“Bu yaklaşım, İsrail'in ‘kötü adamları’, ‘ikincil kayıplara’ aldırmaksızın, barışa ulaşmaya yetecek kadar öldürebileceğine dair yanıltıcı bir umutla komşu topraklarda yıkım yaratmak anlamına geliyor.”
YDH - Foreign Policy dergisi, Siyonist rejimin Hizbullah’ı hedef alan çağrı cihazı saldırılarını ele alıyor. Tercümesi verilen makalenin yazarı Howard W. French, son saldırıların ‘teknik açıdan etkileyici’ olmasına rağmen sivillere verdiği zarar ve bölgedeki gerilimi artırması nedeniyle ciddi kaygıları beraberinde getirdiğini söylüyor.
İsrail, geçtiğimiz hafta Lübnan ve Suriye'de eş zamanlı patlamalar gerçekleştirerek Hizbullah'a saldırdığında, siyasi yelpazenin neresinde yer alırlarsa alsınlar, pek çok gözlemcinin ilk tepkisi şaşkınlık oldu.
Hem düşmanlar hem de müttefik ülkeler, bu operasyonun gerektirdiği karmaşıklık düzeyine hayret ettiler.
İsrail adına çalışan casuslar, sadece çağrı cihazlarının ve telsizlerin içine küçük miktarlarda patlayıcı yerleştirmekle kalmadılar; aynı zamanda bunları ezeli bir düşmanın eline vermek zorunda kaldılar.
Bu başarı, İsrail'in geçmişteki teknik ve operasyonel karmaşıklık tarihini hatırlattı: 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda Arap ordularından oluşan bir koalisyona karşı kazandığı zafer, 1976'da kaçırılan bir yolcu uçağındaki rehineleri kurtarmak için Uganda'nın Entebbe Havalimanı'na düzenlediği baskın ve 1990'ların sonlarına kadar uzanan, örgütlere saldırmak için bubi tuzaklı cep telefonlarının kullanımı gibi.
Son saldırılar teknik açıdan ne kadar etkileyici olursa olsun, ciddi itirazlara yol açmalı. İlk olarak, bu saldırılar sivillere zarar verdi.
Çağrı cihazları Hizbullah üyelerine aitti, ancak en az 40 kişinin ölümüne ve 3 binden fazla kişinin yaralanmasına neden olan patlamalar, savaşçı olmayan pek çok kişiyi de tehlikeye attı. Bir sürücü ya da yakını bu cihazlardan birini taşıyor olsaydı, arabadaki yolculara ya da evdeki sofrada oturan çocuklara neler olabileceğini bir düşünün.
Video görüntüleri, bazı cihazların pazar yerlerinde ve sokak köşelerinde patladığını gösterdi.
Siyaset teorisyeni Michael Walzer, New York Times'da yayımlanan yazısında, saldırı anında aktif olarak savaşa katılmayan Hizbullah ajanlarını hedef alan patlamaların ‘büyük olasılıkla savaş suçu’ olduğunu belirtti.
ABD'nin eski savunma bakanı ve CIA direktörü Leon Panetta bile saldırıların bir tür terör olduğuna dair ‘herhangi bir şüphe olmadığını’ söyledi.
İsrail'in Lübnan'daki son taktikleriyle ilgili endişelerim, güneyde İsrail'e roket atmak için kullanılan Hizbullah mevzilerine karşı tırmanan hava saldırıları da dahil olmak üzere, daha da ileri gidiyor.
Hava, patlayan çağrı cihazlarından temizlenir temizlenmez analistler İsrail'in saldırılardan herhangi bir stratejik kazanım elde edip etmediğini sorgulamaya başladılar.
Bu konu hâlâ belirsizliğini koruyor. Aynı durum İsrail'in Gazze'de Hamas'a karşı yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü saldırılar için de geçerli. Orada da temel bir soru yanıtsız kaldı: İsrail askeri operasyonları sona erdiğinde ne yapacak?
Bu iki kampanyayı birbirine bağlayan şey, Başbakan Benyamin Netanyahu'nun İsrail'in askeri üstünlük politikası ve sınır tanımayan saldırı operasyonlarıyla uzun süreli güvenliğe ulaşabileceği yönündeki açık görüşüdür.
ABD de İsrail'e yönelik cılız eleştirileri ve neredeyse sınırsız silah tedarikiyle bu görüşü zımnen destekliyor. Gazze'nin göstermeye başladığı gibi -ve eğer Lübnan'la yeni bir savaş çıkarsa bunun da teyit edeceği üzere- bu yaklaşım, İsrail'in ‘kötü adamları’, ‘ikincil kayıplara’ aldırmaksızın, barışa ulaşmaya yetecek kadar öldürebileceğine dair yanıltıcı bir umutla komşu topraklarda yıkım yaratmak anlamına geliyor.
Bu yaklaşımın ilk bariz kusuru, her askeri operasyonun yeni düşmanlar yaratma riski taşıması ve İsrail ile komşuları arasındaki düşmanlığı sürekli hale getirmesidir.
