Aksa Tufanı ilk kandilini Lübnan'da yakıyor

img
Aksa Tufanı ilk kandilini Lübnan'da yakıyor YDH

"Temmuz 1947'den bugüne, 8 Ekim 2024'e kadar geçen yetmiş yedi yıl boyunca, zaman sanki kendi ağırlığında, sayısız hadise ve kurbanın etrafında, boş değirmen taşları gibi dönüp duruyor."




YDH - 7 Ekim Aksa Tufanı'nın birinci senei-i devriyesi, beklenen ve direnişin hiçbir zaman imtina etmediği ve bir yıl boyunca destek cephesini canlı tuttuğu Lübnan'da da devam ediyor. Lübnanlı yazar ve akademisyen, Prof. Dr. Nasim el-Huri, Rey el-Youm gazetesinde yer bulan köşe yazısında, "uluslararası toplumun" işlevsizliğine dair nazik bir hatırlatma yapıyor.

Aksa Tufanı bu hafta birinci yaşını doldurdu. 7 Ekim 2023 Cumartesi sabahı Hamas'ın kontrolündeki Gazze Şeridi'nden İsrail'e yönelik 300'ü aşkın roketle başlattığı koordineli ve ani saldırının ardından, 8 Ekim'de İsrail işgal güçleri kendilerini güney Lübnan'da, yani işgal altındaki Filistin'in kuzeyinde çıkmaz bir durumda buldu.

İsrail, Hizbullah'ın "destek operasyonları" adı altında yürüttüğü yoğun askeri faaliyetlere karşı yüzünü kuzeye çevirmek zorunda kaldı. Kuvvetlerini kuzey ve Gazze olmak üzere iki cephede bölüştürmek durumunda kalan İsrail, çatışmaları Beyrut'un güney banliyölerine, güney köylerine ve bir zamanlar Büyük Beyrut olarak anılan başkent bölgesine kadar yaydı. Baalbek, Hermel, Bekaa ve Güney Lübnan'ın kent, köy ve kasabalarının çoğunda şiddetli çatışmalar yaşandı.

Bu kronolojik özet, beni Lübnan'ın bölgelerine, sokaklarına, meydanlarına, çatılarına, okullarına, hastanelerine ve kuşlar gibi ölümden kaçan yerinden edilmiş insanlarına götürüyor. Hizbullah liderlerinin çoğunun öldürülmesi ve Paris ya da Dubai'nin modern banliyölerini andıran Dahiye semtlerinin sistematik bombardımanı ve tahribatı, durumun vahametini gözler önüne seriyor.

Size üzücü bir hakikati daha aktarmak zorundayım: Her biri bin kilogram ağırlığında 40 bin bombanın Lübnan ve Filistin'de kullanılmak üzere bölgeye ulaştığı ve daha fazlasının da yolda olduğu bildiriliyor. Bu bomba türü, 2006'da da kullanılmıştı ve içerdiği uranyum nedeniyle hava ve toprağı zehirlemişti. Bunun sonucunda, Lübnan'da 2006 öncesinde 10 bin olan kanser vakası sayısı yaklaşık 50 bine yükseldi.

Peki bundan sonra neler olacak?

Ne gariptir ki, günümüzde sayısı tahmin bile edilemeyecek kadar çok uzman, bilirkişi, muhbir ve provokatör türedi. Televizyon ekranlarını, WhatsApp gruplarını ve sosyal medyayı 24 saat boyunca işgal eden gazeteci, muhabir, analist ve yorumcuların sayısı giderek artıyor. Bu şahıslar, gecenin bir yarısında bile olsa, insanları kendilerini izlemeye adeta yalvarırcasına davet ediyor. Bir uzmanın gerçekten uzman olduğunu kabul etsek bile, ne yazık ki bu kişi bir yalancı, bir manipülatör ya da bir provokatör olabilir; uzaktan ve pek çok medya kanalı üzerinden, sadece haber yaratmak ve maddi çıkar sağlamak için gerçekleri çarpıtabilir.

Savaşlar acımasız ve yıkıcıdır. Bugün yaşanan çatışmalar, kan, yıkım, ölüm ve yaralıların ardı arkası kesilmezken, Arap dünyası ve uluslararası toplum anlamsız ve ağır aksak bir tepki vermekle yetiniyor. Bu karamsar tabloda, Lübnan Sağlık Bakanı Firas el-Abyad'ın tavrı takdire şayan. Kendisi, zorlu görevleri ve ülkedeki tüm hastaneleri yaralıların tedavisi için seferber etmesiyle, ayrıca Lübnan ve uluslararası kamuoyunu yaşanan trajedi hakkında sakin, bilimsel, düzenli ve duyarlı bir şekilde bilgilendirmesiyle, benim ve pek çok insanın gözünde mütevazı bir şövalye olarak öne çıkıyor.

Birleşmiş Milletler'in, Güvenlik Konseyi'nin, Arap ülkelerinin ve dünyanın büyük bir bölümünün bu insani kriz karşısındaki utanç verici sessizliği, dehşet verici bir çaresizlik tablosu çiziyor. Sanki yoğun füze bombardımanı, bazı yerel, Arap, bölgesel ve uluslararası yetkililere ulaşmış olabilecek gizli anlaşmaların örtüsü altında devam ediyor; bunun ne kadar tuhaf olduğunu ancak Allah bilir.

