"Bugün direnişi eleştirme yarışına girenlere şu soruyu sormak gerekiyor: 1982'deki işgalden sonra, İsrail’in çoğu Lübnan topraklarından çekilmesini sağlayan şey, uluslararası kararlar mıydı?"
YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Bedir el-Hacc, Lübnan direnişine yönelik suçlamaların asılsız olduğunu belirterek, işgalcilere karşı uluslararası kararların değil, silahlı direnişin başarı sağladığını belirtiyor. Aynı zamanda, mezhepçi çekişmeler ve işbirlikçi grupların Lübnan’ın ulusal egemenliğini zayıflattığına işaret ediyor. ABD'nin Kudüs’ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığı ve Golan Tepeleri’ni ilhakını tanıdığı son dönemin, Siyonist projenin güç kazandığı bir "altın çağ" olarak nitelendiren yazar, ancak bu dönemde direnişin varlığını sürdürmesini, Siyonistlerin planlarını bozan bir etken olarak değerlendiriyor.
2006 savaşındaki yenilgilerinden sonra, Siyonistler yeni bir savaşa hazırlanmak için çalışmalara başladı.
O dönemde bile, bazı Arap liderleri –Fuat Sinyora da dahil olmak üzere –Siyonistlere savaşı sürdürmeleri çağrısında bulunuyordu. Ancak İsrail’in bu talebe karşılık verecek gücü kalmamıştı. Katar'ın eski Başbakanı’nın açıklamasına göre, İsrailliler ateşkes talebinde bulunmuştu.
Aradan yıllar geçti ve İsrail, Filistin topraklarını sistematik bir şekilde Yahudileştirme politikasını ve Filistinlilere karşı işlediği katliamları sürdürdü.
Bu sırada, Arap rejimleri sessiz kalmayı tercih etti ve papağan gibi sürekli “Arap Barış İnisiyatifi” adı verilen önerinin hayata geçirilmesi gerektiğini tekrarladı. Fakat bu inisiyatif de bugün “iki devletli çözüm” adı verilen bir başka sahte vaatle yer değiştirdi.
Daha öncesinde, Amerikalılar 1993 yılında Oslo Anlaşması'nı, Filistin’i satan bir grup işbirlikçi Filistinli ile hayata geçirmişti. Bu anlaşmayı 1994’te Ürdün’ün teslimiyeti olarak görülen Vadi Arabe Anlaşması izledi.
Bu gelişmelerle birlikte, Siyonistler ve Batı, Mısır ve Ürdün’ün etkisiz hale getirilmesi ve Mahmud Abbas çetesinin yükselişiyle, İsrail için barışın tesis edileceğini ve Filistin’le olan mücadelenin sona ereceğini düşündü.
Bu değerlendirmeler ışığında, Siyonistlerin dikkatleri, özellikle de 2003 yılında ABD işgaliyle Irak’ın yıkılmasından sonra., kuzey cephesine çevrildi.
Aksa Tufanı’ndan önce, Siyonist proje adeta “altın çağını” yaşıyordu. Arap rejimleri birer birer çöküyordu. Aynı zamanda Amerikalılar, Arap finansmanıyla tekfirci örgütleri harekete geçirdi.
Bu gruplar önce Irak’ta büyük bir yıkım ve katliam furyası başlattı, ardından aynı görevle Suriye’ye taşındılar. Böylece hem Irak hem de Suriye yıpratıldı ve enerjileri tükendi.
Bu süreçte Amerikalılar, İsrail ile geriye kalan Arap rejimleri arasındaki normalleşme ve ittifak sürecini hızlandırdı.
Filistin’de ise Kudüs, ABD’nin onayıyla İsrail’in başkenti ilan edildi. Aynı zamanda, Golan Tepeleri’nin İsrail’e ilhakı da yine Amerikan “arabuluculuğuyla” tanındı.
