Onların 'ertesi gün' senaryosu

img
Onların 'ertesi gün' senaryosu YDH

"Esasında bize önerdikleri şey, Körfez ülkelerindeki gibi bir hayat düşlememiz."




YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, bugünkü köşe yazısında, Körfez ülkelerinin Lübnan’a yönelik yatırımlarını durdurduklarını ve Lübnanlıların direnişi bırakmaları karşılığında çeşitli şantajlarla karşı karşıya kaldığını vurguluyor. Körfez ülkelerinin baskıcı rejimlerinde ifade özgürlüğünün yok sayıldığını ve Lübnan halkına bu ülkelerin yaşam tarzının bir model olarak sunulduğunu anımsatan el-Emin, bu modelin, Ürdün, Mısır ve Fas gibi ülkelerdeki otoriter yönetimlerin yolsuzluk ve yoksulluk üzerine kurulu düzenini yansıttığına dikkat çekiyor. Yazar, Lübnan halkının özgürlük ve onurlu bir yaşam hakkı için bugünkü direnişine devam etmesi gerektiğini vurgulayarak, geleceğin bu "bugünkü" mücadelede kazanılacak zaferlerle şekilleneceğine işaret ediyor.

Amerika ile savaşmaya cesaretin var mı? Bu cümle, direniş fikrine karşı olanların, sadece Amerika'nın yönetimine değil, aynı zamanda onun iradesine boyun eğişlerini haklı çıkarmak için sürekli kullandıkları bir ifade.

Bu tür teslimiyetçi tutumu genelleyenlere başka bir isim vermek zor; onlara basit anlamda Amerika'nın casusları denebilir. Üstelik yalnızca teslim oldukları için değil, hayatta kalmalarının diğer insanları da bu teslimiyete çağırmalarına bağlı olduğunu bildikleri için öyle.

Bu yüzden, ABD’ye karşı çıkan herkesi ölüm, açlık ya da sürgünle korkutmak için gönüllü oluyorlar. Fakat bunu yaparken ne katilden ne de cinayetin sorumluluğundan bahsediyorlar; bilakis, kurbanın ölümünden onu suçlu tutuyorlar, zira nasihatlerini dinlemeyip kendi sonuna razı bir şekilde yürümüş oluyor.

Bu insanlar bize şöyle diyorlar: Amerika’ya direnmeyin, çünkü cezası ağır ve acımasız olacaktır.

Amerika ve Avrupa’nın iradesine karşı gelmenin külfetini vurgularken, bu yola başvuran ülkelerin içine düştüğü kötü durumlarını örnek gösteriyorlar.

Kimse sormadan, açıklamalarını derinleştiriyorlar: “İnsanca yaşamaktan mahrum kalacaksınız, iktisadi ve mali ambargolar uygulanacak, büyüme ve refah size yasaklanacak, küresel ekonomiden dışlanacaksınız, iyi bir eğitim ya da sağlık hizmeti alamayacaksınız, iyi bir altyapınız olmayacak ve tecrit edilip seyahat etmeniz engellenecek.”

Bu casuslar, Amerika'nın ambargoları altında ezilen ülkelerden, Suriye, Irak, İran, Kuzey Kore, Küba, Venezuela gibi örnekler verdiklerinde ise hemen kendi çelişkilerine düşüp bu ülkelerin halklarını bu felaketlerin sorumlusu olarak suçluyorlar.

Peki bu insanlara ne denebilir? Beni, Amerika’nın isteklerine boyun eğmezsem yaşam hakkımdan mahrum bırakmakla tehdit edip, sonra ülkeme yönelik Amerikan ambargosu nedeniyle yaşanan felaketlerin sorumlusu olarak beni suçluyorsun.

Acaba bu insanlar bir kez olsun Amerika’nın Küba ya da İran gibi ülkelerden çaldığı devasa miktarlardaki paraları hiç düşündüler mi?

