Batı'nın sanrıları

img
Batı'nın sanrıları YDH

"Bazıları Lübnan’daki vatandaşların bir kısmını ülkeden sürmeyi ve İsrail’in güvenliğine daha fazla uyum sağlayacak şekilde, Sykes-Picot Anlaşması'ndan bile daha bölücü yeni bir Orta Doğu haritası dayatmayı öneriyor."




YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Rim Hani, Batılı ve özellikle Amerikan siyaset kurumunun Lübnan’daki mevcut savaşa siyasi olarak müdahale etme ve yatırım yapma isteğinin giderek daha belirgin hale geldiğine dikkat çekiyor. Hizbullah liderlerine yönelik suikastlar ve saldırıların ardından, Washington’da Lübnan’daki siyasi çıkmazı kırma fırsatının doğduğuna inanan bazı çevreler, yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesinin hem Lübnan’da Hizbullah’ın etkisini zayıflatabileceğini düşünüyor.

Bölgemizin bu denli kritik bir dönemden geçtiği şu günlerde, Amerikan karar mercileri, araştırmacıları ve analistlerinin yeniden sahneye çıkması, özellikle de bölgenin genelinde ve Lübnan özelinde "vesayet" rolünü üstlenerek kendilerine uygun "çözümler" sunmaları hiç de şaşırtıcı değil.

Öyle ki, bazıları Lübnan’daki vatandaşların bir kısmını ülkeden sürmeyi ve İsrail’in güvenliğine daha fazla uyum sağlayacak şekilde, Sykes-Picot Anlaşması'ndan bile daha bölücü yeni bir Orta Doğu haritası dayatmayı öneriyor.

Bu öneriler, Lübnan'ın gerçeklerine dair derin bir bilgisizlikten kaynaklanıyor ve Hizbullah'ın Lübnan'ın iç dengelerinden "çıkarılabileceği" yanılsamasına dayanıyor.

Amerikan Newsweek dergisinde yayımlanan makalede, eski Associated Press Orta Doğu Editörü Dan Perry, okuyucuyu savaş döneminde Londra ve Paris’te duman altı bir odada Osmanlı İmparatorluğu'nun haritasını inceleyen iki diplomatı hayal etmeye davet ediyor.

Bu diplomatlar, o dönemde Britanya’yı temsil eden Mark Sykes ve Fransa’yı temsil eden François Georges-Picot’tan başkası değil. Perry, ikisinin de ünlü haritacılar veya Orta Doğu uzmanları olmadığını belirtirken, 1916'da imzaladıkları gizli anlaşmanın ve sonraki bazı düzenlemelerin, bugünkü "yararsız" Orta Doğu haritasını ortaya çıkardığını ifade ediyor.

Perry’e göre, Lübnan’ın da dahil olduğu iç karışıklıkların kökeni, Batı'nın çizdiği ve bölgenin dini veya etnik farklarını göz ardı eden yapay sınırlara dayanıyor. Irak ve Suriye’deki savaşlar gibi örnekler vererek bu sınırlamaların sonuçlarını gözler önüne seriyor.

Makalede ayrıca, Fenike ve Helenistik toplumlara kökleri dayanan "eski bir Hristiyan etnik-dini grup" olarak tanımlanan Marunilerin, Lübnan Dağı bölgesinde kontrol edebilecekleri küçük bir devlet kurma fırsatı buldukları belirtiliyor.

Ancak, Perry’e göre, "Büyük Lübnan" vizyonu peşindeki Marunilerin liderliği, Bekaa Vadisi, Trablus ve güney kıyı bölgelerini de içerecek şekilde bu devletin sınırlarını genişletmeye çalıştı. Bu genişleme ise, yeni devlette Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeleri de "kapsama" zorunluluğu doğurdu ve bu süreçte "açgözlülük ve aptallık" sergilendi.

Makale, Marunilerin Avrupa ile olan ilişkileri, eğitim seviyeleri ve iktisadi güçlerinin daha büyük ve daha çeşitli bir devleti kontrol altında tutma umuduna yol açtığını; fakat bunun yerine, Lübnan’ın çöküşünün tohumlarını ektiklerini ve ülkeyi ciddi şekilde "başarısız bir devlete" dönüştürdüklerini savunuyor.

Şu anda ise, Perry’ye göre Lübnanlıların Hizbullah’ın zayıflatılmasının ardından ülkeyi "geri kazanmak" ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanması için Batı’dan ve Arap dünyasından yardım isteme fırsatı mevcut.

Bu görüşü savunanlar, diplomatik çabalar sonuçsuz kalırsa, büyük bir "yeniden düşünme" zamanının geldiğini ve Lübnan’daki Hristiyanların, şu an çoğunluğu Müslüman olan "çok etnikli ülke" deneyimini tersine çevirmeyi düşünmesi gerektiğini söylüyorlar.

