Karitha: Batı’nın istismar ettiği bir soykırımın gerçek adı

img
Karitha: Batı’nın istismar ettiği bir soykırımın gerçek adı YDH

“Karitha/soykırım sadece bir acı değil, aynı zamanda bir tohumdur. Her katliam, her yıkım yeni bir kimliğin temelidir; mağduriyetin değil, direnişin kimliği. Merhamet değil, adalet talep eder. Acıma değil, özgürlük.”




Pasquale Liguori, el-Meyadin için kaleme aldığı “Beyond Genocide: Karitha is the Truth the West Cannot Judge” başlıklı makalesinde, Batı’nın Filistin’deki soykırımı geç ve çoğunlukla çıkar odaklı biçimde tanıdığını, bu trajedinin ise sıklıkla ahlaki meşruiyet kazanmak amacıyla araçsallaştırıldığını belirtiyor. Liguori’ye göre gerçek yüzleşme, Batı’nın etik kaygılarından değil, Filistinlilerin 'Karitha' gibi kendi kavramlarıyla kurduğu direniş anlatısından doğabilir.

 

YDH- Liberal-ileri eleştirel düşüncenin önde gelen isimlerince kaleme alınmış iki yeni başyazı, -her ne kadar istemeden de olsa- Gazze hakkında Batı yorumculuğunun en sahte ve en çirkin yönlerinin ötesine dair bir bakış sunuyor. Brown Üniversitesi’nde Holokost ve soykırım çalışmaları profesörü olan Omer Bartov, New York Times'ta kaleme aldığı yazıda İsrail’in Gazze'de bir soykırım gerçekleştirdiğini, yani Filistinliler adlı bir grubun sistematik şekilde yok edilmesini sürdürdüğünü belirtiyor.

Adam Shatz ise London Review of Books’taki yazısında Gazze’yi, İsrail’iin kendi yıkıcı şiddetiyle cesaret bulduğu ve yükselen küresel sağ tarafından desteklendiği yeni bir bölgesel düzenin merkez üssü olarak resmediyor. Bu düzende İsrail, yapısal ırkçılık ve Yahudi travmasına dair kurtarıcı bir retorikle beslenen cezasız bir emperyal tahakküm uyguluyor.

Ancak bu uzun yazılar, ahlaki bir uyanış görüntüsünün ardında masumiyet eksikliğini gizliyor. Bartov, Gazze’de bir soykırım yaşanıp yaşanmadığına dair şüphe uyandıran ilk isimlerdendi. 7 Ekim'in hemen ardından, Netanyahu’nun Amalek’e karşı kutsal kitaba dayanan intikam çağrılarında ve Filistinlilere “insan hayvanları” diyen İsrailli yetkililerin açıklamalarında apaçık ortada olan bir gerçeği “kabul etmesi” tam sekiz ay süren toplu vahşetleri aldı.

25 yıldır soykırım üzerine ders veren Bartov, artık İsrail’in eylemlerinin soykırım niteliğinde olduğunu kabul ediyor, ancak bunu neredeyse tamamen İsrail’in ahlaki krizi üzerine kurulu bir makale aracılığıyla yapıyor. Onun asıl endişesi, tamamen Batılı bir mesele: İsrail’in etik konumu ne olacak? Holokost çalışmaları, antisemitizm araştırmaları ve soykırım söylemi, Gazze’nin ortaya çıkardığı bu kırılmadan sonra ne hale gelecek? Filistin hakkında ise neredeyse hiçbir şey söylemiyor. Öz-yönetim, geri dönüş hakkı ya da özgürlük konularına hiç değinmiyor. Geleceğe dairse muğlak ya da tarafsız: iki devlet, tek devlet, konfederasyon… hepsi tali gibi. Onun için önemli olan İsrail’in bir “apartheid devleti”ne dönüşmemesi, sanki onlarca yıldır zaten öyle değilmiş gibi.

Shatz da bölgesel bağlama dair geniş analizinde, meseleyi eninde sonunda Batılı liberal kültürün içsel bakışına getiriyor. Sağcılar tarafından antisemitizmin araçsallaştırılmasını kınıyor, demokratik bir ilerici uyanışı umuyor ve New York belediye başkanlığına aday olan Mamdani gibi figürleri övüyor. Her şey, liberal öz-korumanın sınırları içinde gelişiyor ve çözülüyor: İsrail’i kurtarmak için onu eleştiren, çöküşünü engellemek için zulmünü kınayan, Filistin hakkında sadece kendini yeniden meşrulaştırmak için konuşan bir dünya.

Gazze’de bir soykırım yaşandığı artık tartışma konusu değil. Bu, ham ve cilasız bir gerçeklik, an be an belgeleniyor. Belki birkaç yıl içinde, belki hiç gelmeyecek olan uluslararası mahkeme kararlarını beklemeye ya da Roma Statüsü’nün ilgili tanımını didik didik etmeye gerek yok. Soykırım, kana ve tarihe bulanmış bir hakikattir; terminolojik bir sorun değildir. Bir halkın sistematik şekilde yok edilmesinde, aç bırakılmasında, çocukların kasten topluca öldürülmesinde, evlerin, arşivlerin, hastanelerin ve “Filistin” adının silinmesinde kendini gösterir.

Ancak ölüm makinesi her geçen gün daha verimli hale gelirken, Gazze bombaların altında diri diri gömülürken, başka bir dinamik beliriyor: sinsi, ince. Batı’da “soykırım” terimi bir markaya, ahlaki gücün kendi içine dönük devrelerinde takas edilen sembolik bir para birimine dönüşüyor. Soykırımı kınamak, siyasi-medya sirkinin içinde bir tür sosyal anahtara, güvenilirlik rozetine dönüşüyor. Çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde bir tür "sahiplenme"ye tanık oluyoruz: Filistin soykırımı, bazıları için görünürlük, tanınırlık ve kendi merkezli duruşlarından fayda elde etmek amacıyla kullanılan bir anlatı aracına dönüşüyor.

