"Lübnan Kuvvetleri, Josef Avn'ın görev süresinin uzatılmasını istiyor ve ondan Hizbullah’ın silahlarını zorla elinden almasını bekliyor."
YDH - Lübnan Ordu Komutanı General Josef Avn, hem ulusal hem de uluslararası baskılar altında karmaşık bir siyasi denklemle karşı karşıya. Lübnan Kuvvetleri, Avn’ın görev süresinin uzatılmasını desteklerken, Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi neredeyse imkânsız bir görev üstlenmesini bekliyor. Bu durum, Avn’ın cumhurbaşkanlığı adaylığına zarar verme stratejisi olarak değerlendiriliyor. El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, ABD ve müttefiklerinin, Avn’ı Hizbullah ile açık bir çatışmaya sürüklemek istediklerini, ancak bu durumun ordu içinde ciddi gerilimlere ve bölünmelere yol açabileceğini belirtiyor. Ordu, Hizbullah ile iş birliği gerektiren bir denge politikası izlemek zorunda kalırken, İsrail’in ateşkes ihlalleri ve Amerikan baskıları Avn’ın hareket alanını daraltıyor.
Amerikalılar, Ordu Komutanı General Josef Avn'ın gücünün ötesinde bir göreve mi sürükledi, yoksa direniş karşıtı güçler, onu Hizbullah ile karşı karşıya getirerek cumhurbaşkanlığı adaylığını ortadan kaldırmak mı istiyor?
Bu sorunun kaynağı, Avn'ın önüne aynı anda yığılan zorluklar. Her şey, Lübnan’a yönelik saldırının hemen öncesinde başladı ve saldırı sırasında farklı bir boyut kazandı.
Direnişin düşmanları, önce dışarıda, ardından içeride, İsrail’in direnişi yok etme görevini tamamladıktan sonra, "ortamı temizleyecek" tek kişinin Ordu Komutanı olduğu varsayımına göre hareket etti. Ancak kara savaşının başlamasından haftalar sonra tablo değişmeye başladı.
İlk olarak, durumun istenildiği gibi gitmediği bilgileri doğrudan Ordu Komutanı’na ulaşmaya başladı. Ateşkes ilanından iki hafta öncesine kadar ise Amerikan tarafı ve Arap müttefiklerinde bir gerginlik havası hâkim oldu.
Zira savaşın ne Hizbullah’ı yok ederek ne de onu teslim alarak sona ereceği artık anlaşılmıştı. Bu durum, Josef Avn ile yapılan görüşmelerin tonunu etkiledi. Amerikalılar, ordunun, sadece teknik sınırları aşan ve güneyde, doğuda ve kuzeyde konuşlanmanın ötesine geçen bir rol üstlenmesini bekliyordu.
Bu rol, direnişin silahsızlandırılmasını ve yeni bir yönetim çatısının oluşturulmasını içeriyordu. Bu senaryonun başında ise her zaman Josef Avn'ın cumhurbaşkanı olarak yer alacağı hatırlatılıyordu.
Fakat işler farklı bir yöne gitti. İsrail savaşı kazanamadı ve İsrail’in Stratejik Planlama Bakanı Ron Dermer’in ABD’ye sunduğu ilk metinlerde yer alan şartlar doğrultusunda bir anlaşmayı zorla kabul ettirecek durumda değildi. Bu da sürecin başka bir şekilde ele alınmasını gerektirdi.
Ayrıca, Lübnan ordusu da Amerikalıları yüzde yüz memnun edecek şekilde hareket edemedi. Ordunun, direnişle ciddi bir iş birliğini gerektiren bir görevi üstlenmesi gerektiği anlaşıldı.
Bu bağlamda üst düzey bir güvenlik yetkilisi, "General Avn, zor bir durumda. Kendisine, Amerikalıların kolaylıkla uygulanabilir gördüğü bir görev verildi. Zira İsrail’in Hizbullah’ı yok edeceği varsayılmıştı. Ancak işler başka bir yönde ilerledi ve şimdi görev, Hizbullah’la açık bir işbirliğini gerektiriyor," dedi.
