenin yolu saldırı bazında saldırıdır ve hedef hakkında ne anladıklarını bilmeniz gerekir. Orada kimin olduğunu biliyorlar mıydı? Hangi askeri hedefi hedefliyorlardı? Bu süreçte kaç sivilin öldürülebileceğini anladılar? Bu bilgilerin hiçbirine sahip değiliz. Ancak elimizde aylardır devam eden ve çok sayıda sivilin öldürüldüğünü görebildiğimiz bir ''faaliyet örüntüsü'' var. Ayrıca İsrailli hükümet yetkililerinin bazı açıklamalarını da gördük, bunlar orantılılıktan normalde bahsettiğimiz şekilde bahsetmiyorlar, yani saldırıdan saldırıya, işte elde etmeye çalıştığımız şey ve işte bu özel durumda belirli sayıda sivil ölümünü kabul etmeye değmesinin nedeni gibi bir basitlikte konuşmuyorlar. Orantılılıktan farklı bir şekilde, yani İsrail'e yönelik varoluşsal bir tehdit varmışçasına konuşuyorlar. Orantılılık analizi böyle yapılmaz. Bu şekilde yaparsanız, bir saldırının orantılı olmayacağını göremeyiz. Eğer siz, tek bir saldırı ve bu tek saldırının sivillere vereceği zararı tüm savaş amacınıza göre tartıyorsanız, kaçınılmaz olarak siviller bu analizin kaybeden tarafında olacaktır. 

Kate Brannen: İsrail'in bundan önce  de zaten gevşek bir orantılılık anlayışı vardı, bu savaşta daha da arttı. Yani İsrail'in geçmişte orantılılığı nasıl uyguladığı ile bugünkü faaliyetleri de mi  uyumsuz?

Oona Hathaway: Öyle tabii. Yani, yine, bu saldırıların nasıl gerçekleştiği ve bu saldırılar sırasında kaç sivilin öldüğü konusunda gördüklerimize bakarak, sivil ölümlere daha fazla tolerans gösterildiğini söyleyebiliriz. İsrail'in yanıtı "Ama tehdit her zamankinden daha önemli" şeklinde olabilir. Ya da diğer yanıt şu olabilir: "Gazze'nin altında bir tünel ağı var ve bu da 2 bin kiloluk bombaların kullanılmasını gerektiriyor." 

Her şekilde bu bombalar nüfusun yoğun olduğu bölgelerde kullanılmaz çünkü sadece hedeflediğiniz şeyi değil, etrafındaki her şeyi yok ediyor bu bombalar. Bunlar olağanüstü yıkıcı silahlar çünkü.

Kate Brannen: Peki ABD'nin şimdilik kullanmayı ertelediği silahlar da bunlar mı?

Oona Hathaway: Aynen öyle. Ve bunu tam da bu tür silahları kalabalık bir şehir ortamında kullanmayı haklı gösteremeyeceğiniz için yapıyorlar, çünkü bunları orantılı bir şekilde kullanmanın hiçbir yolu yok. Çünkü her zaman aradığınız rasyonel askeri hedeften çok daha fazla sivili öldüreceksiniz.

Anladığım kadarıyla İsrail'in yanıtı şu: "Ama altında yok etmemiz gereken tüneller var ve bunu yapmanın tek yolu da bu çok büyük silahları kullanmak." Buna verilecek yanıt da şu olacaktır: "Peki ama ölen ve acı çeken o kadar çok sivil var ki, bu tünellerin olduğu ve bu tünelleri yok etmenin meşru bir askeri hedef olduğu iddiası göz önüne alındığında bile, bu yeraltı altyapısını yok etmeye çalışmanın bir sonucu olarak şu anda on binlerce sivile verilen zarar, bu askeri hedefle orantılı olarak haklı gösterilemez; bunun meşru bir askeri hedef olduğunu kabul etsek de, uygun bir savaş amacınız olduğunu kabul etsek de olmaz, yapamazsınız. Bu hedefe ulaşmanın tek yolunun bu olduğunu düşünseniz bile, bu tünelleri yok etmenin tek yolunun bu 2 bin kiloluk bombaları kullanmak olduğunu düşünseniz bile, cevap şudur: "O zaman da izin verilmez çünkü çok fazla sivil ölecektir." 

