"Direniş ne ideolojik bir lüks ne de devletin bir alternatifi; uluslararası ve bölgesel bir egemenlik boşluğundan doğmuş ve 2006’dan bugüne olağanüstü bir caydırıcılık denklemi çizmeyi başarmış Lübnan için bir güç kaldıracı."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Ali Haydar, direnişin Lübnan için geçici bir durum değil, bölgeyi yeniden şekillendirmeyi amaçlayan İsrailprojesine karşı tarihsel ve stratejik bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Direnişin sağladığı caydırıcılık, sonunun geldiği yönündeki propagandaların aksine, dinamik ve hâlâ işlevsel bir güç denklemi olarak varlığını sürdürüyor. Ali Haydar'a göre, yaşanan yıkımın sorumluluğunu direnişe yüklemek gerçekleri çarpıtmaktır; zira direniş bir yük değil, Lübnan'ın siyasi ve güvenlik varlığının temel dayanaklarından biridir.
Lübnan ve bölgenin mevcut koşullarında, direnişe geçici bir durum olarak bakılamaz. Direniş, Doğu Akdeniz’deki güç dengesinin tarihsel ve bilişsel bir ürünü, bölgeyi yeniden dizayn etme ve boyun eğdirme arayışındaki hudud bilmeyen İsrail projesine karşı en önemli siyasi ve savunma araçlarından biri.
Direnişin işlevinin sona erdiği fikrini yaymak, pusulayı Siyonist tehditten saptırmayı ve bu tehdidi inkâr etmeyi gerektirir.
Bu fikir aynı zamanda, İsrail’e yayılmacı ve saldırgan tutumunda daha fazla atılganlık kazandıran bölgedeki mevcut güç denklemlerini görmezden gelmeyi de içerir.
Bu noktadan hareketle, “silah yükü” veya “caydırıcılığın çöküşü” gibi söylemler, Lübnan ve bölgenin geçtiği kader anında tehlikeli bir propaganda ve siyasi yatırımdan ibarettir.
Bu söylemler ne ulusal çıkarların gözetilmesine ne de dengelerin gerçekçi bir okumasına ne de mevcut güvenlik ortamına dayanır.
Direnişin inşa ettiği caydırıcılık işlevi, hiçbir zaman mutlak veya sonsuza dek garantili bir durum olmamıştır. Aksine, özünde güç dengelerinden, teknolojik, siyasi ve stratejik dönüşümlerden etkilenen dinamik ve değişken bir süreçtir.
Caydırıcılık, sıfır toplamlı bir denklemle değil, oranlar ve etkileşimlerle ölçülür ve birden çok düzeye ayrılır: Savaş başlatmaktan caydırma ve savaş sırasındaki caydırıcılık; yani düşmanın seçeneklerini etkileyen operasyonel caydırıcılık.
Tarih boyunca hiçbir direniş hareketi, caydırıcılığı kalıcı bir güvenceye dönüştürememiş, Lübnan’daki direnişin 2006-2023 döneminde ürettiğine benzer bir denklem oluşturamamıştır.
Yine de direniş hareketleri düşmanın hesaplarını etkilemeyi, işgalin maliyetini artırmayı ve her türlü saldırıyı pahalı bir maceraya dönüştürmeyi başarmıştır.
Bu anlamda, fiili tehdidin sürmesi, caydırıcılık ve savunma araçlarının da sürmesini meşrulaştırır. Zira caydırıcılık anlık bir olay değil, istikrarlı bir güç yapısı ve geniş bir siyasi bağlam gerektiren birikimsel bir inşadır.
Direnişin rolünün bittiğini söylemek, stratejik bir değerlendirmenin sonucu olmaktan çok, 2006 savaşından bu yana süregelen eski bir Amerika ve İsrail'in siyasi iradesinin yansımasıdır.