Sonraki tartışmalar sırasında ortaya çıkan bazı ayrıntılar, durumu daha iyi açıklayabilir. Aylar önce ordu, operasyon alanını genişletme ve personel sayısını artırma planı sunmuştu.
Amerikalılar, ordunun Lübnan’ın içinden çekilmemesi gerektiği görüşünü kabul etti çünkü iç siyasi aktörler –başta Meclis Başkanı Nebih Berri, eski milletvekili Velid Canbolat, ayrıca bazı Sünni ve Hristiyan liderler– ordunun ülkedeki iç huzuru sağlama görevinden muaf tutulmasını reddetmişti. Bu durum, ordu komutanlığının olağanüstü bir destek ihtiyacını dile getirmesine neden oldu.
Direniş ile düşman arasında çatışmaların şiddetlenmesi ve güneydeki durumun daha da kritik hale gelmesiyle, ordu, iç ve dış aktörlerin kendi taleplerini kabul etmek zorunda kalacakları bir fırsat buldu.
Belki de ordu komutanı ve çevresindeki bazı siyasetçiler ile medya mensupları, bu durumu cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili fırsatlara dönüştürme arayışına girdi. Bu bağlamda komutan, danışman kadrosunu genişletti ve bazı yeni tavsiyeler dinlemeye başladı.
Örneğin, Şiilere yönelik genel bir sorumluluk yüklemeden Hizbullah’la ilişkileri dikkatli bir şekilde ele alması gerektiği, ya da Nebih Berri’yi memnun ederek Süleyman Franciye’nin adaylığını bertaraf etmesi için onayını kazanması gerektiği söylendi. Ayrıca kilise ile çalışarak, Cibran Basil ve Semir Caca'nın temsil ettiği "düşman ittifakı"nın yolunu kesmek amacıyla bir Hristiyan denge oluşturması önerildi.
Elbette, ordu komutanının çevresinde, onun şahsi liderliğini orduyla özdeşleştirmeye çalışarak "Komutana yapılan her eleştiri, orduya saldırıdır," iddiasını ortaya atan sıradan insanlar da eksik değildi.
Ancak zamanla ortaya çıkan gerçek şu ki, ateşkes anlaşması orduya sahada ve siyasette büyük bir rol verme potansiyeli sunsa da ordu doğrudan Amerikan yardımına ihtiyaç duymaya başladı.
General Josef Avn, İsrail’in bu anlaşmayı zorla kabul ettiğini ve ona bağlı kalmak istemediğini fark etti. İsrail, ABD ile yaptığı anlaşma gereğince, kendisini tehdit olarak algıladığı herhangi bir duruma otomatik müdahale etme hakkına sahip olduğunu düşünüyordu.
Bu yaklaşım, ordunun rolünü sadece ihlalleri kayda geçip, bunları anlaşmanın uygulanmasını denetleyen komisyona şikâyet etmekle sınırlandırıyordu.
Dahası, ordu her gün Amerikan, İsrail ve Avrupa tarafından, Hizbullah’ın silahsızlandırılması görevini zorla yerine getirip getiremeyeceğini test eden bir baskıyla karşı karşıya kalıyordu.
Tabii ki, Josef Avn böyle bir felakete gönüllü ya da zorla sürüklenmeyi kabul edemezdi. Bu yüzden Amerikalılarla açık bir şekilde konuşarak, anlaşmanın İsrail tarafından yapılan bu yorumu benimsemenin, ordunun üstlenmesi beklenen herhangi bir role ölümcül darbe indireceğini ifade etti.
Avn, İsrail’in ihlallerine karşı bir caydırıcılık olmadığı sürece, askerleri ve subayları herhangi bir görevi yerine getirmeye ikna edemeyeceğini biliyordu.