İşte bu nedenle tahliye emirleri ve insanları bu bölgelerden uzaklaştırma çabaları görüyoruz ki bu saldırılarda daha az sivil ölsün ama insanlar tahliye edilemiyor ve gidecekleri güvenli bir yer de yok ki gerçekten saldırıdan korunabilsinler. İşte kendimizi içinde bulduğumuz trajik durum budur.

Kate Brannen: Kesinlikle böyle. İnsanlar unutuyor belki ama, bence Gazze'nin emsalsiz olmasının nedenlerinden biri de sınırların kapalı olması, kaçamamanız, bu da sivillerin korunması açısından Gazze'yi diğer savaşlardan farklı kılıyor.

Oona Hathaway: Evet, evet. Bence bu vurgulanması gereken çok önemli bir husus bu; şu anda Refah'tan kaçan insanların birçoğu daha önce birkaç kez kaçmış ve gidecek yerleri kalmamış. Dolayısıyla elimizde oldukça küçük, olağanüstü yoğun nüfuslu bir toprak parçasının olduğu olağanüstü bir durum var. Ve insanlar çatışma bölgelerinden kaçmak için yer değiştiriyorlar. Dolayısıyla sivillerin barınabilecekleri ya da temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri herhangi bir yer yok. Bence bu durumun gerçek trajedilerinden biri de bu.

Kate Brannen: Orantılılık konusuna girdik, ki bu konunun da işin içinde olduğu açık. Ancak çoğu insanın anlamadığını düşündüğüm, ancak bu kararların nasıl alındığına dair çok önemli olan ve sizin de yazınızda bahsettiğiniz, son birkaç on yıl boyunca geçirdiği evrime dair birkaç hukuki terimden bahsetmek istiyorum. Bize çift kullanımlı ürünler hakkında bilgi verebilir misiniz? Meslekten olmayan bir kişi için bunlar nedir ve bir şeyi ne zaman hedef alabileceğiniz ve ne zaman uygun önlemleri almanız gerektiği konusunda verilmesi gereken kararları nasıl karmaşık bir hale getiriyorlar?

Oona Hathaway: Evet. Yazıda bahsettiğim şey, bazen çift kullanımlı nesneler olarak adlandırılan bu nesneler. Ve bu aslında yasal bir terim değil. Yani Cenevre Sözleşmelerinde böyle bir şey yok çift kullanımlı nesneler diye. 

Cenevre Sözleşmeleri kapsamındaki her şey ya meşru bir askeri hedeftir ya da sivil bir nesnedir, ya bir savaşçıdır ya da bir sivildir. İkisinin arasında bir şey yoktur.

Ancak sahadaki gerçek şu ki, hem ordular hem de siviller tarafından kullanılan pek çok şey var ve bunlar giderek artan bir şekilde çift kullanımlı nesneler olarak anılmaya başlandı. Yani elektrik şebekesi gibi şeyler; açıkçası elektrik şebekesi sivillerin  için kesinlikle gereklidir, ancak aynı zamanda bir ordunun başarılı bir şekilde çalışabilmesi için de önemlidir. Dolayısıyla elektrik şebekeleri askeri çatışmalarda giderek daha fazla hedef haline gelmekte ve bunların meşru askeri hedefler olup olmadıkları konusunda süregelen tartışmalar yaşanmaktadır.

Dolayısıyla bu çatışmada neredeyse her şeyin çift kullanımlı bir nesne olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, insani yardım konvoylarında sınırda tutulan pek çok şey çift kullanımlı nesne olarak muamele görüyor. Bu da gerçek bir trajedi yarattı çünkü çift kullanımlı nesneler giderek daha fazla hedef alınıyor. Ve bu Gazze'den çok daha öncesine dayanıyor. Bu gerçekten de son 15, 20 yılda görmeye başladığımız bir dönüşüm; ABD'nin finans merkezleri de dahil olmak üzere bu çift kullanımlı nesnelerden bazılarını hedef alma konusunda yine başı çektiğini görüyoruz; IŞİD'e karşı mücadelede, sivil yaşam için gerekli olduğu aşikar olan ama aynı zamanda IŞİD'in para kazanmasının ve bunu sadece askeri amaçları için kullanmamasının da kilit bir yolu olan petrol altyapısının hedef alındığını görüyorsunuz.