Şahsen beni en çok etkileyen şey, başkent Beyrut'un ve Lübnan'ın diğer vilayet, ilçe, şehir ve köylerinin meydanlarını, caddelerini ve kaldırımlarını dolduran çaresiz insanların varlığı ve buna eşlik eden boğucu sessizlik oldu. Kent merkezlerinin bu kasvetli atmosferi, yaşanan trajedinin en somut göstergelerinden biri.

Meclis Başkanı Nebih Berri'ye bir yurttaş olarak ulaşarak, kendisinden Ayn el-Tine'de önemli şahsiyetleri bir araya getirmesini talep ettim. Amacım, Lübnan halkının yanıp tutuşan, gaspa uğrayan, aç, susuz, yerinden edilmiş ve yoksullaşmış tüm kesimlerinin tek sesi olarak çok dilli -Arapça, Fransızca, İngilizce ve Rusça- bir çağrı yapılmasıydı.

Bu çağrının dünya basının önünde, uluslararası liderlere ve kuruluşlara doğrudan hitap ederek yapılmasını önerdim. Berri'nin şimdilik sadece geçici Başbakan ve eski İlerici Sosyalist Parti lideri Velid Canbolat ile görüştüğüne şahit olduk. Fakat ben, mevcut ve eski bakanlardan ve milletvekillerinden oluşan geniş bir gruptan destek istedim. Hepsi bu fikri destekleyip takdir etti; bazıları girişimi uygun bulurlarsa ertesi sabah Ayn el-Tine'ye geleceklerini belirtti.

1948'den bu yana Filistin konusunda alınan kararları yan yana dizsek, üstünkörü okumaya bile tenezzül etmezdik. Özellikle Arapların, Doğu'nun ve dünyanın bir sonraki ABD başkanlık seçimini endişeyle beklediği bu kayıp zamanda, Lübnan ve Filistin'de zoraki bir deney yaşanıyor. BM ve uluslararası kurumlar aracılığıyla, içi boş metinler üretiliyor, tekrarlanıyor ve kopyalanıyor. Tıpkı somut hiçbir şey söylemeden bocalamaya devam eden milletler gibi, bu metinler de herhangi bir anlam, içerik veya pratikten yoksun.

Okurlarım beni bağışlayacaktır, şimdi onlara bir dizi önemli tarihsel hakikati hatırlatmak istiyorum:

Birincisi: Amerikalılar ve dünya ülkeleri, "adaletin gücü yerine gücün adaletini" ilan ettiklerinde, imparatorlukların çöküşünü unuttular. Oysa Bizans, Yunan, Roma ve Britanya imparatorlukları ile onların çok katmanlı medeniyetleri, bugün sözlüklerde dokuz siyah harfle beş satırı geçmeyen birer örnek olarak duruyor. Bu ülkeler şimdi yavaş krizlerle sarsılıyor, gerileme ve çöküş riskleriyle karşı karşıya kalıyor.

İkincisi: Yemen, Tunus (cumhurbaşkanının değişmesini bekliyor), Mısır, Suriye ve büyük güçlerin parmak şıklatmalarıyla titreyen diğer Arap ülkelerindeki sarsıntılar ve devrimler... Bu durum, adalet, eşitlik, genç kadroların gelmesi ve yerel ve uluslararası yasaların gözden geçirilmesi olmadan, Lübnan'ımızı, halkımızı, zenginliklerimizi ve hassas nesillerimizi kuşatan bu yoğun belirsizlik ve derin korkunun geleceğine ışık tutuyor. Artık sadece boyun eğmek ve sözde saygı göstermekten öte adımlar atılması gerekiyor.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi: Platon'un Cumhuriyet'inin çevirmeni Hanna Habbaz ve Suriye Üniversitesi tarih profesörü Dr. Corc Haddad'ın kaleme aldığı Faris el-Huri: Hayatı ve Dönemi başlıklı kitabı sabah beşe kadar okudum. Bu değerli eser, Filistin, Lübnan, Suriye, Mısır, Libya, Tunus ve Fas'ın bağımsızlığı için uluslararası kürsülerden yapılan yüzlerce konuşma ve bildiriyi içeriyor. Uzun tarihsel sıralamaları bir kenara bırakıp asıl sonuca odaklanalım:

Temmuz 1947'den bugüne, 8 Ekim 2024'e kadar geçen yetmiş yedi yıl boyunca, zaman sanki kendi ağırlığında, sayısız hadise ve kurbanın etrafında, boş değirmen taşları gibi dönüp duruyor. Eski ve yeni metinleri, olayları ve kararları okuduğumuzda, karşımıza çıkan tatsız ve tekrar eden belgeler, bize Filistin'in nasıl kaybedildiğini ve parçalanmış, gelecek nesillerinin kaderi konusunda endişeli bir Lübnan tarihinin nasıl yorgun düştüğünü gösteriyor.

Birleşmiş Milletler koridorlarında yırtık ve kanlı elbiseleriyle bekleyen Lübnan ve Filistin'de kim kimin adına savaşıyor? Belirsiz devlet başkanlarının dillerinde ve muğlak girişimlerinde tekrar eden anlamsız söylemler arasında, sadece bugünün Lübnanlılarını değil -Arapları ya da Müslümanları demiyorum artık- vatanlarının mezarlıklarında ve kapıları ardına kadar açık hastanelerinde bir bir kaybediyoruz. Ve dünyanın dört bir köşesine, kaldırımlarına sürgün ediliyoruz.

Çeviri: Emre Köse