Ona yakın bir kaynak, “ABD’nin İsrail’in bu yorumunu desteklemesi ve bunu orduya dayatmaya çalışması, Washington’un Lübnan’daki istikrarı tehlikeye attığı ve orduyu ve komutanını intihara sürüklediği anlamına gelir,” dedi.
Ateşkesin yürürlüğe girmesinden sonraki ilk beş gün içinde, ordu İsrail’in eylemleri nedeniyle Amerikalılara yönelik protestolarını sürdürüyordu. Zaten Ordu Komutanı, ateşkes anlaşmasında belirlenen 60 günlük süre konusunda rahat değildi. Bu süreyi, bir seferde yaklaşık 6500 askeri Litani Nehri’nin güneyine konuşlandırmasını sağlayacak şekilde değiştirmeye çalıştı.
Planına göre, düşman kuvvetleri tam ve hızlı bir şekilde geri çekilmeli ve herhangi bir ihlalden kesinlikle kaçınmalıydı. Ordunun operasyonel tutumu açık bir şekilde şunu ifade ediyordu: Bu şartlar yerine getirilmezse, ordu, Lübnan’ın ateşkes anlaşması kapsamındaki taahhütlerini yerine getiremeyecekti.
Fakat İsrail’in ihlalleri giderek arttı. Bu ihlaller, sadece ateş açmayı değil, evlerine geri dönmeye çalışan sivilleri korkutmayı ve hatta öldürmeyi de kapsıyordu. Bu durum, ordunun üzerindeki baskıyı daha da artırdı.
Zira halkın gözünde, bu ihlalleri durdurmak ordunun sorumluluğu gibi görünüyordu. Bununla birlikte, ordu, Hizbullah’tan açık bir mesaj almıştı. Bu mesaj, Meclis Başkanı Nebih Berri, Başbakan Necib Mikati ve diğer bazı liderlere iletilen mesajlarla aynıydı: Direniş, düşmanın faaliyetlerini yakından izliyordu. Ancak kısa bir süre sonra Hizbullah, aynı liderlere, düşmanı dizginlemek için hızlı hareket etmeleri gerektiğini bildirdi ve bu uyarıyı, düşmanın caydırılmaması durumunda direnişin sessiz kalmayacağına dair bir tehditle güçlendirdi.
Bu sırada, Nebih Berri ve Necib Mikati, Amerikalılar ve Fransızlarla temaslarda bulunuyor ancak bu görüşmelerden yalnızca sözler ve vaatler alabiliyorlardı.
Ordu Komutanı ise Amerikalıların İsrail’i ihlalleri durdurma konusunda ciddiyetle zorlamadığını net bir şekilde hissediyordu. Önceki gün, Şebaa Çiftlikleri’nde direniş tarafından gerçekleştirilen ilk yanıt, ordunun Amerikalılarla yaptığı görüşmelerde elini güçlendiren bir koz oldu. Çünkü sahadaki gerçeklik, Hizbullah’a karşı olan Lübnanlı siyasetçilerin söylemlerine hiç benzemiyordu.
Ordu Komutanı, şu gerçeğin farkındaydı: Amerika, Hizbullah ile müzakere ediyordu, Hizbullah’a karşı değil. İsrail de Hizbullah ile bir anlaşmayı kabul etmişti, Hizbullah hakkında bir anlaşmayı değil.
Sahadaki gelişmeler açıkça gösteriyordu ki, direniş, eğer düşman anlaşmayı bozmak veya kendi yorumuna göre kurallar dayatmak isterse, yeniden savaşmaya hazırdı.
Son 24 saat içinde tartışmalar tamamen farklı bir şekil almaya başladı. Ordu, artık Amerikalıların ve Fransızların, sınır bölgelerinde birkaç gün içinde konuşlanmasına izin verecek garantilerle gelmesini bekliyor.
Bu garantiler, işgal güçlerinin tamamen geri çekilmesini ve her türlü ihlalin durdurulmasını içermeli. Eğer bu gerçekleşmezse, kimse ordudan, Amerika ve İsrail’in başaramadığı bir görevi yerine getirmesini beklememeli.
