«Suriye'nin kuzeyindeki mevcut huzursuzluğun arkasında Siyonist varlığın olduğu şüphesizdir çünkü bu huzursuzluğu ateşlemekten ilk fayda sağlayacak olan odur.»
YDH- Siyonist İsrail varlığının başta İran ve müttefikleri olmak üzere stratejik manevralarına karşı İran'ın uluslararası baskılar ve askeri çatışmalar karşısındaki direncini özetleyen Hasan Nafi, el-Meyadin için kaleme aldığı analizinde bölgenin, tırmanan gerilimler ve daha geniş çaplı çatışma potansiyeli nedeniyle zorlu ve istikrarsız bir dönemin eşiğinde olduğu sonucuna varıyor.
Çağdaş dünya, 19. yüzyılın sonunda Theodor Herzl’in kurduğu ve Siyonizmin formüle ettiği proje gibi, zeminleri ve temel bileşenleri olarak dini-politik mitlere dayanan ve ırkçı planlarını haklı çıkarmak için yalana, hileye, aldatmaya ve yanıltmaya dayalı bir medya söylemi kullanan başka bir sömürgeci-yerleşim projesine tanık olmamıştır.
Bu proje, Yahudiliğin sadece çeşitli bölgelerdeki birçok farklı millet tarafından takip edilen bir din değil, bunun yerine ulusal bir kimlik olduğu fikri etrafında dönmektedir. Yahudilerin, Hristiyanların İsa'yı ve Müslümanların Muhammed'i takip etmesine benzer şekilde, Musa tarafından öğretilen bir inancı uygulayan tek tek insanlar olmadığını, Filistin olarak bilinen tarihi bir vatana sahip bir halk olduğunu öne sürmektedir. Bu inanç, 'Tanrı'nın seçilmiş halkı' olarak kendi devletlerini kurma hakkına sahip olduklarını ima etmektedir.
Ancak Siyonist hareketin merkezinde yer alan bu dini inanç sağlam tarihi kanıtlarla desteklenmemektedir. Kenanlı Araplar Filistin'in asıl sakinleridir ve Musa'dan binlerce yıl önce orada yaşamışlardır. Musa'nın takipçileri olarak görülen Yahudiler Filistin'de bir krallık kurmuş olsalar da bu her biri seksen yıldan az süren iki farklı tarihsel dönemde gerçekleşmiştir.
Siyonist hareketi kuran ve Filistin'de kendileri için bir “devlet” kurmayı başaran Yahudilerin Musa'nın takipçileriyle ve dolayısıyla “Tanrı'nın seçilmiş halkı” ya da “Vaat Edilmiş Topraklar” ile hiçbir bağlantısı yoktur, çünkü çoğu sekizinci ve dokuzuncu yüzyılların ortalarında bir noktada tamamen siyasi nedenlerle Yahudiliğe geçen ve “Hazarlar” olarak adlandırılan Doğu Avrupa kökenli kabilelere mensuptur. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra İslam halifeliğinin yeniden canlanmamasını sağlamak ve aynı zamanda dünyanın bu hassas bölgesinde birleşik bir Arap devletinin kurulmasını önlemek için İngiltere tarafından benimsenmemiş olsaydı, Siyonist projenin temellerini atamayacağı tarihsel olarak kanıtlanmıştır. İngiltere'nin dünya sistemindeki rolü azaldığında, onun yerini Amerika Birleşik Devletleri aldı; bu da dünya üzerindeki Batı hegemonyasına organik olarak bağlı olan ve onsuz yaşayamayan bir sömürge projesi olduğu anlamına geliyor.
1948'de Siyonist varlığın kurulmasını takip eden ilk yıllarda Batılı ülkeler Arap dünyasını, Nazi yönetimi sırasında yaşadıkları acı tecrübelerin Yahudileri bağımsız bir devlete sahip olmaya en istekli hale getirdiğine, maruz kaldıkları dehşetin tekrarlanmamasını sağlamaya ve özellikle de komşularıyla barış içinde yaşamaya en istekli hale getirdiğine ikna etmeye çalıştı. Ancak tarihi gerçekler bu ifadenin tam tersini kanıtlamakta ve Siyonist projenin yayılmacı olarak doğduğunu ve başından beri bölgeyi parçalamayı, Batı hegemonyasına kalıcı olarak boyun eğmesini sağlamayı ve bölgede güçlü bir devletin kurulmasını engellemeyi amaçladığını doğrulamaktadır.