Perry şöyle devam ediyor: "Eğer bir Lübnanlı Hristiyan olsaydım, geçmiş yüzyılın hatasını düzeltmeyi ve Beyrut çevresinde, Cuniye ve Cibeyl gibi sahil kentlerini ve Lübnan Dağı’nın bazı bölgelerini içeren bir Hristiyan devleti kurmayı düşünürdüm."

Bu "devletin" başlangıçta bir konfederasyonun parçası olarak çalışabileceğini, daha sonra bağımsızlığa yönelebileceğini belirtiyor. Hristiyan olmayan bölgeler ise savaş sonrası Suriye’ye veya bölgedeki gelecekteki çok etnikli bir devlete entegre edilebilir.

Bu senaryoya göre, Beyrut, daha "barışçıl ve daha küçük bir Lübnan'ın" merkezi haline gelir; daha homojen bir nüfusa sahip olur, İsrail ile savaşmak zorunda kalmaz ve "Avrupa'ya daha yakın kültürünü" yeniden kazanır, "cihatçı saçmalıklarından" kurtulur.

Yukarıda belirtilenler, bazı gözlemcilerin ve belki de bazı Batılı politika yapıcıların aklındaki en "aşırı" görüşler ve planlar arasında yer alsa da Batı’nın, özellikle ABD’nin, Lübnan'daki devam eden savaşa siyasi olarak yatırım yapma isteği nihayet daha belirgin hale gelmeye başladı.

Örneğin, Amerikan Politico gazetesinde yayımlanan bir rapora göre, Hizbullah’ın üst düzey liderlerinden bazılarının suikastlarla ve sabotajlarla ortadan kaldırılmasının ardından, Washington’daki ve başka yerlerdeki bazı yetkililer, Lübnan’daki siyasi çıkmazı kırmak ve savaşın tırmanışını durdurmak için bir "fırsat penceresi" olduğuna inanıyor.

Raporda, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in bu amaç doğrultusunda yakın zamanda geçici hükümetin başbakanı Necib Mikati ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile telefon görüşmeleri yaptığı ifade ediliyor.

Blinken’in daha önce de Suudi, Katarlı ve Fransız mevkidaşlarıyla, Lübnan’da yeni bir cumhurbaşkanının seçilmesi gibi bir kararın, Orta Doğu’daki tansiyonu nasıl düşürebileceği ve Hizbullah’ın 1701 sayılı BM kararına uygun olarak İsrail’in kuzey sınırlarından güçlerini çekmeye nasıl zorlanabileceği üzerine görüştüğü belirtiliyor.

Washington’da bu görüşle ilgili tam bir "fikir birliği" olmadığına dikkat çekilse de bazı yetkililer Hizbullah’ın Lübnan'ın siyasi sahnesinde, ordusunda, sivil ve sosyal hizmetlerinde oldukça köklü bir yapıya sahip olması nedeniyle bu etkinin ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını savunuyor.

Yine de bu fikre şüpheyle yaklaşanlar bile Politico gazetesine göre bu durumu "denemeye değer" buluyor. Amerikalı yetkililer ayrıca, Blinken’in bu ay Fransa’da yapılacak Lübnan konulu uluslararası konferansa katılmasının beklendiğini belirtiyor.

Axios internet sitesine konuşan Amerikalı yetkililer, Beyaz Saray’ın Hizbullah liderliği ve altyapısına yönelik "İsrail’in büyük darbesinden" faydalanarak önümüzdeki günlerde yeni bir Lübnan cumhurbaşkanının seçilmesi için baskı yapmayı planladığını aktardı.

Yetkililere göre, Nasrullah'ın şehit edilmesi ve Hizbullah’ın yıllardır en zayıf durumda olmasıyla, Biden yönetimi, Hizbullah’ın Lübnan siyasi sistemindeki etkisinin önemli ölçüde azaltılması ve milislerle müttefik olmayan bir cumhurbaşkanının seçilmesi için şimdi bir fırsat olduğunu düşünüyor.

Hatta Washington açısından, Lübnan’da cumhurbaşkanlığı seçimi, Hizbullah ile İsrail arasındaki ateşkes sağlanmasından bile daha acil bir öncelik haline geldi.

Bu görüş, Orta Doğu uzmanı Dennis Ross tarafından da destekleniyor. Ross, Washington Post gazetesine yaptığı açıklamada, "Nasrullah’ın ve Hizbullah liderliğinin gidişiyle, Lübnan hükümeti ve ordusunun devleti yeniden ele geçirme zamanı geldi," diyor. ABD Başkanı Joe Biden da aynı duyguları paylaşıyor.

Aynı doğrultuda, Orta Doğu Enstitüsü tarafından yayımlanan bir rapor, Washington’un Hizbullah veya onun adına müzakere eden "yolsuz hükümetle" başlıca ortaklar olarak müzakere yapmayı bırakması gerektiğini savunuyor. Rapora göre, sadece "tek bir uygulanabilir senaryo" var ve ABD’nin on yıllardır Lübnan ordusuna yatırım yapmasının sebebi tam da bu senaryo için hazırlık yapmaktı.

Çeviri: YDH