Çürüyen dünyada gerçek insan arayışı

img
Çürüyen dünyada gerçek insan arayışı YDH

“Şeytanlardan ve vahşilerden o kadar yoruldum ki, özlediğim tek şey gerçek bir insandır.”




YDH- Denemeci Nora Hoppe, el-Meyadin'de yer bulan yazısında modern dünyadaki "ilerleme" kavramının, kapitalizm ve teknolojinin hakimiyetine terk edildiğini eleştirerek insanlık için daha etik bir yol izlenmesi gerektiğini ifade ediyor. Hoppe'ye göre, insanlık için büyük bir tehdit oluşturan mevcut Batı zihniyeti ve finansal kapitalizmi, soğuk savaşlara, yolsuzluklar ve savaşlardan beslenen bir dünya düzenine neden olurken insanlığın da ilerlemesine engel oluyor. Küresel çoğunluğun Batı'nın yolundan gitmek yerine alternatif bir yol izlemeleri gerektiğine, bu yolun belirsiz ama umut verici olduğuna dikkat çeken Nora Hoppe, Ensarullah hareketini övüyor ve onların, Batı'nın kapitalist ve sömürgeci yapısına karşı duruşlarını, etik ve adalet temelli ‘’başka türlü bir yaşam’’ olarak sunuyor.

Günümüzde gezegenimiz, dünyanın dört bir yanındaki kişisel cihazlardan herkesin canlı tanıklık edebildiği bir soykırıma ev sahipliği yapıyor. Bu iğrençlik; hiçbir uluslararası organ, hükümetler arası kuruluş ya da daha adil bir dünya kurduğunu iddia eden "uygar" devletler tarafından engellenmeden sürüyor. Bu durum, bir tür olarak evrimimiz ve potansiyel olarak medeniyetimizin geleceği hakkında çok şey söylüyor.

Şu anda bir yol ayrımının eşiğindeyiz: biri açık ve geniş, ancak yıkıma ve çöküşe götürüyor; diğeri ise yeni ve uyumlu bir dünyaya çıkıyor, fakat bu yol dolambaçlı, taşlı, belirsiz ve sisle örtülü.

Bataklıkta çırpınan bir kurbanın boşuna debelenmesi gibi, çökmekte olan bir İmparatorluğun çılgınlığı da yalnızca kendi sonunu hızlandırıyor. Yıkımı ve intiharı seçmiş durumda — ve bu yolda birçok takipçisi var; özellikle de hastalıklı bir uzantı olan Siyonist yapı ve Batı Dünyası’nın geri kalanı. Bu nekrotik dürtünün belirtileri, bitmek bilmeyen savaşlarda; açgözlülük ve bilinçli cehaletle beslenen, kendi kendini yiyip tüketen bir ekonomik düzende; toplumun, ailenin, inanç ve geleneklerin parçalanmasında ve özünde doğal ve canlı olana duyulan sistematik nefrette açıkça görülüyor. Bütün bunlar, er ya da geç kendi kendini yok etmeye sürükleyen kalıcı bir hoşnutsuzluk ve korku halinin tezahürleridir.

Soykırım ve kölelik üzerine inşa edilen günümüzün hegemonu Amerika Birleşik Devletleri, kuruluşundan bu yana sayısız savaşa öncülük etti. Avrupa’nın bitmek bilmeyen açgözlülüğü ise 500 yılı aşkın bir süredir gezegeni sistematik biçimde katletmeye ve yağmalamaya devam ediyor. Ancak artık bu yalnızca bir coğrafya meselesi değil. Bugün insan uygarlığının temel sorunu, Batı zihniyeti ve finansallaşmış kapitalizm sistemidir —her ikisi de birkaç istisna dışında, tüm dünyaya farklı derecelerde sirayet etmiş durumda.

