"Şam bölgesindeki sol hareketler, tarihsel olarak toplumsal değişimin öncüleri olmuşlardır. Fakat bugün, bölünmüşlük ve iç çatışmalar nedeniyle bu rollerini etkin bir şekilde yerine getiremiyorlar."
YDH - Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah'ın şehit edilişi, Batı Şeria'da beklenmedik bir yas dalgası yarattı. Bu tepki, bölgedeki sol siyasetin evrimini, işgal altındaki topraklardaki direniş bilincini ve Lübnan ile Filistin arasındaki karmaşık ilişkileri yansıtıyor. Filistinli yazar Sıdkı Asur, el-Ahbar gazetesinde yayımlanan köşe yazısında yorumluyor.
İçinde bulunduğumuz bu yeni dönemde, önümüzdeki on yıl içinde Bilad'uş Şam'dkai solun alacağı şekil gibi bir dizi soru karşımıza çıkıyor. Beyrut gibi Ramallah da bu değişimlerden, sarsıntılardan ve sol içindeki pozisyon kaymalarından nasibini almış durumda. Açıkça belirtmek gerekirse, sadece el-Fetih solundan değil, Halk Cephesi, Demokratik Cephe, Fida Hareketi ve Halk Partisi'nin Y ve Z kuşaklarından da bahsediyorum.
17 Ekim olaylarından sonra, tüm bu örgütler popülist ve gerçekçi olmayan bir şekilde Hizbullah'a öfke duydu. Bunun tam nedeni belirsizdi; belki devrimin 'feminist' ve partinin 'ataerkil' olduğu düşüncesi, belki o dönem Lenin'in Beyrut'ta yeniden dirildiğine olan inanç, ya da belki de 17 Ekim Devrimi'nin toplumsal hareketinin, Lübnan tarihinin en büyük toplumsal hareketi olan Hizbullah'la tamamen çelişmesine neden olan genel bir kanı vardı.
Beyrut, muallim Hasan Nasrullah'ı, Ramallah ise talebe Basil el-Arac'ı kaybetti ve bu iki kayıp arasında bir olgunlaşma dönemi yaşandı. Fakat şehit Nasrullah, 2006 yılında ilk kez Ramallah ve Batı Şeria halkının kalbine girdikten sonra hem sevenleri hem de muhalifleri onun yokluğunu derinden hissetti. Gazeteci Ghadi Francis, bir mülakatında, güvenlik güçleriyle bağlantılı bir aileden gelen komşusunun bile Nasrullah için gözyaşı döktüğünü aktarmıştı.
Aynı gün, yıllar önce Siyonistlerin sevincine ortak olmadıklarını söyleyen bir grup genç Suriyelinin videosunu izledim. Görüşlerine katılmasak da Bilad'uş Şam'daki kardeşlerimiz olan ve kalplerinde bir parça insanlık onuru taşıyan bu insanlar, bana Çöl Aslanı filminde General Rodolfo Graziani'nin Şeyh Ömer el-Muhtar'ın şehadetini saygıyla anarken gözyaşlarına boğulduğu sahneyi anımsattı.
Bu asalet duygusu, işgal altındaki Batı Şeria'da şehit için düzenlenen yas törenine katılan, sokaklara çıkıp siyahlar giyen ve acı acı ağlayanların kalplerini doldurdu. İsrail'in şiddet yoluyla intifadayı bastırma politikası nedeniyle Batı Şeria'nın kuzeyindeki direniş hareketi dışında pek kimse kalmamıştı, ama sonunda insanlar Nasrullah'ın şehadetinden duydukları üzüntüyü ifade etmek için geri döndüler.
Kuşkusuz bu farkındalığın arkasındaki ilk etken, Ghadi Francis'in de belirttiği üzere, 2000 yılındaki zaferden bu yana neredeyse yirmi yıldır evlerimize konuk olan ve bin yıllık neslin kişiliğini ve özgüvenini şekillendiren Hasan Nasrullah'tır. İkinci etken ise, uzun tarihsel bağlamı içinde, Batı Şeria, Gazze, Golan Tepeleri ve 2000 yılına kadar Güney Lübnan'da süregelen işgalin yarattığı, direniş bilincini sürekli olarak yeniden üreten toplumsal ve çevresel koşullardır. İşgal altındaki Güney Lübnan'da 1992 yılında Hasan Nasrullah'ın liderliğini ortaya çıkaran tarihsel maddi koşullar, beş yıl önce I. İntifada'yı tetikleyen Filistin topraklarındaki koşullara benzerlik gösteriyor. 1987'deki kitlesel hareket, banliyölerin kolektif bilincinde hâlâ canlılığını koruyor.
