"İran devrimini diğerlerinden ayıran ve ideolojisinin yanı sıra öne çıkan bir diğer özelliği de, tıpkı Çin devrimine benzer şekilde, sadece iktidara gelip yerleşmekle yetinmeyen, sürekli bir devrim olmasıdır."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Halil Kevserani, İran'ın siyasetini, devrimci idealler ile devlet gerçekçiliği arasında basit bir tercih olarak değil, "Aşkın Siyaset" olarak adlandırılan karmaşık bir ikilem olarak ele alıyor. Bu yaklaşıma göre İran, Humeyni döneminden miras kalan "devrimin sürekliliği" ilkesini, Devrim Lideri Hamenei'nin formüle ettiği "hikmet, izzet ve maslahat" üçlemesiyle birleştirerek rejimin bekasını ve meşruiyetini güvence altına alıyor. Kevserani, İran'ın İsrail ile son çatışmasını bu ikili stratejinin zirve yaptığı bir an olarak değerlendiriyor ve bu durumun, İslam Cumhuriyeti'nin geleceğini anlamak için bir anahtar sunduğunu savunuyor.
Humeyni'nin İran'ında, içeride Batılılaşma, bağımlılık ve tiranlık rejimine karşı yapılan devrimden ve dışarıda "küresel istikbarın" temsilcisi olan uluslararası düzene başkaldırıdan bu yana geçen on yıllarda pek çok şey değişti: 90'ların başında "ulusal devlet" fikri üzerinde sağlanan istikrar, "ulusal güvenlik" politikalarının belirginleşmesiyle kendini gösterdi.
Bu durum, uluslararası düzene başkaldırıdan, bu düzen içinde saygın bir yer edinme arayışına geçişle yan yana ilerledi.
Ancak değişmeyen bir sabit vardı: "Devrimin sürekliliği." Bu makale, bu sabitin önemini vurgulayarak, devrim ideolojisini yeniden incelemenin, İran'ın bugün hem İsrail hem de Amerika ile askeri ve aynı zamanda gerçekçi bir şekilde savaştığı mevcut durumu okumada ne denli faydalı olduğunu varsaymaktadır.
Belki de Michel Foucault'nun, "sahte modernleşme sistemi" veya "cismani siyaset" karşısında kullandığı "ruhani siyaset" (ona göre ruhanilik dinden farklıdır) terimi, İran'daki (kendisinin ısrarla kullandığı ifadeyle) isyanın ideolojisini teşhis etmeye yönelik en heyecan verici ve erken tarihli denemeydi.
Foucault bu analizi, Batı modernitesi ve materyalizminin dışında bir şeyler yaratan muğlaklığa veya "dünyayı reddetmenin" bir aracı olarak ruhani irade sembollerinin keşfine hayranlık duyan bir konumdan yapıyordu.
Fakat başkalarının eksik tanımlamalarının yanı sıra, İran deneyiminin kendini tanımladığı bir yön de var: Devrimin zaferi, "Şii dünyası" içindeki geleneksel "tefkik (ayrıştırma) ekolü" karşısında irfani "Hikmet-i Mütealiye" ekolünün galibiyetiydi.
Bugün İran'da bu ideoloji için "Aşkın Siyaset" terimi yaygınlaşmıştır. Bu, teorik felsefeden türetilen pratik bir felsefe olup, "Hikmet-i Mütealiye" olarak bilinen İslam felsefesinin kurucusu Sadreddin Şirazi'nin "medeniyet hikmeti" kavramının geliştirilmiş bir taklididir.
Özetle, mutlak ve aşkın ideallere ve ahlakçı bir disipline olan inancın esas olduğu siyaset, burada "ameli tevhid" veya diğer adıyla "siyasi tevhid" olarak anlaşılır.
Bu anlayışa göre, tevhid inancını, yani çeşitli otoriteleri ve kısıtlamaları reddetmeyi, "tağutlar" ve "müstekbirler" olarak adlandırılan istibdat ve sömürgeci güçlerle mücadeleye bağlayan Humeyni'nin ifadelerinde bu durum açıkça görülür.
Bu anlamda, tevhid ehli bir Müslüman, kelime-i şehadette "Lâ ilâhe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) derken nasıl "hayır" diyorsa, bu güçlere de "hayır" demedikçe gerçek anlamda muvahhid olamaz.