Dünya çoğunluğunun büyük bir kısmı, sömürgeci Batı'nın boyunduruğundan hâlâ kurtulabilmiş değil; çünkü sistemik yolsuzluk, yapısal bağımlılıklar, toplumsal baskılar ve devletlerin yurttaşlarını kendi geçmişleri ve tarihsel gerçeklikleriyle buluşturacak bir bilinçlenme sürecini desteklemekteki yetersizliği bu kurtuluşu engelliyor.

Batı dünyasının mitleştirilmesi ve ona öykünülmesi, yüzyıllar boyunca pek çok topluma derinlemesine işlemiş durumda. Sömürgecilikten gerçek anlamda kurtuluş ise zaman alacak bir süreçtir —ne yazık ki bu yönde şimdiye dek resmî düzlemde çok az şey yapıldı.

Gelecek vaat eden BRICS+ ülkeleri, ağırlıklı olarak ticaret, ekonomik büyüme ve yüksek teknoloji inovasyonuna odaklanıyor. Oysa Batı'nın toplumsal çöküşe ve kültürel harabiyete sürükleyen yolundan uzak durmak ve alternatif, sisle örtülü yolu açığa çıkarmak için Küresel Çoğunluk olarak pek çok alanda zihinsel bir berraklık geliştirmemiz gerekiyor. Bunun için düşünce biçimlerimizde köklü, sismik değişimlere ihtiyaç duyabiliriz.

Belki de işe en temel kavramlarımızı yeniden tanımlayarak başlamalıyız: “Kalkınma” nedir? “Büyüme” nedir? “Refah” nedir? “İlerleme” nedir? Tıpkı kötü huylu metastazlar gibi, her büyüme faydalı değildir. Bugün “pozitif büyüme” neredeyse yalnızca parasal ölçütlerle — GSYH, GSMH, satın alma gücü paritesi — tanımlanıyor.  Peki “ilerleme” nedir? Günümüzde bu kavram büyük ölçüde teknolojik yenilikle özdeşleştiriliyor. Elbette, Çin örneğinde olduğu gibi, insanların yoksulluktan kurtarılması temel bir zorunluluktur. Ancak İnsanlık tam olarak nasıl bir “refah”a ulaşmak istemektedir? Bugün, bu post-modern çağda, kalkınma, büyüme, refah ve ilerleme gibi kavramların maddi olmayan boyutları üzerine neredeyse hiç tartışılmamaktadır…

Durgunluğa düşen yalnızca eğitim, sanat ve dünya kültürleri değil; aynı zamanda tüm devletlerin ve toplumların etik ve değer sistemleridir... İnsanlığın büyük kısmının vicdanından söz etmeye bile gerek yok. Bir soykırım başka türlü nasıl bu kadar sıradanlaşabilir? Zulüm, başka nasıl olur da dünya genelinde her gün tahammül edilebilir bir manzaraya dönüşebilir? İki soykırımcı lider, toplama kamplarına dair “emlak planlarını” sanki gündelik bir projeyi tartışır gibi hevesle konuşurken, başka hangi koşullarda bu kadar normalleşebilir? Planlanmış bir kıtlığın küresel seyircileri hâline nasıl geldik?

Nasıl oluyor da bu kadar çok Avrupa devleti ve Avrupa Birliği’nin sınır kontrol kurumu Frontex, Elbit Systems’ın —İsrail’in en büyük silah üreticisinin— “savaşta test edilmiş” (Gazze’de test edilmiş) silahlarının müşterisi olabilir? Bu silahlar, gözetleme dronları ve zırhlı araçlar için uzaktan kumandalı kuleler üreterek Avrupalı askerlerin, uzak merkezlerdeki teknisyenler eliyle hedef alınan mültecileri öldürmesini hem hesap vermeden hem vicdan azabı duymadan gerçekleştirmesini mümkün kılmaktadır.

Avrupa ülkeleri, Yahudilere yönelik tarihsel bir soykırımın, Siyonist varlık tarafından kendi ticari çıkarları doğrultusunda “revize edilmesine” ve aklanmasına nasıl sessiz kalabilir? Uluslararası hukuk, nasıl bu denli dirençle karşılaşmaksızın çiğnenebilir? Sürekli yalan söylemek, anayasaları ve uluslararası anlaşmaları defalarca ihlal etmek nasıl bu kadar olağanlaşabilir?

