Taifecilik: Kimlik ve yalanlar

img
Taifecilik: Kimlik ve yalanlar YDH

"Fitneye yatırım, arkasında kurumları, medyası, etkisi ve milisleri olan egemen devletler tarafından yapıldığında, geleneksel 'taifeci diplomasi' işe yaramaz hale gelir."




YDH - El-Ahbar yazarı Emir Muhsin, taifecilik kavramını, özellikle Arap dünyasındaki tezahürlerini ve bununla ilgili söylemleri derinlemesine inceliyor. Yazar, taifeciliği modern bir siyasi kimlik olarak ele almanın, onu tarihsel ve maddi bağlamından koparmadan anlamanın önemini vurguluyor. Aynı zamanda, taifeciliği "kötülük" olarak yaftalayan veya onu "ilkel" bir olgu olarak gören yaklaşımları eleştiriyor. Makale, taifecilikle mücadelenin, onu körükleyen güçlerle yüzleşmeyi ve bu güçlerin meşruiyet zeminini ortadan kaldırmayı gerektirdiğini savunuyor. Muhsin, aksi takdirde, toplumların düşmanlarının projelerine teslim olmaya mahkum kalacağı uyarısında bulunuyor.

Taifecilikle alakalı her türlü bahis, en azından ne söylediğimizde neyi kastettiğimizi bilene kadar, her zaman "terminolojik" ve kavramsallaştırma egzersiziyle başlamalıdır.

Yıllar önce, başka bir zamanda, bir arkadaşım Arapların siyasi diyaloğundaki en büyük sorunlardan birinin terminoloji olduğunu sürekli tekrarlıyordu: Bir yazar bir şey söyler ama başka bir şey kasteder ya da herkesin farklı anladığı bir ifade kullanır vs. Bu dil oyunları tartışmayı kısır ve anlamsız hale getirir.

Sorun sadece entelektüel dürüstlükle sınırlı değil, aynı zamanda, bu sosyal oluşumların tarihselliğinden koparıldığı veya ahlakçı bir dille ele alındığı ve bunlara ilişkin sistematik bir anlayışa sahip olunmadığı derin bir kavramsal sorundur.

"Arap" ve "Türk" gibi ifadelerin, bugün –kolektif siyaset ve modern siyasi kimlik çağında– ve üç yüzyıl önce aynı anlama geldiğini sanmak ya da dördüncü hicri yüzyıldaki taifeciliğin şimdiki taifecilikle aynı olduğunu düşünmek gibi.

Tüm bu nedenlerle, makalenin ilk bölümünü, "sakin" ama köklü sonuçlara ulaşmasını istediğim bir tartışmaya giriş niteliğinde, kimlik ve taifecilik kavramı üzerine metodolojik gözlemlere ayıracağım.

İşleri daha da kötüleştiren şey, ülkemizdeki taifecilikle ilgili herhangi bir tartışmayı, hatta terimlerini ve isimlerini kullanmayı çevreleyen hassasiyet ve "tabudur".

Arapça yazmaya başladığımda, konuyu tartışmaya çalıştığımda beni saran bu "psikolojik engeli" kişisel olarak hissettim. Yazı temkinli, üslup gergin hale geliyor, sanki yasak bir şeye giriyormuşsunuz gibi (bunun sadece Arapça yazdığımda olması dikkat çekici, yabancı dillerde değil).

Ben Lübnanlıyım, taifeciliği biz icat ettik, hatta kurumsallaştırdık, rasyonelleştirdik, kurallarını, geleneklerini ve görgü kurallarını oluşturduk. Bu arada bu önemli bir nokta; Suriye'de –karşılaştırıldığında– taifeciliğin toplumda Lübnan'daki gibi mevcut olduğunu, fakat kamusal alanda daha bastırılmış, kendisiyle daha barışık olmayan ama aynı zamanda daha kasvetli olduğunu hissediyordunuz.

Lübnan'da ise "taifeci diplomasi", diğer sosyal beceriler gibi edindiğiniz ve geliştirdiğiniz bir beceridir ve farklı taife sınırları ve topluluklarıyla etkileşiminiz arttıkça artar; ben burada, geçmişim ve yetişme tarzım nedeniyle, kendimi –mütevazı bir şekilde– uzman olarak görüyorum.

Doğru yerde doğru söylem, takiyye, ikili dil ve Lübnan zoolojisinin labirentlerinde gezinmenin diğer yöntemleri. Lübnan'da, bir yabancıyla tanıştığınızda, doğrudan sormadan ve taifeci görünmeden onun taifesini öğrenme konusunda tam bir ritüel söz konusu.

Taksi şoförüyle başa çıkmak için, kendi taifenizden olup olmamasına göre değişen protokoller vardır (iç savaştan sonra, araba sahibinin üçlü adı ve ikamet adresi yolcular için görünür bir levhaya yerleştirildi ve bu genellikle yeterlidir).

Biz, iç savaşın hayatta kalma ve saklanma sanatında eğittiği bir nesiliz. Örneğin Cemal Gosn, kimsenin onun gerçek tiafesini belirleyememesiyle övünür: Adı ve davranışı kafa karıştırıcıdır ve eğer onu can alıcı soruyla –ebeveynlerinin doğum yeri– köşeye sıkıştırmaya çalışırsanız, size konuyu daha da belirsizleştiren garip yer adları verir ve ondan kısa bir mesafede meslektaşı Duha Şems gelir.

Taksilerden bahsetmişken, bunlar Lübnanlı olmayanlara ne demek istediğimi somutlaştırabilecek gerçek hikayeler.

Bir keresinde, taife geriliminin bir aşamasında (tam olarak hangisi olduğunu unuttum), Lübnan'daki iki şehir arasında bir taksiye bindim.

Şoför, yanına öne oturan ek bir yolcu almak için benden izin istedi. Yolcunun gideceği yer, yolun ortasında, tamamen Sünni bir kasaba olan bir yerdi.

Sanki bir düğmeye basılmış gibi, ikisi de, hiçbir giriş yapmadan, ek yolcu varana kadar kesintisiz devam eden bir "taifeci diplomasi" turuna başladılar.

Ve ikisi de belagatli; benzerleri bir araya geldiğinde, "dostça bir düello" ya da zeka ve üstünlük gösterisi gibi bir şey olur: "Bize bakın, bir Lübnanlıyı diğerinden ayırt edemezsiniz", "Kesinlikle, bu yalancı politikacılar olmasaydı...", "Bizi bir araya getirdiğinizde kardeş gibi olduğumuzu görürsünüz", "En güzel ülke ve en iyi insanlar", "Sadece bizi politikacılardan kurtarın"... vb.

Yarım saatlik bu gösteriden sonra, yolcu gideceği yere iner ve şoför hala ana yola çıkmak için arabayı döndürürken, arkada bana baktı ve yine hiçbir giriş yapmadan şunları söyledi: "Bizi sevmiyorlar, bizi sevmiyorlar. Ne yaparsak yapalım bizi sevmiyorlar."

Başka durumlarda, üniversite günlerinde, Beyrutlu şoför –adım veya gideceğim yer nedeniyle– Sünni veya Filistinli olduğumu varsayardı ve kendimi ona ayak uydurmak ve taifeci bir monologda onu geçmek zorunda bulurdum (yalan söylemiyorum, olan şuydu ki şoförü düzeltmekte gecikiyordum ve o, coşkusuyla başlıyordu, bu yüzden uymak zorunda kalıyordum).

Peki, burada ne yaptığımı gördünüz mü? Bu da Lübnan'daki taifeci diplomasinin bilinen geleneklerindendir: Eleştirel ve cesur görünmek istiyorsanız ve "kötü adamın" belirli bir taifeden olduğu bir örnek anlattıysanız, bunu hemen diğer taife hakkında zıt bir hikayeyle desteklemelisiniz (ne yazık ki, burada tam dengeyi sağlamak ve Eşrefiye'deki günlerime dair bir şeyler söylemek için yeterli alan yok).

Kimlik ve tarih

Konumuza dönersek, basitleştirmek adına, sadece iki noktaya odaklanmak istiyorum: Birincisi taife kimliğinin doğası, ikincisi ise siyasi kimliğin tarihselliği.

Taife kimliğine ahlaki yükler vermeden veya onu "ilkel" ya da gayri meşru olarak ele almadan önce, onu modern bir siyasi kimlik olarak ele almak, açıklayıcı olarak daha kolay olabilir (taifecilik hakkındaki bu kasıtlı cehalet, onun en önemli güç kaynaklarından biridir; birinin, taifeciliğin eski bir kimlik olduğu, etrafında bir kültür, kurumlar ve gelenekler olan bir toplumda yaşadığını görürsünüz, fakat ondan bunu inkar etmesini veya ona utanç ve suçlulukla dokunmasını istersiniz, sanki uyuşturucuymuş gibi).