İran devrimini diğerlerinden ayıran ve ideolojisinin yanı sıra öne çıkan bir diğer özelliği de, tıpkı Çin devrimine benzer şekilde, sadece iktidara gelip yerleşmekle yetinmeyen, sürekli bir devrim olmasıdır.
Ancak devrimin sürekliliğine devletin ve gerçekliğin dayattığı zorunluluklar ışığında yanıt vermek, idealizm ile gerçekçiliği birleştiren politikaların formüle edilmesini gerektirmiştir ki bu durum, Humeyni sonrası on yıllara damgasını vurmuştur.
Bu nedenle, örneğin, İran'ın mevcut Devrim Lideri Ali Hamenei'nin dış politikada "hikmet, izzet ve maslahat" üçlemesini nasıl geliştirdiğini görüyoruz.
Son yıllarda İran'ın temel sorusu, gerçeklik ve onun dayattığı zorunluluklar olmuştur: Slogandan ve onun meşruiyetinden vazgeçmeden nasıl devam edebiliriz?
Hamenei'nin dış politikayı bağımsızlık ile esnekliği bir araya getiren bu üçleme sınırları içinde tanımlaması, bu sorunsalı anlamak için bir anahtar sunmaktadır. Aynı durumu, İran'ın bölgesel projesinin, ulusal güvenlik ihtiyaçlarını (rejimi korumak ve Irak savaşınakine benzer bir tehditten kaçınmak) devrimin sloganlarıyla (istikbar ve Siyonizm ile mücadele, Kudüs'ü özgürleştirme) birleştirmesinde de gözlemliyoruz.
Bu iki unsur birbiriyle çelişmek yerine birbirini tamamlar hâle gelmiştir. Bu durum, neredeyse ana sloganlar olan "İslam ümmeti" ve "mustazaflar" kavramlarını gölgede bırakacak noktaya gelen "Direniş Cephesi" fikrinde somutlaşmıştır.
Bu değişimlerin en doğru yorumu, İran'ın bugün, rejimin bekasının tek yolu olarak "devrimin sürekliliği" takıntısıyla hareket ettiğidir.
Hamenei'nin vizyonuna göre "sürekli devrimin" dört aşaması vardır: Devrim, İslam hükümetinin kurulması, İslam toplumunun inşası ve "modern İslam medeniyetinin" kurulmasına katkıda bulunmak. Bu, İran'ın ne kadar gerçekçiliğe ve göreliliğe yönelirse yönelsin, Batılı antiteziyle olan çatışmasını mutlak anlamda sonlandıramayacağı anlamına gelir.
Aynı zamanda, modelinin ayakta kalması için mümkün olan her yere yönelecektir ve politikalarını, ister katı ister esnek olsun, bu temel üzerine inşa etmektedir.
Dolayısıyla, İran'ın sloganlarından vazgeçtiğini söylemek, durumu aşırı basitleştiren ve yanıltıcı bir yaklaşımdır. Çünkü sloganları, rejiminin meşruiyetinin birincil kaynağı ve dolayısıyla bekasının ve bağımsızlığının garantisidir.
Eğer Ali Hamenei'nin deneyimine dair özel bir tarih yazılacaksa, "ikili tevhid" olarak adlandırabileceğimiz bu buluştan, yani köktenci devrimcilik ile devlet gerçekçiliğini bir araya getirmesinden başlamalıdır. Belki de bu, "Cumhuriyet" ve "İslam" ikilisinin pekiştirilmesidir.
Bu makalenin varmak istediği sonuç, 12 günlük savaşta, Hamaney'in "ikilemi" çerçevesinde, bu İran deneyiminin en yoğunlaşmış zirvesine tanık olduğumuzdur.
Bu süreçte İran, yarım asrın değiştirmediği gizli devrimci ruhunu ortaya çıkarırken, aynı zamanda tam bir devlet gerçekçiliğiyle hareket etmiştir. Buradan hareketle, savaşın yarattığı veya pekiştirdiği, vatanseverlik ile "Devrim Muhafızları" gibi bir yapının temsil ettikleri arasındaki özdeşleşme ve kontrollü çatışma ile projeye zarar vermeyen ateşkes arasındaki buluşma, bir sonraki yarım yüzyılda "İslam Cumhuriyeti"nin geleceğini okumak için bir giriş kapısı haline gelmektedir.
Çeviri: YDH