"İfade özgürlüğü" ve "Batı değerleri"yle övünen bu devletlerin yurttaşları, kendi hükümetleri tarafından insan haklarını savundukları için yargılanan protestoculara nasıl sessiz kalabilir?

Bugün, hayatta kalmak için doğrudan savaşan insanlar — Gazze, Suriye, Lübnan ve diğer yerlerde — Nazizme karşı mücadele etmiş cesur askerler, cephelerde canını tehlikeye atan gazeteciler ve soykırımı protesto etmek için mesleklerini riske atan aktivistler dışında... dünyanın geri kalanı nerede? 

Bazı devletler devam eden soykırımı kınadıklarını dile getiriyorlar —ama harekete geçmiyorlar. Çünkü... çünkü... mesele karmaşık. Ama bir istisna var.

Yemen’deki Ensarullah. Onların kararlılığı karmaşık bir ideolojiye değil, yalın bir önceliğe dayanıyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde —belki de en yoksulunda— yaşayan bir halk, neden enerjisinin büyük kısmını, sınırlı kaynaklarını ve sarsılmaz inancını, kendileriyle doğrudan bir bağı olmayan, 2 bin 270 kilometre ötedeki bir halk için riske atarak seferber eder?

Bu insanları birleştiren nedir? Onların “kalkınma”, “büyüme”, “refah” ve “ilerleme” tanımları acaba neye tekabül ediyor?

En az 7000 yıldır çeşitli medeniyetlerin kesişim noktasında yer alan Yemen, kendi köklü uygarlığıyla birlikte, yüzyıllar boyunca bu değerli, son derece gelişmiş, kaynak zengini ve “coğrafi olarak en stratejik” bölgeyi ele geçirmek isteyen güçlerce sayısız istilaya, şiddetli savaşlara, gaspçı hanedanlara ve sömürgeci işgallere maruz kaldı.

1990’larda, Yemen’in Irak’a karşı ABD-Suudi koalisyonuna katılmayı reddetmesi nedeniyle maruz kaldığı Suudi baskısı ve ardından gelen uzun süreli ekonomik sıkıntıların ardından, kuzey Yemen’de İslam'ın Şii mezhebinin bir alt kolu olan Zeydi inancına dayalı bir taban hareketi doğdu: Münteda el-Şabab el-Mümin (“İnanan Gençlik”). Yoksul halka sosyal programlar sunan bu hareket, kısa sürede büyüyerek Ensarullah’a (“Allah’ın Yardımcıları”) dönüştü ve 2004–2010 yılları arasında Suudi ve Batı destekli Salih rejimine karşı altı savaş yürüttü.

Tüm bu yıllara yayılmış yoksunluğa rağmen, Ensarullah adalet, Filistin’in özgürlüğü ve Yemen’in bağımsız kalkınması hedeflerinden vazgeçmiş değil. Bu hedeflere ulaşmak için ne finansallaşmış bir devlete ne de “parasal refaha” ihtiyaç duyuyorlar. Tüm faaliyetlerinde birlik ve dayanışma sergiliyor, inançları ve ilkeleri uğruna ölmeye hazır bir irade gösteriyorlar.

Filme alınan konuşmalarında ve uluslararası toplantılardaki tavırlarında güven, sükûnet, zarafet, duruş ve tevazu göze çarpıyor. “Filistin: Ulusun Temel Davası” başlıklı Üçüncü Uluslararası Konferans’ta, düşman devletlerden gelenlere bile saygı, misafirperverlik ve cömertlikle yaklaştılar. Tek başlarına küresel deniz taşımacılığı düzenini sarsmayı başardılar. Silahlarını kendi uzmanlıklarına güvenerek üretiyorlar. ABD Savunma Bakanlığı'nın baş silah tedarikçisi Bill LaPlante, bu silahların karmaşıklığı karşısında kaygılarını şöyle dile getirdi:

“Ensarullah’ın son altı ayda yaptıkları gerçekten şoke edici.”