Modern akademide, bugün siyasi kimliğin "kategorileri" veya "sınıfları" arasında, etnik, ulusal, dini veya taife temelli olsun, niteliksel bir ayrım yapılmamaktadır.

Diğerinden daha "doğal", daha modern veya daha "organik" bir kimlik yoktur. Milyonlarca insanı içeren, kitle iletişim araçları, yazı ve matbaa yoluyla yayılan modern kimliklerden bahsediyoruz; burada hayali kökenin veya anlatısının doğası çok önemli değil.

Usame el-Makdisi'nin Lübnan'daki "taifecilik kültürü" hakkındaki kitabının başarısının unsurlarından biri, onu herhangi bir modern kimlik gibi ele almasıdır: Kolektif, "dikey" (toplumu "yatay" olarak, eski geleneksel toplumdaki gibi sınıfınıza ve konumunuza göre değil, dikey olarak gruplara böler), on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktı ve belirli tarihi koşullar nedeniyle siyasallaştırıldı ve ön plana çıktı, bunları takip edip inceleyebiliriz.

Burada da siyasi kimliğin "tarihselliğinin" manası, onun "doğal" veya kaderinde yazılı olmadığı, onu yaratan bir tarihi olduğu, pek çok faktörün belirli bir bağlamda bir araya gelmesi, iç ve dış faktörlerin, kasıtlı ve tesadüfi (contingency) olanın, ne bir komplo ne de kaçınılmaz bir "öz" olduğu ve insanların birden fazla kimlik taşıdığı.

Bu noktayı izah etmek için biraz "karşı-olgusal tarihe" (counterfactual history) başvurabiliriz: Örneğin Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun pelerininden, Avrupa'nın uluslararası himayesinde ulusal/etnik devletler şeklinde çıktı.

Ancak Michael Reynolds gibi çağdaş tarihçileri okuduğunuzda, farklı koşullarda bölgede başka kimlik bölünmeleri görmenin mümkün olduğunu anlarsınız: Örneğin hanedan varlıkları, bölgesel kimlikler veya dini devletler.

Tarih orada "milli uyanışa" doğru ilerledi, zira baskın maddi faktörler ve siyasi bağlam, Avrupa modernitesinin "senaryosunu" körü körüne taklit etmeyi değil, bunu teşvik ediyordu.

Ve bu kimliklerin bazıları, onlara "talep" olduğu için "icat edildi" veya ulusal dilleri ve tarihi anlatıları aceleyle ve hızla oluşturuldu.

Bu faktörlerden biri, örneğin, Avrupa güçlerinin milliyetleri, kolektif siyasi hak taleplerinin "meşru" şekli olarak görmeleridir (başka bir deyişle, eğer imparatorluğun bir bölgesindeki elitlerdenseniz ve devletle anlaşmazlığa düştüyseniz veya bir hırsınız ortaya çıktıysa, davanızı sunmanın en iyi ve duyulabilir yolu, vergiler veya yetkiler üzerindeki anlaşmazlıkları dile getirmek değil, baskıcı imparatorluk tarafından kendi kaderini tayin hakkından mahrum bırakılan, zulüm gören bir milliyeti temsil ettiğinizi söylemektir).

Kimliğin "kaçınılmazlığı" fikrini, yüzyıllardır süren baskın bir siyasi kimliğe dayanan, tamamlanmış bir ulus içinde yaşayan biri yiyebilir, fakat yüz yıldan kısa bir süre içinde her türlü kimlik projesini deneyimlemiş ve bu yıllar boyunca kendilerini pek çok isimle adlandırmış halklar için bu zor olabilir.

2003 Irak işgalinden sonra, ülkede taife bölünmesi kurulduğunda ve taife ve "alt kimlikler" siyasetin merkezi haline geldiğinde, bir Orta Doğu uzmanı, "Arapların ne olduğu konusunda bir yüzyıl boyunca tartıştığını, Amerika'nın gelip bunu onlar için hallettiğini" söylemişti.