Bu paralar, örneğin İran ve Küba halklarına ait olan bu kaynaklar, sadece kamu sektörlerini geliştirmek için bile neler yapabilirdi, biliyorlar mı?

Esasında bize önerdikleri şey, Körfez ülkelerindeki gibi bir hayat düşlememiz. Ancak özünde bizden Ürdün, Mısır ve Fas halkları gibi yaşamamızı istiyorlar; yani eleştirilemeyen diktatörlerin yönetiminde, rant ekonomisine saplanmış ve üretken bir ekonomi hayali bile kurmayan bir yaşam.

Biz baskı altına girince, kimin bize borç vereceğini sorduğumuzda ise hemen yanıt veriyorlar: “Lübnan’a küresel, bölgesel veya Arap ülkelerinin fonlarından yapılacak herhangi bir finansal kredi programı, ancak direnişten vazgeçerseniz başarılı olabilir.”

Ve hemen ardından, devletin elindeki varlıkları bu borçların faizleri karşılığında takas etmeye kalkışıyorlar. Şu anda Mısır, Ürdün ve Fas’ta yaşananlar tam da bu değil mi? Yani, Amerika ile sıkı bir ittifak ve İsrail ile "normal" ilişkiler içinde yaşanan durum!

Biz kendi yöntemlerimizle sadece aydınlatma için elektrik üretimi amacıyla biraz destek almaya çalıştığımızda, başka sektörleri de etkileyecek yaptırımlarla tehdit ediliyoruz.

Bize şöyle diyorlar: “Dünyanın herhangi bir ülkesinden petrol almak yasak, ancak bizim onayımızla alabilirsiniz. Eğer Amerika’ya karşı olan ülkelerden destek almaya cüret ederseniz, elinizde kalan her şeyden de mahrum kalırsınız.”

Bu mesele sadece İran’la alakalı da değil. Bize açıkça şunu söylüyorlar: “Eğer örneğin, Çin'den telekomünikasyon ağı için destek almayı düşünürseniz, ağır bir cezalandırmayla karşılaşacaksınız.”

Peki, Çin İsrail'e karşı direniş cephesinde mi yer alıyor? Ya da Amerika ile herhangi bir savaşın içinde mi?

Ayrıca, Irak'a da baskı yaparak, birkaç saatlik elektrik üretimi için ihtiyacımız olan yakıtı göndermelerini engellemeye çalışıyorlar. Amerikalılar gayet açık bir şekilde şunu söylüyorlar: "Lübnan’a gelecek herhangi bir yardım bizim isteğimize göre olacak ve nerede kullanılacağına biz karar vereceğiz."

Hatta yoksul halka yardım eden hayır kurumları bile artık yalnızca devletlerin kontrolünde.

Katar deneyimi de ortada. Katar’ın yardım dağıtmasına izin veriliyor ama hangi kesimlere yardım edileceğine Katar karar veremiyor; yalnızca Amerika'nın Lübnan’daki özel programına riayet etmek zorundalar. Ve yardımları sadece Lübnan ordusuna yönelik olabiliyor.

Kimse orduya verilen desteğe karşı çıkmıyor ama Katar’a, örneğin, doğalgazla çalışan elektrik santralleri kurma veya sahip olma izni verilmiyor, fakat Lübnan’da yeni bir siyasi program çerçevesinde, bu programın da temelinde direnişin silahsızlandırılması olması şartıyla bu mümkün.

Aynı zamanda, Amerika’nın onayladığı bir cumhurbaşkanı seçimi için destek verenlere Katar cazip teklifler sunabilir. Katarlılar bunu saklamıyor.

Onlara sorduğunuzda, size açıkça şunu söylüyorlar: “Amerikan baskılarına karşı koyamayız.” Eğer biri onları köşeye sıkıştırmaya kalkarsa, Filistin'deki deneyimlerine işaret ediyorlar: “Gazze Şeridi’ne gönderdiğimiz tüm paralar, önce Amerika'nın [ve İsrail'in] onayıyla gönderildi.” Hatta Hamas liderliğini ülkemizde ağırlamamız bile, kabul ediyor olsak da Amerika'nın onayı olmadan gerçekleşmezdi.

Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt ise artık bambaşka bir dünyada yaşıyor. Yeni yöneticilerinin Lübnan’a karşı uzun süredir bir hesapları var.

Dikkatle incelerseniz, Amerika taraftarlarının açığa çıkarmak istemediği, fakat oldukça aşikâr olan hakikatleri görebilirsiniz. Bu durumu onların en büyük "sihirbazı" özetlemişti.

Bir keresinde, Muhammed bin Selman aracı bir kişiye büyük bir açıklıkla şunu söylemişti: “Lübnan’a on milyarlarca dolar harcadık ama politikacılar bu paraları çaldı. Üstelik bu politikacılar, bize yakın olan kişilerdi. İran ve destekçilerine karşı verdiğimiz mücadelede küçük bir destek talep ettiğimizde bile hemen geri çekildiler, savaş alanından kaçtılar. Ellerinde yığınla para olduğunu biliyoruz.

Peki neden bizden daha fazlasını istiyorlar ve ülkelerinde harcamaya yanaşmıyorlar?”

Bin Selman sözlerini alaycı bir şekilde tamamladı: “Amerikalılar bize Lübnan’a yardım etmeyin demeye gerek bile duymuyorlar. Zaten bu ülkeye artık ihtiyaç duymuyoruz.

Bir devlet olarak bize hiçbir faydaları yok. İhtiyacımız olan tek şey, bazı Lübnanlıların bireysel hizmetleri. Biz onlarla tekil olarak ilgileniyoruz. Ve onları cezbetmek için büyük finansal imkânlarımız var. Tek şartımız açık ve net: Sadece bizimle değil, bizim adımıza çalışacaksınız.

Ada yöneticileri de Lübnan'a verilen tüm desteğin kesilmesinin ABD'nin siyasi programıyla bağlantılı olduğunu gizlemiyorlar. Kuveyt'te, daha önce görülmemiş bir izolasyon hali oluştu ve bu durum Kuveyt'in konumunu, hatta Körfez ülkeleri arasında bile zayıflattı.

Bu politika, Kuveyt’i denklem dışında bıraktı. Üstelik yöneticileri, Suudi Arabistan’ın isteklerine körü körüne boyun eğerek, ülkelerinin siyasi ve sosyal istikrarını tehlikeye atıyorlar.

Dahası, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkeler Lübnan’daki tüm yatırımlarını iptal etti. Ada zenginlerinin Lübnan bankalarına yatırdığı paralar onlara büyük getiriler sağladı.

Kriz patlak verdiğinde, bazıları paralarını çekmeyi başardı ama diğerleri, tıpkı diğer mevduat sahipleri gibi, kayıplar yaşadı. Öte yandan, saraylar ve misafirhaneler artık gereksiz hale geldi, zira Körfez’deki yeni nesillerin turizm, eğitim veya sağlık hizmetleri için Lübnan dışındaki yerlere yöneldiğine şahit oluyoruz.

Şu anda bu ülkelerin Lübnan’da harcadıkları paralar, sadece siyasi programlara hizmet eden alanlarla sınırlı ama bu programlar daha ziyade güvenlik politikalarını destekliyor.

Daha da ötesi, kimse şunu biliyor mu: Muhammed bin Zayid gibi bir lider, ülkesinin Lübnan’da bir büyükelçiye ihtiyaç duymuyor.

Yaklaşık iki yıl önce, güvenlik ve siyasi ekibiyle kapsamlı bir inceleme yaptı ve Lübnan dosyasının kendi sorumluluklarında olmadığını, yalnızca Amerika bunu zorunlu kıldığında ilgileneceklerini ve özellikle Suudi Arabistan’ı kızdırmayacak şekilde hareket edeceklerini belirledi.