Örneğin İsrail’in Gazze'deki tam askeri kontrolü, Filistinlilerin siyasi ve bölgesel haklara olan acil ihtiyacını gidermek için hiçbir şey yapmıyor. Esasında, bölgenin umutsuzluğu ve baskı altında tutulması gelecekte İsrail'e karşı yeni direniş biçimlerini garanti altına alıyor.
Aynı şekilde, İsrail'in güney Lübnan'a ilerlemesi de iki ülke arasında yeni bir düşmanlık sınırı yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır; tıpkı harekâtın yaratacağı ölüm ve yıkımın daha fazla Lübnanlıyı İsrail'e karşı şiddet içeren misillemelere yönelteceği gibi.
Fakat benim en büyük endişem bunun da ötesinde, İsrail kadar ABD'nin stratejisini de ilgilendiriyor. Son yıllarda iki müttefik, İran'ı Orta Doğu'daki şiddet ve istikrarsızlığın nihai kaynağı olarak gördü.
Ancak İran'ı nükleer silah geliştirmekten vazgeçirmeye yönelik uluslararası çabalar dışında, ABD –İsrail'i bir kenara bırakırsak– İran'ı siyasi olarak angaje etme konusunda neredeyse hiçbir yaratıcılık göstermedi. (Tahran'ın önce siyasi sistemini değiştirmesi ya da İsrail'in var olma hakkını tanıması gibi gerçekçi olmayan ön koşullar sayılmaz).
Orta Doğu'daki sorunların yönetilmesini özellikle zorlaştıran şey hem İsrail'in hem de İran'ın eski medeniyet ve din kimliklerinin somutlaşmış halleri olmaları.
Batı'da pek çok kişi İsrail'in İncil'deki topraklar olduğunu ve pek çok Yahudi'nin Siyonizm'e olan desteğini kısmen hikayeleri Eski Ahit'in özünü oluşturan eski bir İsrail'in varlığına dayandırdığını biliyor.
Uzmanlar dışında daha az anlaşılan bir husus ise İran'ın da çok eskilere dayanan dil, kültür, kimlik, imparatorluk ve devlet geleneklerinin mirasçısı olduğu.
Gazze'de bitmek bilmeyen şiddet karşısında pek çok kişi ne Yahudilerin ne de Filistinlilerin, çatışmaların böldüğü topraklardan asla yok olmayacaklarını kabul etmenin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını ifade etmek için seslerini yükseltti.
Bu da kalıcı barışın, bu derin uçurumun her iki tarafındaki insanların ve nihayetinde devletlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını ve çıkarlarını tanımalarını gerektireceği anlamına geliyor.
Bu durum İran için de aynı şekilde geçerli. Şeytanlaştırma politikası 90 milyonluk bir ülkeyi ortadan kaldırmayacak. Aslında Batı'nın tecrit girişimleri İran'ın Hizbullah ve Yemen'deki Ensarullah gibi devlet dışı odaklar oluşturma ve Rusya ve Çin ile bağlarını derinleştirme kararlılığını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.
İsrail'de olduğu gibi Batı'da da temel kaygı İran'ın nükleer programı ve Tahran'ın uzun süren araştırma ve geliştirme aşamasından yakında çıkıp kullanılabilir nükleer silahlar geliştirebileceği beklentisi.
Ne yazık ki, nükleer kapasiteye sahip ülkelerin silahsızlandırılmasına ilişkin küresel sicil son derece ümitsiz. Ukrayna, Sovyet döneminden miras kalan nükleer silahlarını devreden çıkaran nadir örneklerden biri ve ne yazık ki bu durum onu Vladimir Putin'in Rusya'sına karşı savunmasız hale getirdi.
Örneğin Kuzey Kore konusunda yıllarca süren Batı ve Asya diplomasisi Pyongyang'ı nükleer programından vazgeçmeye ikna edemedi. İster beğenin ister beğenmeyin –ki ben beğenmiyorum– bunun nedeni Kuzey Kore rejiminin kendi geleceği konusunda temelden güvensizlik hissetmesidir.
Dahası, İsrail'in resmi olarak kabul etmese de on yıllardır bir nükleer cephaneliğe sahip olduğu yaygın olarak biliniyor.
İran'ın nükleer programına ilişkin kaygılar Tahran'la daha fazla konuşmanın ve bölgedeki düşmanlıkları yatıştırmanın yollarını araştırmanın önünde bir engel teşkil etmemeli.
İsrail de dahil olmak üzere Orta Doğu'da geniş çaplı güvenliği sağlamanın tek yolunun İran'ı bir şekilde Batı ile daha derin bir temasa sokmak ve nihayetinde İsrail, Suudi Arabistan gibi diğer ülkeler ve Filistinlilerle birlikte onun güvenlik kaygılarını da ele almak olduğunu göreceğiz. Batı bunu ne kadar erken yapmaya başlarsa o kadar iyi olur.
Çeviri: YDH