Bu, Irak'taki taifeciliğin Amerikalıların bir "komplosu" olduğu veya bastırıldıktan sonra geri döndükleri Iraklıların "gerçeği" olduğu anlamına gelmez; daha ziyade, tarihsel durumun ve Amerika'nın ülkeyi yönetilebilir açık "kategorilere" bölme çıkarının, diğer olasılıklar pahasına bir olasılığı ve yönelimi güçlendirdiği anlamına gelir.

Kimliğin tarihselliğine, bir dereceye kadar, dil örneği üzerinden yaklaşabiliriz: Neden belirli bir dil yaygın ve yazılı hale gelirken, diğeri yerel lehçe olarak kalır? Kuşkusuz, farklı Arap ülkelerinde yerel lehçeyle yazma ve fasih Arapça'dan vazgeçme çağrılarını biliyorsunuzdur.

Bazı Lübnanlıların, Lübnan lehçesinin gerçekten "yazılı" bir dil olmaya "uygun" olduğu ve onunla ifade edilebileceği fikrine şaşırdıklarını hatırlıyorum; bu yüzden onlara göre "tam" bir dildir, fasih Arapça yerine benimsenmesinde bir sakınca yoktur.

Sorun şu ki, bu insanlar modern dilbilimin temellerini anlamıyorlar, burada meselenin bir mucizeye ihtiyaç duymadığını biliyoruz.

Dil sadece bir farklılıklar sistemi ve bilinen kalıpları olan çekim kurallarıdır. Bugün dilbilimcilere para ödeyebilir ve size tam özelliklere sahip bir dil "üretebilirler", onunla romanlar ve şiirler yazabilir ve dünya eserlerini ona çevirebilirsiniz ("Game of Thrones" dizisinde yapımcılar, "Dothraki" kabileleri için Rusça ve Moğolcadan esinlenen kuralları ve kelimeleri olan özel bir dil çıkarmışlardı).

Aslında, belirli bir dili edebiyat ve iletişim için benimsemenizi sağlayan şey, onun bu rolü "oynayabilmesi" veya diğerlerinden "daha üstün" olması değil, pek çok insanı onu benimsemeye teşvik eden ve onu yaygınlaştıran tarihsel ve "pratik" nedenlerdir.

Eğer Avrupa çapında birleşik bir bilimsel dile ihtiyacınız varsa, Latince yazı ve telif dili olur ve büyük ulus devletler kendi kurumları, pazarları ve bağımsız elitleriyle yükseldiğinde, yerel dillerinin itibarını artırır ve kendi alanlarında resmi dil olarak kullanırlar.

Arapça örneğine dönersek: Eğer bir kitap, roman veya makale yayınlamak istiyorsam, hangisi –mantıksal olarak– daha faydalı olur? Onu dünya çapında dört veya beş milyon okuyucunun (çoğunun okuyup okumaması beni ilgilendirmiyor) anlayacağı bir "Lübnan dilinde" mi yazmak, yoksa eseri yaklaşık yarım milyar insana ulaştıracak aynı dilin bir biçiminde mi yazmak? Msele burada yatıyor, "dilin" özelliklerinde değil.

Dipnot: Farklı Arap ülkelerindeki bu dil hareketlerinin çoğu, ulusal dili "yeniden şekillendirme" ve alfabesini değiştirme konusundaki Türk modelini taklit ederek geldi. Ve bölgedeki elitler, özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında, Türk deneyiminin etkisini küçümsemek mümkün değil.

Hasan el-Halef'in gözlemlediği gibi, ülkemizin tanıdığı "askeri" liderliklerin çoğu ve "general başkan" fikri, temelde Atatürk modelinin ve şahsiyetinin bir taklididir.

Temel bir farkla, Atatürk imajını hak etti: Gerçekten bir savaş kahramanıydı, I. Dünya Savaşı'nda parlamadan önce Libya'da ve Balkanlar'da savaştı, ardından bir ulusun birleşmesine ve temellerini atmaya bizzat öncülük etti; oysa "taklitçileri" (Afganistan ve İran'dan Arap ülkelerimize kadar) çoğunlukla amatör askerlerdi, sahip olmadıkları bir rolü oynuyorlardı.

Bu, egemen bir devletin elinde kurumları, eğitim sistemi ve bir idareciler ve elitler ordusu olan Türk dilini "modernleştirme" projesi ile "Said Akl dili" projesi veya Mısır halk dilinin hiyeroglif sembollerle yazılması arasındaki farktır.