Sürmekte olan bir soykırım, “dayanışma” kisvesi altında konuşan, olaylara mesafeli bakan kurumsal figürler için sembolik sermayeye indirgenemez. Bu şekilde, soykırım yakıcı bir hakikat olmaktan çıkıp bir söylem nesnesine dönüşüyor, kendini temsil aracı haline getiren aktörlerce yönetilen bir parola. Bu sürecin bir adı var: ahlaki gasp. Soykırım, Batılı ilerici dünyanın anlatı gücüne açılan bir gösterge alanı haline geliyor; Batı bu alanı “fark ettiğini” iddia ederek kendini aklıyor ki, aslında gerçekleşmesine izin veren ya da daha kötüsü, onu aktif biçimde destekleyen de yine kendisi. Kınama her zaman çok geç geliyor ve bu arada Filistinliler ölüyor. Mecazen değil: gerçekten ölüyorlar.

Açıkça söylenmeli: “Soykırım” kelimesi bu insanlara ait değildir. Üçüncü tekil şahısta çekilecek, acınası kampanyalar için etiket yapılacak, anlamsız konferanslarda sembolik sermayeye dönüştürülecek bir kelime değildir. Bu, tarihin ve kanın bir kelimesidir. Ve bu kan Filistinlidir.

Bu yüzden yaşanan soykırımla anlatılan soykırımı ayırmak elzemdir; yakıcı gerçeklikle araçsallaştırılmış söylemi birbirinden ayırmak gerekir, kültürel ve anlamsal düzeyde dahi olsa.

Fransız-Lübnanlı siyaset bilimci Gilbert Achcar kısa süre önce Le Monde Diplomatique’te Gazze’de yaşanan felaketi tanımlamak için Arapça "Karitha" kelimesini kullandı: 1948 Nekbesi’ni dahi aşan mutlak bir felaketi ifade eden bir kelime. Bu kullanım, gerekli bir ayrımı gündeme getiriyor, “soykırım” teriminin yerini almak için değil; zaten en ağır anlamı taşıyan bu kelimeye ilave olarak, yaşanan trajediyle onun söylemsel karikatürü arasındaki sınırı çizmek için. "Karitha" bir çığlıktır, hukuki bir kategori değil. Mahkemelere veya hükümlere ihtiyaç duymaz. Tanınmak istemez; sadece duyulmayı emreder. Filistin’in sesi, dışsal meşruiyet şantajını parçalayarak, Batı’nın hukuk ve insaniyet kodlarının ötesinde kendi anlatısını ilan eder.

Önemli olan sömürgesizleştirmenin dili, Filistin acısına özgü sözcük dağarcığı, felaketi kendi dünyası, tarihi ve politik maneviyatı içinden adlandırma eylemidir. Bu, “soykırım” kelimesinin araçsallaştırılmasını ifşa eden ve onu cesetlerde, yaslarda, hafızada ve direnişte cisimleşen hakikate geri iade eden bir söylemdir. Batı, toplu ölümlerin kasıtlı mı yoksa başka şekilde mi olduğuna dair civciv kümesindeki tartışmalarına devam ederken, “Karitha” kelimesi ahlaki bir nöbetçi olarak dimdik ayakta duruyor: soykırımdan daha kötü değil, ama soykırımın ötesinde. Onu aşıyor, anlamını geri kazandırıyor. Onu Batı’nın sembolik hapsinden kurtarıyor ve toprağa, kana ve Gazze’nin gökyüzüne iade ediyor.

Bu, BM’den, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden ya da STK raporlarından tanınma beklemeyen bir soykırımdır. Sömürgeci dilin keyfiliğinden koparılmış Filistin hakikatidir. Bu, bir kırılma noktasıdır; Filistin halkının insanlığı artık konuşulmak, inanılmak ya da var olmak için aracıya ihtiyaç duymadığı bir nokta.

Ve sadece bu hakikatten sonra yeni bir şey filizlenebilir. Özgür Filistin, Lahey’deki bir hükümle ya da BM kararlarıyla doğmayacak. Şu kabulden doğacak: Karitha/soykırım sadece bir acı değil, aynı zamanda bir tohumdur. Her katliam, her yıkım yeni bir kimliğin temelidir; mağduriyetin değil, direnişin kimliği. Merhamet değil, adalet talep eder. Acıma değil, özgürlük.

Bu anlamda, Filistin trajedisine en “asil” Batılı ad verme çabaları bile, onu bir çerçeve içine almaya, kötülük skalasının teknik kurallarıyla geçerlilik kazandırmaya çalıştığı anda başarısız olur. “Soykırım” gibi dehşet verici bir kelime, akademik, hukuki ve medya diyalektiğiyle yozlaştırılmıştır. Ama Gazze’nin bu tartışmalara ayıracak zamanı yok. Gazze, dünyanın kendi yok oluşuna doğru tanım bulmasını beklemez.

Bu noktada Bartov ve Shatz, Batı düşüncesinin sınırlarını ortaya koyuyor. Ama artık bu sınırlar aşılmalıdır. Çünkü bu dünyanın bu yakasında, artık kimlerin konuşmaya “layık” olduğuna karar verme hakkını elimizde tuttuğumuzu iddia edemeyiz. Biz, bu soykırımı destekleyen bir “medeniyet”iz; nasıl olur da barış ödülüne kimi aday göstereceğimize dair ahlaki otorite iddiasında bulunabiliriz ki?

 

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel