Yaser Arafat, Arap liderlerine, Amerikalılara ve hatta bizzat İsraillilere, Güney Lübnan’da yaşanan bu kurtuluşun doğurduğu sonuçlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. 25 Mayıs 2000’de İsrail’in Lübnan’dan tamamen çekilmesi Arafat için bir sıkıntı kaynağı olmuştu.

YDH- Tunuslu Yazar Cafer el-Bekli, Lübnan’da yayımlanan el-Ahbar gazetesindeki yazısında Yaser Arafat örneği ile Arap liderlerin iktidar hırsının direniş mücadelesine nasıl zarar verdiğini ve onları bir İsrail işbirlikçisi haline getirdiğini anlatıyor.
1- Kehanet
Beyrut’un Ayn et-Tine köşkünün üçüncü katındaki salonun yanında kurulan akşam yemeği sofrası, en lezzetli yiyeceklerle donatılmıştı.
Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri, her zamanki gibi misafirlerine takılıyordu; bazen latif bir şekilde, bazen de biraz sertçe.
O gece, yani 28 Nisan 2000’de, İbrahim Emin es-Seyyid, Berri’nin şakalarının en büyük payını üstlenmek zorunda kaldı.
Çünkü Berri, kendisine ilk başkaldıranlardan birini kolay kolay unutamazdı. Sofranın başköşesinde oturan Hasan Nasrullah’ın sadece bulgur yediğini ve tabağındaki el-Ferake adlı çiğköfteye hiç dokunmadığını fark eden Berri, gülümseyerek kendi tabağından büyük bir çiğköfte parçası alıp Nasrullah’ın tabağına koydu.
Hasan Nasrullah bu davranış karşısında şaşkınlıkla mahcup bir şekilde gülümsedi ve nazikçe ev sahibine teşekkür ederek hiç el-Ferake yemediğini söyledi.
Berri şaşırmıştı, bir Güneyli nasıl olur da Güney Lübnan'ın en lezzetli yemeklerini görmezden gelebilirdi?
Nasrullah ona gülümseyerek cevap verdi: Annesi her zaman onun için yaptığı Ferake’yi yemesini isterdi ve o da her defasında ondan özür dilerdi.
Ancak Başkan Berri, bu cevaba rağmen vazgeçmedi. Seyyid'e "biberli etin" faydalarını, içine yağ, kimyon, nane, soğan, fesleğen, karabiber, mercanköşk, bulgur ve zeytinyağı eklendiğinde nasıl lezzetli olduğunu anlatmaya başladı...
Berri, Nasrullah yemeyi kabul edene kadar saygıdeğer dostunu Ferake tatmaya ikna etmeye devam etti; ancak o, kendi yöntemiyle, et yerine bulguru tercih ederek ve çiğ etin midesine olumsuz etki etmemesi için de içine mercanköşk katarak yemeyi kabul etti.
Yemek esnasında Nasrullah, sohbeti daha ciddi bir yöne çekmek istedi ve Berri’ye Ehud Barak’ın Güney Lübnan’dan çekilme niyetine dair yaptığı açıklamaları nasıl değerlendirdiğini sordu. Berri’nin gözlerinde sevinç ve ihtiyat karışımı bir ışık belirdi.
Berri, gür sesiyle şöyle dedi: “Bu, İsrail’in yenildiği anlamına gelir. Ama biz bu yenilgiye çok da sevinemeyiz.”
Nasrullah merakla sordu: “Neden?”
Berri cevapladı: “İsrail’in yenilgisi, yalnızca İsrail’in değil, büyük bir projenin yenilgisi. Bu proje, Batı devletleri, bazı Arap liderleri ve hatta Lübnanlıların bir kısmı tarafından destekleniyor.”
Nasrullah, başını onaylar şekilde salladı.
Berri devam etti: “İsrail’in güneydeki yenilgisi çok büyük bir olay! Bu öyle büyük bir şey ki, bazı Araplar ve Müslümanlar bile bu yenilgiyi kabullenemeyecek. Ve inanın bana, bu zafer size haset getirecek. Haset ise iyileşmesi imkânsız bir hastalıktır ve çok hızlı bir şekilde nefrete, düşmanlığa dönüşecektir.”
O gece Nasrullah, Berri’nin bu kehanetine bir yorum yapmadı. Sadece yüzünde beliren sakin ve kendinden emin bir gülümseme ile yetindi.
2- İki Cephe
2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtuluşu, yani direnişin zaferi, Arap resmi çevrelerinde gizlenemeyen bir öfkeye yol açtı.
Ve bu öfkeyi ilk dile getiren kişi, hiç beklenmedik bir şekilde, bir Arap toprağının silahlı mücadeleyle kurtuluşuna karşı çıkan biri oldu: Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat.
Arafat, Ehud Barak’ın Güney Lübnan’dan çekilme kararının İsrail’in askeri alanda uğradığı bir yenilgiden kaynaklanmadığını, bunun yalnızca Birleşmiş Milletler kararlarının, özellikle de 425 sayılı kararın, geç uygulanmasından ibaret olduğunu iddia etti.
Fakat Arafat burada durmadı; Arap liderlerine, Amerikalılara ve hatta bizzat İsraillilere, Güney Lübnan’da yaşanan bu kurtuluşun doğurduğu sonuçlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.
Hatta Ehud Barak’ın hükümetindeki bakanlara, bu “aptalca” adımı atmaları nedeniyle serzenişte bulundu. 25 Mayıs 2000’de İsrail’in Lübnan’dan tamamen çekilmesi Arafat için bir sıkıntı kaynağı olmuştu.