Kötülük ve onun kalesi

Kendini "taifecilik karşıtı" olarak görmek isteyen Arap söyleminde iki sorun var: Birincisi, taifeciliği inkar ederek veya onu eski, kadim zamanlara ait "organik" kimlikler olarak ele alarak, yeni ulusal/sosyalist toplumun inşasıyla kendiliğinden ortadan kalkacağını varsayan "ilerici Arap rejimi" söylemini benimsemesidir.

Burada entelektüel, ilericiliğin taifecilik yokmuş gibi konuşmakta yattığını düşünür ve temelde onu analiz etmek ve onunla başa çıkmak için araçlara sahip değildir; bu yüzden onu küçümser ve görmezden gelirken, etrafındaki toplumun çoğu taife uzlaşmalarına göre yönetilir.

İkinci model, taifeciliği bir "bela", ahlaki ve siyasi bir sorun veya –oryantalizm tarzında– nefret, bölünme ve şiddete yatkın oldukları için belirli toplumlara musallat olan bir kusur olarak görmektir.

Buradan, insanları onu "reddetmeye" çağıran makaleler yazarak taifecilikle savaştığına inanan, bu "geri" aidiyetlere bağlılıkları ve sömürgeciliğin tuzaklarına düşmeleri nedeniyle onları azarlayan vaazcı, kibirli söylem ortaya çıkar ve onun benzeri, diğer tarafta, hakem rolünü oynayan ve insanları sürekli olarak "bir araya gelmeye" ve anlaşmaya çağıran basitleştirici söylem.

Sanki bu kışkırtmanın arkasındaki tüm çelişkiler, politikalar, maddi ve yapısal faktörler, iyi niyetler ve tarihi bir anda bir çay sohbetiyle çözülecekmiş gibi (ve sanki taife çatışmasına yatırılan tüm kaynaklar, onun yokluğunda eylem ve nüfuz için başka kanallar bulamayacakmış gibi).

Her iki durumda da, taifeciliği herhangi bir tarihi bağlamdan çıkarıyor ve onu (çeşitli) maddi nedenlerinden ayırıyorsunuz.

Örneğin, bugün meydana gelen taife şiddetini, 2003 Irak işgalinden sonra Bilad'uş Şam'da başlayan taife savaşı bağlamına ve el-Cezire'nin ve arkasındakilerin onu yaratma ve körüklemedeki merkezi rolüne koymadan, "eski bir şey" olarak tartışamayız (bugün ülkemizde Körfez medyasının kanlı eylemlerini, yıllar süren dehşet sırasında Iraklılar bizden önce deneyimledi ve bugün Suriye'de yaşananlar, şahıslar, örgütler ve failler açısından bile, yirmi yıl önceki Irak sahnesinin bir devamıdır).

Ve Irak savaşı, 1970'lerin sonlarından bu yana Arap sahnesinde meydana gelen değişikliklerden, tekfirci Selefi İslam'ın bir varyasyonunun ve taife savaşına ve soykırım söylemine zemin hazırlayan hareketlerin teşvik edilmesinden ayrılamaz.

Birinin yorumladığı gibi, fitneci kültürel nüfuz, İslami hareketleri veya tekfirci aşırılıktan etkilenenleri aştı; hatta Fas'tan veya Ürdün'den, "taifeciliğin" olmadığı ve dindar olmayan ve Batı tarzında yaşayan bir Arap bulursunuz, fakat size Şiilerin ve Sufilerin kafir, mezar ziyaretçisi ve "ümmete" komplo kuran düşmanlar olduğunu söyler.

Buradaki fikir, "fitne" ile kaynakları ve kuluçka merkezleriyle yüzleşmeden savaşmanın mümkün olmadığıdır.

Fitneye yatırım, arkasında kurumları, medyası, etkisi ve milisleri olan egemen devletler tarafından yapıldığında, geleneksel "taifeci diplomasi" işe yaramaz hale gelir.

Lübnan'da 14 Mart 2005 aşamasından sonra, Esad Ebu Halil önemli bir eleştiri yapmıştı: Fitne "tek taraflı" olarak engellenemez, eğer birisi kasıtlı olarak fitne istiyorsa, ona ulaşacaktır.