Gazeteci ve analist Eymen Ahmed, “Yemen’in Cesur Direnişinin Arkasındaki Faktörler” başlıklı makalesinde, Ensarullah’ın “geleneksel askeri taktikleri alışılmadık biçimlerde yeniden kurguladığını” ve gerilla odaklı bir yaklaşım benimsediğini anlatıyor: Düşman arazilerde küçük gruplar halinde yaya olarak hareket ediyorlar; liderler taktiklerini çoğunlukla sahada doğaçlıyor; çok az ya da hiç elektronik cihaz kullanmıyorlar:

“İnsansız hava araçlarını bu tarzda kullanmaları, Yemenlilerin milyarlarca dolarlık Suudi hava savunma sistemini nasıl altüst ettiğini gösteriyor.” [...] “Dünyanın önde gelen silah satıcılarından alınan devasa silah stoklarına rağmen, Suudi rejimi belirleyici bir askeri zafer elde edemedi.”

Ensarullah’ın en güçlü yönü ise “Modern Yemen Devleti için Ulusal Vizyon”larında yer alan hedeflerdir: Yemen halkı için onurlu bir yaşam, ulusal bağımsızlığın korunması ve dünya ülkeleriyle adil ve eşitlikçi işbirliği. Bu vizyon sayesinde toplumun tüm kesimlerinden destek topladılar. Siyasi analist ve Yemen'le Uluslararası Dayanışma Komisyonu üyesi Rune Agerhus’un da belirttiği gibi:

“Ensarullah’ın savaş, açlık ve kuşatma altındayken kurmayı başardığı sistem, en iyi ihtimalle Yugoslavya’daki işçi özyönetimine benzetilebilir.” [...] “Tarım arazileri ve üretim, Yemenli köylülerin sahibi ve yöneticisi olduğu kooperatiflerce kontrol ediliyor.”

Yemen bugün iki cephede savaş veriyor: bir savaş cephesi ve bir kalkınma cephesi. Ensarullah’ın benimsediği yapı, çağdaş kapitalizmin zıddıdır. (Unutmamak gerekir ki Yemen, 1967–1990 yılları arasında güneydeki topraklarında, İngiliz sömürgeciliğinin ardından Marksist-Leninist bir sistem kurarak sosyalizmi deneyimlemişti.) Günümüzün küreselleşmiş, postmodern, teknoloji takıntılı, Batı normları, teknokratlar ve piyasanın yönlendirdiği; tarihsel bilgisizlik ve bağımsız muhakeme eksikliğinin egemen olduğu dünyasında Ensarullah birçoklarına ya ilkel ve barbar ya da en iyi ihtimalle “egzotik” görünebilir.

Farklı kesimlerden insanlar Ensarullah hakkında farklı düşüncelere sahip olabilir ve onları bu düşünceler doğrultusunda yargılayabilir... fakat bu insanların, soykırıma uğrayan başka bir halkı savunmak uğruna ortaya koyduğu EYLEMLER — özellikle de içinde bulundukları koşullar düşünüldüğünde — kendi adlarına konuşur. Ve çoğu güzel sözden daha yüksek sesle yankılanır.

10 Nisan 2025’te, barbar İmparatorluk’un durmaksızın süren bombardımanları altında, Ensarullah’ın lideri Seyyid Abdülmelik el-Husi, dünyaya bir kez daha çağrıda bulundu: Filistin halkının yardımına koşmak ve kolektif insanlık sorumluluğumuzun farkına varmak için. Ama kim dinliyor? “Uluslararası toplum” nerede?

Binlerce yıllık uygarlık tarihinden sonra, modern çağda bir tür olarak “ilerleme” adına kaydettiğimiz şey gerçekten nedir?

Çeviri: YDH