Bu nedenle Siyonist varlık, komşu Arap ülkeleriyle kapsamlı bir barışa varmak için sahip olduğu tüm fırsatları heba etti. Geçen yüzyılın ellili yıllarında Amerika'nın arabuluculuk girişiminde bulunmasıyla, Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnâsır'ın 1947'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından onaylanan taksim planına dayanan ve Mısır ile Biladü'ş-Şam'ın (Levant) arasında coğrafi sürekliliği sağlayacak küçük sınır düzenlemelerini içeren bir çözümü kabul etmeye itirazı olmadığı anlaşıldı ancak Siyonist varlık bunu reddetti ve hatta Gazze Şeridi'nde konuşlanmış onlarca Mısır askerinin öldürüldüğü bir baskın düzenledi ve ardından Fransa ve İngiltere ile işbirliği yaparak 1956'da Mısır'a karşı bir saldırı başlattı.
1960'larda Arap ülkeleri Güvenlik Konseyi'nin “güvenli ve tanınmış sınırlar” ve “güç kullanarak toprak kazanımının kabul edilemezliğini” öngören 242 sayılı kararını kabul etti, ancak İsrail 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmeyi ilkesel olarak reddetti. 1970'lerde, özellikle Sedat'ın Kudüs ziyaretinden sonra, kapsamlı bir barış için eşsiz bir fırsat doğdu, ancak varlık bunu reddetti ve Mısır ile ayrı bir barış anlaşmasında ısrar etti ve sadece Filistinliler için özerkliği kabul etti. 1990'larda, özellikle de ilk kez tüm Arap ülkelerinin katıldığı Madrid Konferansı'ndan sonra bu fırsat yeniden doğdu.
Ancak varlık kapsamlı çözümü reddetti ve Filistin Kurtuluş Örgütü ile Oslo Anlaşmalarından başlayarak her bir Arap devletiyle ayrı ayrı müzakerelerde ısrar etti. Örgütle müzakereler sekteye uğrayınca Arap dünyası 2002'de barış için toprak ilkesine ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına dayalı kapsamlı bir barışa hazır olduğunu ifade eden ünlü bir girişim ortaya koydu, ancak varlık buna Arafat'ı kuşatarak ve ardından öldürerek karşılık verdi.
Siyonist varlık, Arapların çözüme yönelik her adımını, samimi bir barış arzusunun ifadesi olarak değil, bir zayıflık işareti olarak değerlendirdi. Üç Arap ordusunu ağır bir yenilgiye uğratıp Sina'yı, Golan Tepelerini ve tarihi Filistin'den geriye kalanları işgal ettikten sonra Nasırcı Mısır'ın liderliğindeki Arap milliyetçiliği projesine ölümcül bir darbe indirmeyi başardığında, varlık “Büyük İsrail Devleti''ni kurmanın eşiğinde olduğuna ikna oldu ve Sedat'ın Mısır'ını askeri çatışma denkleminden çıkarmayı başarıp 1979’da onunla ayrı bir barış anlaşması imzalayabildiğinde bu inancını daha da pekiştirdi.
İslami hareketin rüzgarları bölgede ivme kazanmaya başladıkça, özellikle de aynı yıl İran'da İslam Devrimi'nin zafere ulaşmasının ardından, Siyonist ajandaya karşı daha zorlu bir meydan okuma potansiyelinden giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Batılı müttefikleriyle işbirliği yaparak Irak'ı İran'la sekiz yıl süren uzun soluklu bir çatışmanın içine çekmeyi başarırken, Şiiler ve Sünniler arasındaki mezhep çatışmasının alevlerini de körükledi.