Sivillerin savaşta giderek daha savunmasız hale gelmesinin yollarından biri de bu çift kullanımlı nesnelerin giderek meşru askeri hedefler olarak görülmesidir. Hedef alındıklarında, kaçınılmaz olarak etraflarında daha fazla sivil ve onlara bağlı siviller oluyor. Sonuç olarak da siviller zarar görüyor.

Kate Brannen: Size sormak istediğim bir diğer konu da kimin "çatışmalara doğrudan katıldığının" belirlenmesi. Bu terim nereden geliyor? Bu konudan ve hem yürütülen savaş türleri hem de teknoloji nedeniyle bunun nasıl giderek daha karmaşık hale geldiğini anlatabilir misiniz?

Oona Hathaway: Bu da çizgilerin bulanıklaştığı bir başka yol. Cenevre Sözleşmelerinin ana fikri şuydu: siviller ve savaşçılar arasında bu keskin çizgiyi oluşturacağız ve bu ayrım da sivilleri koruyacak. Ancak daha sonra savaşın gerçekliği, özellikle de bu savaşların ortaya çıkışı, başlangıçta iç savaşlar ve daha sonra devletler ile devlet dışı aktörler arasında kendi toprakları dışındaki bu savaşlar, bu çizgileri bir şekilde bulanıklaştırdı.

Bunun bir yolu da Cenevre Sözleşmelerinde sivillerin korunduğu ancak çatışmalara doğrudan katılmaları halinde bu korumayı kaybettikleri fikrinin yer almasıdır. Ancak o zaman soru şu oluyor: Öldürmenize izin verilen sivilleri, öldürmenize izin verilmeyen sivillerden nasıl ayıracaksınız? Modern savaşın gerçek zorluklarından biri de budur. ICRC ve Birleşik Devletler hükümeti arasında bu konuda uzun bir tartışma var-

Kate Brannen: ICRC demişken bilgi verelim, Uluslararası Kızıl Haç Komitesi'dir.

Oona Hathaway: Evet, evet. Pardon. Uluslararası Kızıl Haç Komitesi sivillerin ne zaman hedef alınabileceği konusunda daha sınırlı bir görüş benimsiyor. Yani eğer çatışmalara fiilen katılıyorlarsa, örneğin bir el yapımı patlayıcı, bir EYP yerleştiriyorlarsa, bunu yaparken, bunu yapmaya giderken ve geri dönerken hedef alınabilirler. Evlerinde aileleriyle birlikte yemek yerken artık hedef alınamazlar, Uluslararası Kızıl Haç Komitesi'nin görüşü bu yöndeydi.

ABD'nin pozisyonu da şuydu: ''Hayır, onlar evlerinde aileleriyle birlikteyken hedef alınabilirler. Ve aslında, aileleriyle birlikte evlerinde olduklarında geceleri nerede olduklarını bilmek daha kolaydır.''

Yani çizgiler böyle bulanıklaştı işte. Bir diğer yol ise ne tür bir katılımın sizi düşmanlığa ortak etmeye yeteceğidir? İnternetin yükselişi ve hepimizin sürekli yanımızda taşıdığımız telefonlarımızda her türlü uygulamanın kullanımının artmasıyla birlikte, sıradan sivillerin farkında bile olmadan doğrudan katılımcılara dönüşüp dönüşmediğine dair gerçek bir endişe var.

Yani Ukrayna'nın bir dizi uygulaması var. Verilen zararı kataloglamaktan, Rus birliklerinin hareketlerini takip etmeye kadar her şey için uygulamaları kullanmakta çok akıllılar. Sivillerden yapmalarını istedikleri şeylerden biri de fotoğraf çekmeleri ve Ukrayna ordusunun Rus birliklerinin nerede olduğunu anlamasını sağlayacak konum bilgileriyle birlikte yüklemeleriydi.