Fakat tüm bu gelişmelere rağmen, Siyonist kolonyal projeye karşı silahlı direniş hareketi varlığını sürdürdü. Dahası bu direniş hareketi, daha önce uzun süre hareketsiz kalan veya Siyonist projenin tehlikelerini görmezden gelen geniş kitleler arasında yayılmaya başladı ve büyük bir tehdit oluşturmaya devam etti.
Siyonist liderler, bir zamanlar Lübnan’ı “bir askeri birlik bile kullanmadan, bir orkestra eşliğinde işgal edebileceklerini” iddia ediyorlardı. Ancak, Lübnan 2006 yılında İsrail’i ikinci kez mağlup ederek herkesi şaşkına çevirdi.
Ardından, Aksa Tufanı olarak adlandırılan şok edici olay gerçekleşti ve bu olay, Batı ülkelerini ve donanmalarını, ilk defa somut bir şekilde tehdit edilen kolonyal İsrail projesine yardım etmek için harekete geçirdi.
Bu gelişmeler, direnişi yok etme planlarının uzun zamandır hazırlık aşamasında olduğunu ve bu planların er ya da geç hayata geçirilmeyi beklediğini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Siyonistlerin son dönemde Lübnan’a yeniden saldırmayı planlaması da bunun bir göstergesidir.
İsrail’in direnişi ortadan kaldırmak için herhangi bir bahaneye ihtiyaç duymadığı aşikâr. Dolayısıyla, İsrail’in Lübnan’a yalnızca Lübnan direnişinin Filistinlilere verdiği destek yüzünden saldırdığını iddia edenler büyük bir yanılgı içerisindedir.
İsrail ordusu, uzun zamandır Lübnan’a yönelik saldırı senaryolarını içeren askeri tatbikatlar yapıyordu. Bu tatbikatlar, Kıbrıs, işgal altındaki Golan Tepeleri ve el-Celil bölgelerinde gerçekleşti.
Geçtiğimiz hafta, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Lübnan’a saldırı planlarının hazırlandığını ve bunun Gazze’ye verilen destekle hiçbir ilgisi olmadığını açıkça ifade etti.
Netanyahu, Lübnan’a yönelik savaşın gerekçesini, direnişin İsrail’in çağrı cihazı (pager) sistemine yerleştirilen tuzakları keşfetmeye yaklaşmış olmasına bağladı.
Diğer yandan, Lübnan’daki direniş hareketi, İsrail’in Lübnan’da aldığı iki yenilgiyi unutmayacağını ve bunun için hazırlık yaptığını çok iyi biliyor. Direnişin bu bilinçle hareket etmesi, İsrail’in yeni saldırı planlarını hızlandıran bir diğer faktör.
Genel olarak, 2006 Temmuz Savaşı’nın sona ermesinden itibaren Lübnan’a saldırı, Siyonistlerin stratejisinin merkezinde yer aldı.
Bugün, direnişi suçlayarak bu savaşın sorumluluğunu ona yükleyenler, eğer iyi niyetle konuştuğumuzu varsayarsak, çatışmanın gerçeklerini ve Siyonist projenin tehlikelerini anlamamış kişilerdir. Daha ileri bir değerlendirme yaparsak, bu kişilerin yanılsamalar, hurafeler, hayaller ve cehalet içinde yaşadığını söyleyebiliriz.
Bu kişiler, uluslararası kararların onları koruyacağına inanıyor ve bu yüzden, Lübnan’ın kuruluşundan itibaren ulusal egemenliği koruma görevinden tamamen vazgeçmiş durumdalar.
Hâlâ “Lübnan’ın gücü, zayıflığındadır,” gibi gerçeklikten kopuk bir slogana tutunuyorlar. Bunun yanı sıra, kişisel çekişmelerde ve iç siyasi makam mücadelesinde direnişi yanlarına çekmekten başka bir amaçları yok.
Bugün direnişi eleştirme yarışına girenlere şu soruyu sormak gerekiyor: 1982'deki işgalden sonra, İsrail’in çoğu Lübnan topraklarından çekilmesini sağlayan şey, uluslararası kararlar mıydı? Bu kararlar mı işgalcileri aşağıladı ve onları güç kullanarak topraklarımızdan çıkmaya zorladı? Yoksa, bugün direnişi suçlayan ve birbirleriyle yarışarak ona iftira atanlar mı bunu başardı?