Ancak bu öfkeyi yalnızca Arafat hissetmiyordu. Arap dünyasında, bu zaferin direniş yoluyla kazanılmış olması birçok kişinin midesini bulandırdı. Çünkü bu kurtuluş, uzun zamandır savunulan “müzakere” ve “barış süreci” tezlerini temelden sarsmıştı.
Hasan Nasrullah’ın 26 Mayıs 2000’de Bint Cubeyl’de yaptığı ünlü konuşmada söylediği şu sözler, Arap dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu:
“İsrail, sahip olduğu nükleer silahlara ve Ortadoğu’nun en güçlü hava kuvvetlerine rağmen, Allah’a yemin ederim ki, örümcek ağından daha zayıftır.”
Bu sözler, Arap halklarının yüreğinde kök saldı ve iki farklı cepheyi net bir şekilde ortaya çıkardı:
• İnanç cephesi: Direnişe inanan, halkın iradesiyle özgürlüğünü kazanabileceğine inananlar.
• Nifak cephesi: Teslimiyetçi, müzakereci, halkının haklarını emperyalizme peşkeş çekenler.
Nasrullah’ın bu duruşu, sadece Lübnan’la sınırlı kalmadı; Filistin’de de yankı buldu. Direnişin Lübnan’da kazandığı zafer, kısa süre sonra Filistin’de İkinci İntifada’nın (Aksa İntifadası) fitilini ateşledi.
Bu dönemde, Nasrullah’ın liderliğinde yükselen “kanın kılıcı yeneceği” anlayışı, Arap dünyasında halkların yeniden direnişe sarılmasına ilham verdi. Bu durum, direniş karşıtı çevreleri daha da telaşlandırdı.
İsrail ve Batı’nın desteklediği bu çevreler, direnişi baltalamak için fitne ateşini körüklediler. Televizyon kanalları, internet siteleri ve bazı din adamları aracılığıyla mezhepçilik, nefret ve bölünme söylemleri yayılmaya başlandı.
Bu kargaşa içinde, 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın eski Başbakanı Refik Hariri’nin suikastı, bölgede fitne ateşini harlamak için bir bahane olarak kullanıldı. Irak’tan Lübnan’a kadar uzanan mezhep çatışmalarıyla direnişi zayıflatma çabaları, aleni bir şekilde sahneye kondu.
3- Temmuz 2006
2006 Temmuz Savaşı, İsrail ve onun destekçilerinin, direnişi yok etmek için ellerine geçen en büyük fırsattı.
Bu savaşta, “küfrün tamamı, imanın tamamına karşı” cephe aldı. İsrail’in acımasız saldırıları, sivillerin katledilmesi, köylerin ve mahallelerin yerle bir edilmesi, dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti.
Bu barbarca saldırının amacı, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın açıkça belirttiği gibi, “Yeni Orta Doğu’nun doğum sancıları”ydı.
Bu süreçte, bazı Arap liderler, İsrail’in zulmüne karşı direnen Lübnan halkını ve Hizbullah’ı suçlamaktan çekinmediler.
Direnişi “sorumsuz maceraperestlik” ile itham ettiler ve bu krizden sadece Hizbullah’ın sorumlu olduğunu iddia ettiler.
Ancak Allah’ın vaadi her zaman olduğu gibi gerçekleşti:
“Ben ve elçilerim galip geleceğiz. Şüphesiz Allah güçlü ve azizdir.” (Mücadele Suresi, 21)
Temmuz Savaşı’ndan sonra Hasan Nasrullah, zaferin simgesi haline geldi. Yıkılan köylerine dönen Lübnanlılar, Nasrullah’ın posterlerini araçlarına ve duvarlarına astılar. Onun resimleri, Kudüs’te, el-Ezher’de, Şam’daki Emevi Camii’nde dalgalandı.
Bu zafer, ABD’nin ve İsrail’in planladığı “Yeni Orta Doğu” projesini doğmadan boğdu. “Yaratıcı kaos” planı rafa kaldırıldı ve direniş karşıtı çevreler bir süreliğine sustu.
4- Suriye
Suriye krizi, Hasan Nasrallah’ın liderlik kariyerindeki en zorlu sınav oldu.
Bu kriz, hak ile batılın iç içe geçtiği, mezhepçilik, kin ve uluslararası komploların körüklediği bir yangına dönüştü.
Nasrullah, başlarda reform çağrıları yaptı, taraflar arasında uzlaşma sağlamaya çalıştı. Ancak ne rejim ne de muhalefet, uzlaşma niyetindeydi.
Suriye krizi, kısa sürede bir halk hareketinden uluslararası bir hesaplaşmaya dönüştü. Direniş Ekseninin bel kemiği olan Suriye’nin düşmesi, Lübnan ve Filistin direnişlerinin de çökmesi anlamına geliyordu.
Bu nedenle Nasrullah, Suriye’deki savaşı, direnişin varlığını koruma savaşı olarak gördü. Ve “Amerika ve İsrail’in desteklediği tekfircilere karşı sonuna kadar savaşacağız” diyerek, bu cephede yer aldı.
5- Aksa Tufanı
Hasan Nasrullah’ın Suriye krizindeki tutumuna yönelik eleştiriler olsa da, onun Filistin davasına olan desteği inkâr edilemez.
Kırk yıl boyunca Filistin direnişini destekleyen Nasrullah, kanıyla ve mücadelesiyle bu davaya omuz verdi.
Ve nihayetinde, hayatını Kudüs yolunda adamış bu lider, şehadet yolunda yürüdü.
Bu yüzden, bizler gururla çocuklarımıza ve torunlarımıza şöyle diyeceğiz:
“Biz, Hasan Nasrullah’ın yaşadığı dönemde yaşadık. Onun sözlerini dinledik. Onun elinde yükselen direnişin bayrağını gördük. Ve onun izinden yürüdük.”