Bunun ortaya çıkardığı endişelerden biri de şu: elinde telefonla dolaşan sıradan bir sivil artık çatışmalara doğrudan katılan bir kişi midir? Ya da doğrudan katılımcı olmasalar bile, artık doğrudan katılımcı olduklarından makul ölçüde şüpheleniliyor mu? Yani elinde telefonla dolaşan herkes bir anda Rus ordusunun hedef alabileceği bir kişi mi olacak? Elbette Rus ordusu uluslararası insancıl hukuka uyma konusunda pek başarılı değil. Ancak bu bir bakıma onlara telefonu olan herkesin, yani hemen hemen herkesin peşine düşmek için bir bahane verebilir, çünkü neredeyse herkesin bir telefonu, bir akıllı telefonu olacak.

İçine girmekte olduğumuz dünya, siviller ve savaşçılar arasındaki keskin çizgiler olması gereken bu çizgilerin giderek bulanıklaştığı ve devletlerin savaşlarını yürütürken sivilleri giderek daha fazla hedef tahtasına koyduğu bir dünyadır.

Kate Brannen: Şimdi konudan konuya atlayacağım da biraz güncele dönelim. Şu anda Uluslararası Ceza Mahkemesi'nden (UCM) Hamas liderleri hakkında tutuklama kararı çıkabileceğine dair söylentiler dolaşıyor. 7 Ekim'de işledikleri savaş suçları ve mahkumları tutmaya devam etmeleri nedeniyle Hamas liderleri ve belki de İsrailli liderler hakkında tutuklama kararı çıkabilir. Bu konuda neler bildiğinizi, İsrailli yetkililerin neyle suçlanabileceğini ve bu tutuklama kararlarının siyasi ya da hukuki etkilerinin neler olabileceğini konuşalım biraz da.

Oona Hathaway: Evet. Ortalıkta dolaşan söylentiler daha çok İsrailliler tarafından körüklendi; İsrailliler yaklaşmakta olan bu tutuklama kararlarını kınamak için hemen ortaya atladılar ve bu da herkesin onların bizim sahip olmadığımız bazı içeriden bilgilere sahip olduklarını düşünmesine neden oldu. Eğer bu tutuklama kararları dengeli olmasaydı, sadece Hamas ve Hamas'ın 7 Ekim'de işlediği korkunç suçlar ve elbette devam eden mahkum tutma savaş suçu ve diğer şeylerin yanı sıra bu mahkumlara verilen zararlar için tutuklama kararları görseler şaşırırdım. Dolayısıyla bunun da tutuklama kararlarının bir parçası olmasını beklerdim. Muhtemelen bir noktada İsrailli yetkililere yönelik tutuklama kararları da çıkacak ve ilk tutuklama kararları açısından, eğer çıkarılırlarsa, muhtemelen bugün çok fazla konuşmadığımız bir konuya, yani açlığın bir savaş silahı olarak kullanılmasına ve Gazze'ye insani yardımın sınırlandırılmasına merkezde olacak. Artık mahkemede konuşulacak olmasının nedeni, dışarıdan değerlendirmenin en kolay yol olması oysa hedef belirleme kararlarının çok fazla ayrıntılı kanıt olmadan oldukça zorlaştırıldığını gördük.

Ve tabii ki İsrailliler soruşturmada işbirliği yapmıyorlar ve bu yüzden elimize ulaşması daha zor kanıtlar olacak ancak bir milyondan fazla insanın açlıkla karşı karşıya olduğu ve Gazze'ye giden insani yardımın gerçek ve önemli ölçüde kısıtlandığı gerçeğine dair kanıt elde etmek daha kolay. İşte bu konuya odaklanacaklar. Şimdi, bir sonraki soru, bunun etkisinin ne olacağıdır? Bir yandan, insanların dosyada gerçekten görülmesi ve gerçekten tutuklanması açısından acil etki muhtemelen sıfırdır. Herhangi birinin yargılanmak üzere UCM'ye teslim edilme ihtimali düşük. Demek istediğim, İsrail'in yaptıklarının uluslararası hukuku ihlal ettiği hissini arttırmak açısından bir etkisi olacağını ve savaşa ilişkin kamuoyu algısı açısından da daha büyük bir etkisi olacağını düşünüyorum.