Peki ya siz, ey "egemenlik yanlıları", Lübnan’ı işgalcilerden kurtarmak için ne yaptınız? Üstelik, kendi aranızda çıkardığınız iç savaşlarla sadece Lübnanlıları yoksullaştırıp evlerinden ettiniz. Kaç insanlık suçu işlediğinizi ve işgalciye karşı tek bir kurşun bile sıkmadığınızı unuttunuz mu?
Bilakis, biz iyi hatırlıyoruz ki, aranızdan bir kısmı, o zaman olduğu gibi bugün de Siyonistlerle alenen ittifak yaptı. Öyleyse, ülkesinin kahramanlarına saldıranların, tarihte kendi benzerlerinin başına neler geldiğini hatırlaması gerekiyor.
Ancak, mezhepçi ve fanatik birini, insanların eşit olduğunu ve bir topluluğun diğerinden üstün olmadığını kabul etmeye ikna etmek neredeyse imkânsızdır.
Ona, bu mezhepçi düzenin artık sona erdiğini ve vatandaşlık bilincinin en temel gerekliliğinin, saldırıya uğrayan vatanını savunmak olduğunu anlatmak son derece zordur.
Hele ki, katil ve suçlunun yanında yer alarak, onun eylemini “yeni bir yönetim yapısı” oluşturma fırsatı olarak gören birleri için… Üstelik bu yapının Amerikan, Siyonist ve Arap destekli olmasını umarak!
1982’de yaşananlardan ders almadınız mı? Halk arasında sıkça söylenen bir atasözü vardır: “Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuç beklemek, deliliktir." Akıl sahibi bir insan, geçmişte felaketlere neden olan hatalarını eleştirir ve kendini düzeltir. Ama bugün, tam aksine, aynı yıkıcı uygulamaların tekrarlandığını görüyoruz.
Bu mezhepçi nefreti taşıyanlar, farklı topluluklardan da olsalar, aynı hastalığa tutulmuş durumdalar. Kendilerini kandırarak, Siyonistlerin ve Amerikalıların kendi çıkarlarına hizmet ettiğine inanıyorlar.
Lübnan’ın yıkılmasının, onları iktidara taşıyacağı gibi hayallere kapılıyorlar. Ancak, bu kişiler ölümcül bir hastalığa yakalanmış gibiler ve bu hastalığın bir tedavisi yok.
1982’de yaşanan işgal, bugün olanlara fazlasıyla benziyor. O dönemde de Lübnanlıların bir kısmı, şimdi olduğu gibi, Amerikan ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bir araç olmayı kabul etmişti.
Bu kişiler, Beyrut’u işgal eden Siyonistlerle iş birliği yaptılar. O sırada, Menahem Begin ve Filip Habib’in girişimleriyle Filistin direnişi Lübnan’dan çıkarıldı ve işbirlikçilerin “zafer” sarhoşluğu zirveye ulaştı.
Ama nihayetinde Lübnanlı direnişçiler, işgalci güçleri ve çokuluslu kuvvetleri zor kullanarak ülkeden çıkardı. Onlarla birlikte, Begin’in projesi de çöktü.
Bugün, işgali topraklarımızdan kovan direnişe saldıranlar, o dönem başarısızlıkla sonuçlanan çabalarını yeniden deniyorlar. Direnişi, Lübnan içindeki küçük siyasi hesaplara bulaştırmayı başaramayınca, doğrudan karşısına geçtiler.
Ne yazık ki, mezhepçi zihniyetteki “mezar kazıcılar” bu işlerinden kolay kolay vazgeçemezler. Onların durumu, adeta kuduz hastalığına yakalanmış birinin durumuna benziyor.
Ve bu hastalığın sonucunun ne olduğunu merak edenler, tarihe dönüp, bu hastalığa yakalananların sonunun nasıl olduğunu görebilirler.
Çeviri: YDH