Abu Dabi hükümeti, farklı bir strateji benimsemiş durumda. Tarafsız bir duruş sergilemiyorlar; aksine, mevcut savaşta İsrail’in yanında yer alıyorlar ve Beyrut’taki çıkarlarının tehlikeye girmesinden epey korkuyorlar.

Suudi Arabistan gibi, ihtiyaç duydukları Lübnanlıları çekebileceklerini ve kendi istedikleri şekilde yönetebileceklerini düşünüyorlar.

Kendi koydukları yasalara göre, Lübnanlıların siyasi konular hakkında konuşması zaten yasak. Konuşanlar ise bunu sadece alçak bir sesle yapabiliyor.

Eğer biri alenen konuşacaksa, bunu ancak izinle yapabiliyor ve zaten bu, devletin isteğinin dışına çıkamıyor. Eğer oradaki Lübnanlılara bu baskıcı rejimde nasıl yaşadıklarını sorarsanız, hazır bir cevap alırsınız: “Bunlar onların kuralları, ya saygı duyarsın ya da ülkeyi terk edersin.”

Peki, hürriyet ve ifade hürriyeti aşkınız ne olacak? Lübnan’daki ailenize destek verme hakkınız var mı?

Cevap daha da acıklı: “Her türlü destek, Birleşik Arap Emirlikleri devleti tarafından bilinmeli. Birine para göndermek isterseniz, bu para düşman olmayan birine gitse bile, önce izin almanız gerekir ve bunu BAE'nin bankacılık sistemi üzerinden yapmamanız şarttır.”

Fakat bu insanlar, aynı zamanda bizi bir başka hikayeyle de boğuyorlar: Amerika ve Avrupa’dan daha ileri bir devlet olduklarını, her şeyin son teknoloji ile yönetildiği, yiyip içip rahatça yaşadığınız, lüks arabalar, parfümler ve aksiyon filmlerinden konuştuğunuz bir yer.

Dünyada olup bitenlerle ilgilenmeniz gerekmediğini, bu yüzden neden Gazze’de ya da Lübnan’da olan katliamları izleyerek kendinizi yoruyorsunuz, diyorlar: "Şu siyaseti bir kenara bırak, ne gerek var!"

Yaklaşık iki yıl önce, saygın akademisyen Samir el-Mukaddesi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin beşerî bilimler alanında ders vermesi için Lübnanlı akademisyenleri çekme isteğinden bahsettiğinde şu cevabı vermişti: “Düşünmenin bile yasak olduğu bir ülkede nasıl siyaset, sosyoloji, psikoloji ve edebiyat dersleri verebilirsiniz ki?”

Amerika'nın taraftarları, bize Körfez ülkelerini bir yaşam modeli olarak sunuyorlar ama bu önerinin imkânsız olduğunu gayet iyi biliyorlar. Zira bizde ne petrol ne de doğalgaz var.

Esasında bize sundukları modelin, özünde Ürdün, Mısır veya Fas’tan öteye geçmediğini göz ardı ediyorlar. Bu ülkelerde yönetim, diktatörlerin elinde ve hürriyet kavramının bir anlamı yok. Yolsuzluk içindeki yöneticiler için hayat gayet iyi ilerlerken, onların kamu ve özel sektördeki yandaşları sıradan bir yaşam sürüyor.

Geri kalan halk ise yoksulluğun eşiğinde bir hayat sürmeye mahkûm ediliyor.

İşte bu, onların bizden şimdi düşünmemizi istedikleri "ertesi gün" senaryosu.

Bizim ilk olarak bilmemiz gereken şey, onların ise daha sonra farkına varacakları şu: Biz, "bugünümüzü" sınırın her köşesinde ya da iç bölgelerde direnenlerle birlikte yaşıyoruz.

Gelecekte özgürlüğümüzü koruma ve haysiyetli bir yaşam hakkımızı elde etme hedefimiz, bugünkü mücadelemize bağlı. Bu uzun direniş savaşında her kazandığımız şey, "bugünümüzde" elde ettiklerimizle şekillenecek!

Çeviri: Emre Köse



Makaleler

Güncel