İsrail'in ön plana çıkmaya ve bu tutuklama kararlarını gayrimeşrulaştırmaya çalıştığını düşünmemin bir nedeni de bu. Asıl soru ise ABD'nin nasıl bir tepki vereceği, çünkü ABD son zamanlarda özellikle Rusları Ukrayna'da işledikleri suçlardan sorumlu tutma çabalarında ICC ile daha yakın çalışıyor. İsrail'e yönelik iddianamelerin ya da tutuklama kararlarının ardından bu çabaların bir kısmı sekteye uğrayabilir.

Peki bu durum Uluslararası Ceza Mahkemesi ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiyi bozar mı ve Amerika Birleşik Devletleri bunu tamamen gayrimeşru olarak görür mü? Bence en büyük sorulardan bazıları bunlar. Ve muhtemelen Roma Statüsü'ne taraf olan diğer Avrupa devletleri üzerinde, İsrail'e silah ve savaşta kullanılabilecek diğer şeylerin satışını kısıtlama konusunda Hollanda ve diğerlerine katılmaları için baskı yaratacak ve böylece İsrail'in uluslararası sahnede daha fazla izole edilmesine yol açacaktır. Dolayısıyla, bence bundan kaynaklanması muhtemel olan şeyler bunlar. Yakın zamanda bir duruşma göreceğimizi sanmıyorum.

Kate Brannen: Sizinle Biden yönetiminin geçen hafta Kongre'ye gönderdiği İsrail'in ABD silahlarını kullanmasıyla ilgili rapor hakkında konuşmak istiyorum. Bizi biraz geriye götürerek bu raporun itici gücünün ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını ve Biden yönetiminin neyi rapor etmesini ve ne yapmasını gerektirdiğini anlatabilir misiniz?

Oona Hathaway: Evet, NSM-20 yani Ulusal Güvenlik Notu 20, kısmen Biden yönetimi tarafından oluşturuldu çünkü Kongre'de bunu gerçekten yapmasını gerektiren bir hareket vardı. Bunun önüne geçmek için Biden yönetimi de "Bunu gerektiren bir yasa çıkarmanıza gerek yok. Biz bu memorandumu yayınlayacağız ve temelde sizin istediğiniz her şeyi kanunla yapmamızı zorunlu kılacağız. Ve bu kuralları etkin bir şekilde kendimiz uygulamaya koyacağız." dedi.

Dolayısıyla, diğer hususların yanı sıra, savunma malzemelerinin, yani ABD'nin sağladığı ve ortaklarımız tarafından askeri faaliyetlerde kullanılabilecek çeşitli şeylerin, uluslararası insancıl hukuk da dahil olmak üzere uluslararası hukuk yükümlülüklerine uygun bir şekilde kullanıldığından emin olmak için Kongre'ye düzenli olarak rapor verilmesini gerektirmektedir. Bu raporu yayınladılar ve bir süre ertelendi. Dışişleri Bakanlığı içinde bu rapordaki bazı sonuçlara ilişkin her türlü anlaşmazlık hakkında çok sayıda sızıntı oldu özellikle de herkesin aradığı İsrail'di.

Kate Brannen: Sonunda gerçekten de hedefini buldu. İsrail'in Gazze'de büyük olasılıkla uluslararası hukuku ihlal ettiğini, ancak yönetimin bunun sonucunda ABD'nin yardımı kesmesi gerektiği sonucuna varmadığını söyledi. Bunu gördüğünüzde sizin için en önemli çıkarım neydi ve bundan ne anladınız?