Güney Lübnan'ı anlamak, Batı Şeria'yı anlamamıza; ikisi arasındaki ilişkiyi kavramak ise Lübnan'ın fıtratını ve çevresiyle ilişkilerini çözümlememize yardımcı oluyor. Lübnan'da on yıllardır süren ayrışma, İsrail işgalinden zarar görenler ile Suriye vesayeti sırasında mağdur edilenler, aynı ideolojiyi ve ortak kahraman-düşman anlatılarını paylaşmayanlar arasındadır. Suriye krizi bu ayrışmayı varoluşsal bir rekabet noktasına kadar derinleştirdi. Bu durum, elbette Nablus'un (Suriye yanlısı) sempatisi ile İdlib'in sevinç gösterileri arasındaki farkı açıklıyor. Ne var ki ne sempati ne de sevinç, maddi-tarihsel bir temel olmaksızın anlaşılabilir.
Suriyeli akademisyen Fadi Ebu Dib, sevinenlerin iş birlikçi olarak değil, cahil olarak nitelendirilmesi gerektiğini vurgularken, entelektüel Yasin el-Hac Salih, sürekli sevinç gösterisini, toplumu gerçek siyaset pratiğinin dışına iten bir tür mağduriyet rolüne teslimiyet olarak tanımlıyor.
Birkaç yıl önce, 7 Ekim olaylarından da önce, Ramallah-Gazze arasındaki bölünmüş modelin Şam-İdlib arasındakine benzediğini söylediğimde, el-Fetih'li bir siyasetçi bana sert tepki göstermişti. Oysa gerçek şu ki, Lübnan'da kalıcı bir uzlaşı projesi, ancak tüm Bilad'uş Şam'ı kapsayan, Arap ve direnişçi Şam bilincini koruyan, Suriye'nin yeniden inşasını ve ülkede sahte değil gerçek bir siyasi değişimi içeren kapsamlı bir proje ile mümkün olabilir.
Kendi aramızda Güneyli, Gazzeli, Batı Şerialı mağduriyetleri kabul ettiğimiz doğrudur. Fakat artık şunu düşünmeye başlamalıyız: Suriyeli ve Maruni gibi diğer mağduriyetlerle alay etmek, onları inkâr etmek ya da tanımamak, bizi bu mağduriyetleri aşmaya götürmeyecek. Bilakis, bu tutum düşmanlarımızın bu mağduriyetleri sürdürmesine ve istismar etmesine zemin hazırlayacaktır.
Direnişi desteklemek için siyasi, sosyal ve diplomatik alanda pek çok başka cephe bulunuyor. Bilad'uş Şam solu olarak, toplumlarımız arasındaki uçurumu kapatmak için şu anda ve önümüzdeki on yıl boyunca yapmamız gereken çok iş var. Solun önümüzdeki on yıldaki başarısı, Seyyid Nasrullah'ın yaptığı büyük fedakarlığın, Şamlı Arap kimliğinin yeniden inşası ve şekillendirilmesinde kilit bir faktör haline getirilmesine bağlı olacaktır.
Bu bağlamda, bölgesel dinamikleri daha geniş bir perspektiften değerlendirmek ve ortak bir gelecek vizyonu oluşturmak kritik önem taşıyor. Şam bölgesindeki sol hareketler, tarihsel olarak toplumsal değişimin öncüleri olmuşlardır. Fakat bugün, bölünmüşlük ve iç çatışmalar nedeniyle bu rollerini etkin bir şekilde yerine getiremiyorlar.
Önümüzdeki dönemde, sol hareketlerin öncelikle kendi içlerindeki ayrışmaları aşmaları ve ortak bir platform oluşturmaları gerekiyor. Bu platform, Filistin meselesinden Suriye'nin yeniden yapılandırılmasına, Lübnan'daki siyasi krizden bölgesel iktisadi iş birliğine kadar geniş bir yelpazede çözüm önerileri sunabilmeli.
Ayrıca, Hasan Nasrullah gibi karizmatik liderlerin yokluğunda, yeni nesil liderler yetiştirmek ve onları bölgesel ve uluslararası arenada etkin kılmak da solun önemli görevlerinden biri olmalı. Bu liderler, geçmişin mirasını sahiplenirken, günümüz hakikatlerine uygun yeni stratejiler geliştirebilmeli.
Sonuç olarak, Şam bölgesindeki sol hareketler, tarihsel sorumluluklarının bilincinde olarak, bölgesel barış ve istikrara katkıda bulunacak yapıcı bir rol üstlenmeli. Bu, yalnızca bölge halkları için değil, küresel barış ve adalet mücadelesi için de hayati önem taşıyor. Nasrullah'ın mirası, bu yolda ilham verici bir rehber olabilir ama geleceğe dönük yeni ve kapsayıcı bir vizyon geliştirmek de bir o kadar önemli.
Çeviri: YDH