Suudiler yeniden Lübnan’da

img
Suudiler yeniden Lübnan’da YDH

"Bu yolda, Suudi Arabistan'ın yeni stratejisini takip etmek gerekiyor. Sandıklar birçoklarının düşündüğü gibi açılmadı; para damlaya damlaya gelecek ve Lübnanlıların alışık olmadığı bir programa göre dağıtılacak."




YDH - Lübnan’da, Suudiler ABD’nin formüllerini takip ederek kendi etkilerini artırmayı hedefliyor. Ancak bu yeni strateji, geçmişteki mali desteklerin aksine daha kontrollü bir dağıtımı öngörüyor. El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin’e göre Suudiler, Lübnan Sünnilerinin Suriye'nin etkisine kapılmasını engellemeye kararlı ve bu bağlamda kendilerini bölgedeki en güçlü Sünni lider olarak konumlandırmaya çalışıyor.

Suriye hükümetin çöküşünün ilan edilmesinden saatler sonra, gözler Lübnan'daki Sünnilerin durumuna çevrildi.

Akıllarda, Şam'da yaşananların Lübnan Sünnilere yansıyacağı düşüncesi vardı. Velid Canbolat'ın halk sarayını ziyaret edip Ahmed eş-Şeraa’ya (Ebu Muhammed el-Colani) biat etmesi iz bırakmadan geçerken, ciddi gözlemciler Başbakan Necib Mikati'nin, Suriye'nin yeni lideriyle kucaklaşırkenki yüz ifadelerini dikkatle inceliyordu.

Bu esnada, Lübnan şehirlerindeki Sünnilerin Şam'ın geleneksel İslam anlayışına meyilli olduğu teorileri ortaya atıldı.

Kendilerine "ılımlı ve merkez Sünni" sıfatını yakıştıran pek çok kişi, siyasal İslam'dan ayrıştıklarını göstermeye çalışıyordu. Fakat bu kişiler, Suriye'deki "Sufi tarikat şeyhlerinin" artık en nüfuzlu isimler olmadığının farkındaydı.

Bunun yerine, Şam bölgesinin İslam anlayışından ziyade, Arabistan'dan gelen Vahhabi etkisini taşıyan daha Selefi bir grup öne çıkmıştı.

Suriye'deki gelişmelerin endişesi, Lübnan Sünnileri arasında da kendini gösterdi. Özellikle, yıllardır Lübnan'ın zengin Sünnilerinin hakimiyeti altında ezilen ve Körfez'den gelen altın dolu çuvallardan sadece kırıntılar alabilen yoksulların, doğuya doğru bir kurtarıcı arayışına girmesinden korkanlar arasında bu endişe belirgindi.

Bu durum, dış güçlerin de dikkatini çekti ve Suriye'nin Lübnan Sünnileri için bir çekim merkezi haline gelmesinden endişe duymaya başladılar.

Bu, özellikle kuzey ve Bekaa bölgesinde, siyasi Hariri döneminin zirvesinde bile herhangi bir sosyal ilerleme görmeyen ve çöldeki krallıklardan gelen "velinimetlerin" lütfunu beklemek zorunda kalanlar için geçerli bir senaryoydu.

Durum, resmi dini kurumların da Körfez'den gelen bağışlarla geçinmeye başlamasıyla daha da kötüleşti.

Suudi Arabistan, Suriye’deki son yaşananlara en fazla tepki veren taraf oldu. Riyad, Şam bölgesinde Türkiye'nin artan nüfuzu karşısında büyük bir şüphe ve endişe taşıyordu. Bu yüzden, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve hatta Mısır'ın bakış açısıyla örtüşmeyen bir yol izlemeye karar verdi.

Zira Suudi Arabistan'ın zaten yeterince sorunu vardı. Yemen'deki "Husi tehlikesi" bile, Şam bölgesinden esen rüzgarların yarattığı tehdit karşısında sıradan bir mesele haline geldi.

Suudi Arabistan, Lübnan Sünnilerine kızdığında onları ihmal ederek cezalandırmaya karar verdi. Zira Hizbullah'ın Yemen'deki "Husi destekçilerine" verdiği desteğe karşılık, Lübnan Sünnilerinden gerçek bir destek görememişti; hatta bir protesto bile düzenlenmemişti.

Sahayı boş bulan Suudiler, önce Saad Hariri'yi tutukladı, ardından onu serbest bırakmak zorunda kaldı, fakat Birleşik Arap Emirlikleri'nde gözetim altında sürgün hayatı yaşaması şartını koştu.

Hariri'nin yerine geçebilecek bir alternatif aradı ama kısa sürede potansiyel haleflerinin yetersiz olduğunu fark edip hayal kırıklığına uğradı ve Lübnan Sünnilerini kendi haline bırakarak uzaklaşmaya karar verdi.

Ancak Gazze'ye, ardından Lübnan'a yönelik savaş ve Suriye'deki hükümetin çöküşü, Suudi Arabistan için adeta kafasına inen darbeler oldu.

Krallıkta sesler yükselmeye başladı ve karar alıcılar arasından Şam bölgesinden uzak durma döneminin sona erdiğini söyleyenler çıktı.

Riyad, yeniden Lübnan, Suriye, Filistin ve hatta Ürdün'ün durumunu sormaya başladı. Ancak bu geri dönüş, birçoklarının hayal ettiği gibi dinar dolu çuvalların gelmesi anlamına gelmiyordu.

Biraz geriye gidelim. 1982'den sonra Suudi Arabistan, İsrail'in Lübnan'ı işgal edip Filistin Kurtuluş Örgütü'nü Beyrut'tan çıkarmasının sonuçlarından uzak değildi.