Oona Hathaway: Dürüst olmak gerekirse bu biraz sinir bozucu bir rapor. Bence dışarıdan bakan bizler için asıl zorluk, İsrail'e tam olarak hangi ABD silahlarının gittiğine ve bu silahların tam olarak nasıl kullanıldığına dair istihbarata sahip olmamamız ve İsrail'in ne tür saldırılar gerçekleştirdiği ve ne tür önlemler aldığı konusunda neler bildiğine dair bu tür ince ayrıntılara sahip olmamamız. Ve tüm bunlar ABD hükümetinin sahip olması gereken ve neredeyse kesinlikle sahip olduğu bilgilerdir.

Kate Brannen: Doğru. Kamusal alandan toplayabildiğinizi toplamaya çalışıyorsunuz, ancak bu sonuçlara varmak için ellerinde çok daha fazlası var.

Oona Hathaway:  Aynen öyle. Yani aslında bu sonuçlara varmak için gerekli bilgilere sahipler. Ve bir bakıma, kesinlikle bunların yaşandığını söylüyorlar. Yani bu bulgunun makul bir okuması, uluslararası insancıl hukukun ihlal edildiğidir. Ancak daha sonra bunun tam olarak ne anlama geldiğini takip etmiyorlar. Bu da raporun sinir bozucu bir yönü. Bunu ilk okuduğumda, "Vay canına, bu gerçekten büyük bir şey" diye düşündüm çünkü NSM-20, uluslararası insancıl hukuku ihlal etmek için kullanan bir devlete silah sağlamayacağımızı vaat ediyor gibi görünüyor. Ve bu rapor, en azından ilk okumada, İsrail'in tam olarak bunu yaptığına dair kanıtlar olduğunu söylüyor gibi görünüyor. Ancak daha sonra bundan geri adım atıyor gibi görünüyorlar ve bu bulguya rağmen İsrail'e silah sağlanmasını yasaklamıyor.

Ve açıkçası, kendilerini o kadar da iyi açıklamıyorlar. Yani bir nevi iki yöne de sahip olmaya çalışıyor gibi görünüyorlar. Ancak bu süreçte, ABD silahlarının Cenevre Sözleşmeleri kapsamındaki yükümlülüklere uygun olmayan şekillerde kullanılmamasını sağlamaya yönelik gerçek bir taahhüt olan NSM-20'nin sonuçlarının gücünü zayıflattığını düşünüyorum. Ve bence verilen zarar sadece Gazze söz konusu olduğunda ABD'nin güvenilirliğine verilen zarar değil, daha genel olarak ABD'nin diğer devletleri uluslararası insancıl hukuk yükümlülüklerine tabi tutma konusundaki güvenilirliğine verilen zarardır.

Demek istediğim, dünyanın geri kalanı bunu görüyor ve olağanüstü bir ikiyüzlülük olduğunu düşünüyor; Rusya söz konusu olduğunda, Ukrayna'da yaptığı her şeyin uluslararası insancıl hukuku ihlal ettiğini söylemeye hazırız - ve aslında Rusya Ukrayna'da uluslararası insancıl hukuku korkunç şekillerde ihlal ediyor - ancak söz konusu dostlarımız olduğunda, onları benzer bir standarda tabi tutmaya istekli değiliz. En azından dünyanın geri kalanı bunu bu şekilde görüyor. Bu raporun, NSM-20'nin Kongre'ye sunduğu bu raporun, bu korkuların hiçbirini yatıştırdığını düşünmüyorum. Aksine, burada bir çifte standart olduğu fikrini beslediğini düşünüyorum.

Kate Brannen: Sanırım yazınızdan çıkardığınız sonuç, uluslararası hukuktaki bu erozyonu durdurmak. Amerika Birleşik Devletleri'nin, gerçekten, bunun çoğundan sorumlu olduğu için, liderlik rolü üstlenmesi ve kendisini sorumlu tutması ve dostlarını ve müttefiklerini daha sorumlu tutması gerekiyor. Aksi takdirde, neden kurallara uyalım? O zaman kurallar neden yürürlükte?