Ancak mesele yalnızca Ordu Komutanı’nın siyasi değerlendirmeleriyle sınırlı değil. Ordunun üst kademelerinde yeni ama şaşırtıcı olmayan bir hava oluşmaya başladı.
Çok sayıda üst düzey subay, ordunun, direnişe (Hizbullah’a) ve güney halkına karşı bir araç haline getirilmesini reddediyor. Bu eğilim, son dönemde bu subaylarla Ordu Komutanı arasında yaşanan bir gerilimle daha belirgin hale geldi.
Gerilim, Komutan Avn'ın, kendi görev süresini bir yıl daha uzatmak için kanuni düzenlemeler yaparken bu subayları kapsam dışında bırakmasıyla başladı.
Bunun ardından, Şii olmayan üst düzey subaylardan bazıları, siyasi liderlere ordunun Hizbullah ile çatışmaya sürüklenmesinin tehlikelerine karşı dikkatli olmaları gerektiğini söyledi. Bu subaylara göre, böyle bir durum, orduda isyanlara ve belki de ciddi bir bölünmeye yol açabilir.
Bu subayların yükselttiği seslerin bir diğer nedeni ise ordudaki yaklaşan atamalara dair duydukları endişeler. Bu atamaların, bazı subayların “sadakat eksikliği” bahanesiyle dışlanmasına yol açmasından korkuyorlar. Bu noktada ciddi bir sorun var: Bazıları, askeri personelin kuruma bağlılığının, komutana bağlılık ilan etmeyi gerektirdiğini varsayıyor.
Ancak bu varsayım, özellikle Josef Avn'ın durumunda daha karmaşık hale geliyor. Zira Avn, orduyu alışılmadık bir şekilde yönetiyor ve aynı zamanda cumhurbaşkanlığı için bir kampanya yürütüyor.
Cumhurbaşkanlığı mücadelesine gelince, bu kez buzdağının görünen kısmı Hristiyan cepheden belirdi. Daha önce, Özgür Yurtsever Hareket (Tayyar) ve bazı bağımsız milletvekilleri, açıkça Avn'ın adaylığına karşı olduklarını ifade etmişti.
Şimdi ise Lübnan Kuvvetleri farklı bir taktikle sahaya çıktı. Kuvvetler, komutanın görev süresinin uzatılması için mücadele ediyor, ancak Avn'ın cumhurbaşkanlığı adaylığı için herhangi bir taahhüt vermeyi reddediyor.
Kuvvetler içerisindeki bazı milletvekilleri, açıkça, “Eğer General Avn, gerçekten cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, ordudan ayrılmalı ve bir sivil olarak halkın karşısına çıkarak programını açıklamalı,” ifadelerini kullandı.
Bu söylem, Kuvvetler’in tavrını özetliyordu: Avn'ın cumhurbaşkanlığı adaylığının zarar görmesi, Kuvvetler için sorun teşkil etmiyor. Bunun nedeni, Semir Caca'nın adaylığına zemin hazırlamak değil. Aslında Kuvvetler, tüm ordu komutanları hakkında kendi görüşüne sahip ve bu durum, Avn'ı desteklememelerinin temel nedenlerinden biri.
Bir değişim yanlısı milletvekili ise durumu şöyle yorumladı: “Lübnan Kuvvetleri, Josef Avn'ın görev süresinin uzatılmasını istiyor ve ondan Hizbullah’ın silahlarını zorla elinden almasını bekliyor."
Eğer Avn bunu başarırsa, Kuvvetler aynı anda hem piyango hem de loto kazanmış gibi olacak: Hem Hizbullah’ın silahlarından kurtulacaklar hem de Josef Avn'ın cumhurbaşkanlığı adaylığını yakmış olacaklar.”
Ve sonuç? İşte size karmaşa dolu Lübnan siyaseti: Bir yanda uluslararası baskılar, diğer yanda iç politik çekişmeler ve orduyu bölünme noktasına getirebilecek büyük riskler.
Çeviri: YDH