Bu, Suriye'de katliam yapanların cezalandırılmasını talep etmek ama soykırımı ve toplu katliamı günlük olarak kışkırtanları, hatta yaygın ve "resmi" bir söylem haline getirenleri cezalandırmamak gibidir (her dönemeçte sürekli olarak soykırımla tehdit ettiğinizde ve bunu siyasetin kelime dağarcığına dahil ettiğinizde veya ondan kaçınmayı asalet olarak gördüğünüzde, kararınızı vermişsinizdir ve sadece fırsat kolluyorsunuzdur).

El-Cezire kanalını ve içindeki kışkırtıcıları suçlamak kolaydır ama bu kişilerin arkasında onları çalıştıran ve koruyan bir devlet vardır ve onlar siyasette ancak onun emriyle konuşurlar ve izin verilen çizginin dışında bir laf söylemeye cesaret edemezler.

Buradaki görüş, emirin ve devletinin görüşüdür ve çalışana cevap vermenin veya araçla pazarlık yapmanın bir anlamı yoktur.

Burada da kendini suçlamak veya arızanın kaynağını aramak için (sadece) içimize bakmak veya taifeci söylemi küçümsemek ve görmezden gelmek işe yaramaz; burada Hanna Arendt'in denklemine geri dönüyoruz (eğer onun sorunu sizin Alevi olmanızsa, vatandaş veya "taifeci olmayan" veya Arap olduğunuzu söylemenizin bir nedeni yoktur, zira o sizi vatandaş olarak değil, Alevi olarak görüyor ve onun bununla bir sorunu olduğu sürece bir yere varamayız).

Bu gerçeği basitleştiren ve bize kibirle "birbirinizi sevin" tarzı çözümler sunanlar, tam olarak Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin güneydeki savaş alanlarını ziyaret edip "yerli halka" planları ve saf çözümleriyle ders verenler gibidir.

Nefret söylemini ve onu yayanları "ikna ederek", "ıslah ederek" ve onlarla pazarlık yaparak değil, aksine onunla açıkça yüzleşerek, onu tecrit ederek ve kalelerini yıkarak yenersiniz ve bunun gerektirdiği şeye hazır değilseniz, soykırım olasılığıyla yaşamaya alışmalısınız.

Son yıllarda bölgenin ve varlıklarının havaya uçurulmasından sonra, sıra onu parçalamaya ve bir yandan İsrail yumruğunun terörü, diğer yandan taife katliamları altında teslim etmeye geldi ve iki unsur birbirinden ayrı değil.

Eski kural, her zaman, her yerde ve her toplumda nefret ve nifak sesleri, ırkçı ve kinci kişilikler bulacağınızdır; bu, insan toplumunun bir ürünüdür ve kaçınılmazdır.

Mesele şu ki, normal ve sağlıklı koşullarda bu tür sesler kuşatılır, kınanır, zayıflar ve yayılmaz. Suç, onları rasyonelleştiren, meşrulaştıran, "kabul edilebilir" bir söylem haline getiren ve sahiplerini liderler, devlet başkanları ve ekranlarda yüzler yapan birini bulduğunuzda işlenir.

Gerçek katil budur, aramızda salıverdiği insan canavarı ve semptomlarıyla uğraşıp nedeni bırakmak faydasızdır.

Seçenek, kınama söylemini aşarak yüzleşmek, ne olursa olsun, ya da Lübnan usulü davranmak ve düşmanlarının projelerine –altın tepside– teslim olan bağışıklığı olmayan halklar haline gelmektir.

Burada ilginç olan, bu günlerde Cezayirli bir arkadaşın gözlemlediği şeydir: Amerika, bölgedeki gelişmelere eski Abbasi halifesi tarzında yaklaşıyor, size boyun eğdirmek için birden fazla kapı açıyor: Eğer İslamcıysanız ve İsrail'e düşmanlık gösterisi yapmak istiyorsanız, Katar var; eğer geleneksel bir İslamcıysanız veya el-Hayat gazetesi tarzında bir liberalseniz, Suudi alanı var ve eğer laik, modernist, siyasi İslam'a düşman veya azınlık entelektüeliyseniz, Birleşik Arap Emirlikleri aşırılığa karşı ve dinler ve mezhepler arasında eşitlik sağlıyor.

Ve tüm bu farklı cephelerin, akımların ve grupların çatışmalarının arkasında, Washington adeta şunu diyor:
"Nerede yağmur yağarsa yağsın, sonunda mahsül bana (ve İsrail’e) aittir."

Çeviri: YDH