Ancak İran, Siyonist varlık için kolay yutulacak bir hedef olmadığını kanıtlayarak direncini ortaya koydu. Özellikle kuzey cephesindeki sadık müttefiki Hizbullah'ın 2006'da Güney Lübnan'ı kayıtsız şartsız özgürleştirmesi ve Siyonist saldırıya karşı koymasının ardından önemli avantajlar elde ederek çatışmaları ustalıkla yönetti. En nihayetinde de İslam Cumhuriyeti, İsrail’in 7 Ekim'de Gazze Şeridi'nde başlattığı soykırım savaşının ardından Filistinli silahlı direniş gruplarına etkin askeri destek sağlama inisiyatifini almıştır.
Aksa Tufanı'nın İran'ın kendisi de dahil olmak üzere herkesi şaşırttığına şüphe yok, ancak bu olay Siyonist varlık ile çatışma tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etti. İran'ın, bir yandan nükleer ve füze programları, diğer yandan Hizbullah ve Filistinli direniş gruplarının silahlandırılmasındaki rolü gibi birçok nedenden ötürü rejimin İran'ı varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü doğrudur. Ancak, aralarındaki çatışma dolaylı yollardan yönetilmeye devam etti ve Tufan Sonrası'na kadar doğrudan bir askeri çatışma halini almadı; o zaman da varlık kendisini tarihinde ilk kez on dört aydan fazla süren çeşitli cephelerde silahlı bir çatışmanın içinde buldu.
Netanyahu, İran'ın tüm bu cephelere para ve silah sağladığına ve dolayısıyla bölgedeki mevcut silahlı çatışmanın beyni ve gerçek yöneticisi olduğuna inandığı için, özellikle de kendisine karşı doğrudan kendi topraklarından başlatılan, balistik füzeler ve insansız hava araçları kullandığı iki saldırı başlattıktan ve yakın zamanda kendi seçtiği bir zamanda üçüncü ve daha acı verici bir saldırı gerçekleştirmeye hazırlandığını açıkladıktan sonra, hesabın başka bir tarafla değil İran'la görülmesi gerektiğine tamamen ikna oldu.
Netanyahu bu nedenle, özellikle de Trump'ın geçtiğimiz Kasım ayında yapılan ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından, İran'la hesaplaşmanın zamanının geldiğine inanıyor. Ortadoğu'nun bambaşka bir evreye girmek üzere olduğuna dair yaptığı son açıklamalara paralel olarak İran'la yeni bir çatışma turunun son rötuşlarını yapmaya başlamış olabilir.
Şu ana kadar mahkumları serbest bırakamamış olmasına rağmen Hamas'ı ezici bir yenilgiye uğrattığına inanmış görünüyor. Lübnan cephesinde ateşkes talep eden ilk kişi olmasına rağmen Hizbullah'ın belini kırdığına inanıyor. Şimdi de Hizbullah'a giden askeri malzemenin kesilmesine yardımcı olacağını umduğu geniş çaplı bir iç çatışmaya girmek için Suriye'ye yöneliyor.
Suriye'nin kuzeyindeki mevcut huzursuzluğun arkasında Siyonist varlığın olduğu şüphesizdir, çünkü bu huzursuzluğu ateşlemekten ilk fayda sağlayacak olan odur.
Asgari düzeyde ulusal, etnik ya da dini duygulara sahip olup aynı zamanda Suriye'deki hükümeti değiştirmek için doğru zamanın geldiğine inanan ya da şu anda Suriye ordusuna karşı savaşmaya karar veren partilerin gerçekten Beşşar'ın yönetim tarzından daha demokratik bir rejim kurabileceğine inanan bir parti olması düşünülemez.
Teröristler, Tahran'a giden yolun kaçınılmaz olarak Şam'dan geçtiğine ikna olan Netanyahu'nun araçlarıdır.
Hesaplarının başarısız olacağına ve kaosun kaos çıkaranın aleyhine hızla geri tepeceğine dair inancım tam olmasına rağmen zor ve son derece endişe verici bir aşamaya girmek üzere olduğuna inanıyorum, ne de olsa biraz şüphe günah değildir.
Çeviri: YDH