Oona Hathaway: Bence önemli olan Amerika Birleşik Devletleri'nin burada örnek teşkil etme konusunda ne kadar güçlü olduğunun farkına varmak. Sadece kamuya açık pozisyonlar açısından değil, bu konular söz konusu olduğunda büyük bir megafona sahip olduğumuz için benzersiz bir konumdayız, ancak aynı zamanda bu güce sadece örneğimizle değil, aynı zamanda dünya çapında onlarca devletle ortaklık kurarak da sahibiz. Bazı hesaplamalara göre dünyada 80'den fazla farklı devlete silah, eğitim ve yardım sağlıyoruz; bu devletlerle ortaklık yapıyor, eğitim misyonlarına katılıyor ve yardım sağlıyoruz.

Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri, bu kuralların uygulanma şeklini gerçekten değiştirmek ve ortaklarımızı uluslararası hukukun en yüksek standartlarına tabi tutmak için olağanüstü bir güce sahiptir. Ve biz bunu kullanmıyoruz. Aslında yaptığımız şey, herkese örnek olmak ve diğer devletleri de hedeflemenin nasıl yapılacağı, orantılılığın nasıl değerlendirileceği, savaşı sürdüren nesnelerin hedef alınmasına izin verilip verilmeyeceği, çift kullanımlı nesnelerin hedef alınmasına izin verilip verilmeyeceği konularında eğitmek, kendi operasyonlarımızda uyguladığımız bu daha müsamahakar standartlara sahip olduğumuzda, bunları diğer herkese de öğretiyoruz.
Yani sadece ABD'nin terörle mücadele operasyonlarını etkilemiyor; dünyanın her yerinde devlet dışı aktör gruplara karşı yürütülen terörle mücadele operasyonlarını ve diğer operasyon türlerini de etkiliyor. Dolayısıyla olağanüstü bir güce sahibiz. Ve eğer ABD bu gücü iyilik için kullanırsa, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda sivilleri savaşın en kötü etkilerinden korumaya yönelik bu vizyonu canlandıran ilkelerdeki bu erozyonun gidişatını değiştirmek açısından dünyada gerçekten harika şeyler yapabiliriz. Bunu yapmazsak -yani ortaklarımızın sivillere zarar verecek şekilde güç kullanmasına göz yummaya istekli olursak- maalesef bu erozyonu hızlandırma ve devam ettirme gücüne de sahip oluruz.

Bence ileriye dönük olarak dünyayı nasıl şekillendirmek istediğimiz ve bu kuralların gerçekten etkili olmasını isteyip istemediğimiz konusunda gerçekten yüzleşmemiz gereken bir seçim var. Ve bu kuralları dostlarımıza ve düşmanlarımıza farklı şekilde uygulayamayız. Yani bu kurallar herkese eşit şekilde uygulanmalı ve bunları kendi davranışlarımıza, devam eden terörle mücadele operasyonlarımıza da uygulamalıyız. Bu da bazen düşmanınıza karşı kullanmak istediğiniz gücü kullanamayacağınız anlamına gelir. 

Kate Brannen: Yani, öyle. Bunun sonuçları bunlar. Elinizi kolunuzu bağlıyor.

Oona Hathaway: Bazen elinizi kolunuzu bağlıyor. Savaş sonrası dönemin temel yeniliğini birçok açıdan kaybettik ve siviller artık başlangıçta öngörüldüğü şekilde savaştan izole edilmiyor. Ve eğer istersek gidişatı tersine çevirme gücüne sahibiz. Ancak belli bir noktada, kurallar o kadar aşınacak ki, tüm meşruiyetini kaybedecek ve ABD tüm meşruiyetini kaybedecek. Ve bunu geri döndürme becerisi, bence, geri dönüşü olmayan noktayı geçtiğimizi ve bu kuralların artık kurtarılamayacağını göreceğiz. Ve bence bu gerçek bir trajedi olur.

Kate Brannen: Bugün bize katıldığınız için çok teşekkür ederim. Size sorduğum her soruda çok şey öğreniyorum, bu yüzden geldiğiniz için tekrar teşekkür ederim Oona. 

Oona Hathaway: Beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim.

***

Çeviri: YDH