Ancak o dönemde Riyad'ın Şam'la olan ilişkileri, Lübnan Sünnilerinin Suriye'nin himayesi altında olmasını sağlayan anlaşmalara imkân verdi.

Abdülhalim Haddam, 1985 sonlarında üçlü anlaşma müzakerelerini yürütürken, Lübnan Sünnilerinin temsilcisi olarak hareket etti. Çünkü masada onları temsil eden bir isim yoktu.

Beyrut'ta, İbrahim Kılıçaslan'ın sürgün edilmesi veya başkentteki son Sünni milislerin çıkarılmasının ardından Sünnilerin marjinalleştirilmesine karşı çıkan birkaç ses yükseldi.

Daha önce Nasırcı figürler Mısır'a gitmiş, geleneksel aileler de sahneyi birer birer terk etmişti.

Lübnan'da kalanların en güçlü sesi, şehit Müftü Şeyh Hasan Halid'di. Haddam'a, üçlü anlaşmada Sünnileri kimin temsil ettiği sorulduğunda, cevap şuydu: "Ben burada ne yapıyorum? Lübnan Sünnilerini temsil ediyorum!"

Yıllar geçti, bölgedeki koşullar değişti ve Refik Hariri, Amerikan-Suudi-Suriye uzlaşmasının atı sırtında Taif Anlaşması'nın temsilcisi olarak geldi.

Suriye'nin gözetimi altında bir temsilci haline geldi. Amerikalılar 2003'te Irak'ı işgal ettikten sonra ortaklığı bozmaya karar verince, Fransa, Suudi desteğiyle Şam bölgesindeki dönüşümü yönetmeye başladı. Refik Hariri'nin yetkisi sona erdi ve hayatını kaybetti. Lübnan, büyük çelişkiler dönemine girdi.

Zamanla, Amerikalılar, Suudiler ve Avrupalıların Lübnan'da kendilerine sadık bir yönetim kurma çabaları başarısız oldu. Suriye'de kriz patlak verene kadar direndiler.

O günlerde, Lübnan Sünnilerinin Beşşar el-Esed’e karşı ayaklananları destekleme konumunda olduklarını hissetmeleri şaşırtıcı değildi. Suriyeli muhalifleri, hem sivil hem de silahlı olarak desteklemek için aktif rol oynadılar.

Ancak rüzgarlar farklı yöne esti ve Suudi Arabistan kendisini karşısında karmaşık bir manzara bulan taraf olarak buldu: Yemen'deki başarısız savaş, Irak'taki nüfuz kaybı, el-Esed’in Suriye'de ayakta kalması ve Filistin'de İslami direnişin güçlenmesi, Suudi yayılmacılığını engelleyen faktörler oldu.

Muhammed bin Selman, bu bölgeden tamamen uzaklaşmaya karar verdi. Saad Hariri'ye yaptıkları, Lübnan'da kendisi için uygun bir tablo yaratmadı, ancak son bir yılda yaşananlar her şeyi alt üst etti.

Aniden, Suudi Arabistan kendisini yeni gerçeklerle karşı karşıya buldu. Hizbullah Lübnan'da büyük bir darbe aldı, el-Esed’in Şam'da düşmesiyle İran'ın nüfuzu azaldı, İslami ve Arap devletleri Filistin'de yeni bir gerçeklik arıyordu.

Ürdün rejimi ise büyük dönüşümlerin yan etkisi haline gelme endişesini sürdürüyordu. Bu durum, Riyad'daki yöneticileri, bölgenin kendileri olmadan şekillenmesini engellemek için hızlı inisiyatifler almaya zorladı.

Filistin'de, Gazze'yi Hamas dışında herhangi bir yönetimin idare etmesini kabul ettiler. Ürdün'de, Kral Abdullah'a yönelik darbe girişimi başarısız olduktan sonra onunla ilişkileri yeniden başlattılar.

Irak'ta, büyük gerilimlerden uzak durarak ilişkilerini düzenlediler. İran'la kabul edilebilir bir ateşkes imzaladılar ve Amerika izin verirse Yemen'le de bir anlaşma peşindeler.

Şam'da ise yeni yöneticilerle temkinli ilişkiler kurarak bir çeşit "çevreleme" politikası izlemeye karar verdiler.

Lübnan'a gelince, Suudiler Amerikan yeni yönetim formülünü hızla benimsedi. En kaba diplomatlarını Lübnan'a göndererek, kendilerine bağlı olan herkese Jozef Aun'un cumhurbaşkanı olduğunu ve bu konuda tartışmanın yasak olduğunu iletti.

Ardından, hiçbir zaman müttefikleri olmayan Necib Mikati'yi devirmeyi kabul ettiler. Nevaf Selam'ı kendi adamları olarak görmüyorlar ama onu kendi kontrolleri altında tutmak istiyorlar.

Bu yolda, Suudi Arabistan'ın yeni stratejisini takip etmek gerekiyor. Sandıklar birçoklarının düşündüğü gibi açılmadı; para damlaya damlaya gelecek ve Lübnanlıların alışık olmadığı bir programa göre dağıtılacak.

Bundan sonra Suudilerden göreceğimiz en önemli şey, Lübnan Sünnilerinin hızla yayılan "Suriye virüsüne" yakalanmasının engellenmesi gerektiği.

Riyad, bu "yeni hastalığı" önleyecek herhangi bir aşının maliyetini üstlenmeye hazır. Allah kullarının kaderine hükmedene kadar, Suudi Arabistan isteyen ya da istemeyen herkese şunu söyleyecek: "Lübnan'daki Sünnilerin sözcüsü benim!"

Çeviri: YDH