Bu irade, direnişi silahsızlandırmayı ve Lübnan’ı her türlü güç unsurundan arındırılmış bir alana çevirmeyi hedefler. O zamandan beri benimsenen tüm bahis ve planların başarısızlıkla sonuçlandığı, direnişi ezmeyi ve Lübnan’ı tamamen İsrail hegemonyasına sokmayı amaçlayan son savaşa kadar gelindiği de bir gerçektir.
Sonuç ise direnişin devam etmesi ve değişen koşullara uyum sağlama kabiliyeti olmuştur.
Dolayısıyla, bugün tanık olduğumuz şey, farklı koşullarda da olsa aynı projenin yeni bir aşamasından başka bir şey değildir.
Bu aşamanın, onu meşrulaştıran ve ona sahte bir meşruiyet kazandırmaya çalışan yerel bir başlık altında veya Lübnanlı bir söylem aracılığıyla sunulması da doğaldır.
Lübnan’ın maruz kaldığı yıkımın sorumluluğunu direnişe yüklemek ise ne siyasi ne de ahlaki mantıkla açıklanabilecek bir gerçekleri tersyüz etme durumudur.
Tarihteki tüm işgal deneyimleri, saldırganı aklayıp kurbanı suçlayan benzer bir söylemi yayan siyasi ve medyatik kesimler ortaya çıkarmıştır. Savaşlardaki yıkım, direnişin varlığından değil, saldırganlığın varlığından kaynaklanır. Direniş ise özünde bu saldırganlığın maliyetini yükseltir ve uzun vadede sonuçlarını sınırlar.
Buna karşılık, direnişi çevresinden ve özellikle Filistin’de olup bitenlerden —ahlaki, değersel ve insani boyutları bir yana— soyutlama çağrısı tehlikeli bir çağrıdır.
İsrail’in Filistin direnişini tasfiye etmeyi veya Lübnan’ın ilk savunma hattını oluşturan hareketleri ortadan kaldırmayı başarması durumunda ne olacağını hayal etmek yeterlidir: O zaman ülke, İsrail projesi karşısında tamamen savunmasız kalırdı.
Direnişin bu aşamada düşman saldırılarına karşılık vermemesine gelince; bu durum maddi veya askeri yetenek eksikliğinden değil, mevcut bir dizi faktörü tartan dengeli bir stratejik siyasi karara dayanıyor.
Bu karar, Lübnan devletinin, savaş ve barış kararını geri alma ve Lübnan’ı savunmanın kendi sorumluluğu olduğu yönündeki sloganlarıyla uyumlu olarak, diplomatik araçlarıyla belirli bir süre içinde hareket etmesine olanak tanıyor.
Ayrıca, caydırıcılıktaki dönüşümler onun çöküşü anlamına gelmez; bilakis yeni ortama uyacak şekilde yeniden şekillenmesi demektir.
Bu da sabır, birikim ve uzun soluklu bir yatırım gerektirir. Belki de bu yaklaşım, direniş düşüncesinde daha üst bir seviyeyi yansıtıyor; zira anlık tepkiden, zaman içinde kesintisiz bir direniş denklemi inşa etmeye uzanan daha geniş bir çerçevede hareket ediyor.
Bu okumayla, direnişin Lübnan için bir yük değil, onun siyasi ve güvenlik varlığının temel direklerinden biri olduğu ortaya çıkıyor. Direniş ne ideolojik bir lüks ne de devletin bir alternatifi; uluslararası ve bölgesel bir egemenlik boşluğundan doğmuş ve 2006’dan bugüne olağanüstü bir caydırıcılık denklemi çizmeyi başarmış Lübnan için bir güç kaldıracı.
Direnişin yapısında yapılacak her türlü reform veya geliştirme, Lübnan’ı, şu an bile doğrudan bir tehdit olmaya devam eden bir proje karşısında zayıflatma çerçevesinde değil, ülkenin kendini koruma kapasitesini güçlendirme çerçevesinde gerçekleşir.
Çeviri: YDH