Seyyid’in müdahalenin önemini ilk sözlerinde özetlediği gibi: “Onlarla Şam ve Kalamun’da savaşmazsak, Baalbek, Hermel ve Güney banliyölerinde savaşırız.”

YDH- El‑Ahbar yazarı Said Muhammed, Seyyid Hasan Nasrullah’ın Suriye’ye müdahalesini tarihsel ve stratejik bir perspektifle incelediği yazısında, müdahalenin ahlaki bir tercih değil, maddi bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Muhammed, Suriye savaşının basit bir iç çatışma değil, bölgesel ve küresel emperyal güçlerin kesiştiği bir vekâlet savaşı olduğunu öne çıkarıyor. Lübnan direnişinin varlığının, Arap Suriye’nin coğrafi ve stratejik altyapısına bağlı olduğunu açıklayan Muhammed, müdahalenin başarısını ve Direniş Ekseni'ni koruma konusundaki önemini vurgulayarak, Seyyid'in tarihsel rolünü somut verilerle ortaya koyuyor.
Emperyalizmi on yıllarca sarsan stratejik vizyon sahibi Seyyid Hasan Nasrullah’ın vefatının birinci yıldönümünde, ona duyduğumuz görev ve sadakat, hak edilmiş övgülerin ötesine geçmeyi; deneyimlerini eleştirel bir gözle değerlendirmeyi ve üzerine inşa etmeyi zorunlu kılıyor. Bugün, emperyalizmin bilinçli tahrifine rağmen Arap halkı arasında verdiği en radikal ve en tartışmalı kararını—Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalesini—yakından incelemeyi amaçlıyoruz.
Müdahaleyi “mezhepsel bir savunma” ya da “İran macerası” gibi sığ propagandalarla açıklamaktan veya onu “kutsal” bir eylem düzeyine yüceltmekten uzak durduğumuzda, 8 Aralık 2024 kara gününün ardından ortaya çıkan somut olgular bambaşka bir tablo sunuyor. Müdahale, bir tercih değil; Arapçı konumlanmayla Suriye devletini devirmeyi amaçlayan emperyal blokla yaşanan çok boyutlu maddi çatışmanın dayattığı, tarihsel bir zorunluluktu.
Seyyid’in kararı, tek bir “bireysel lider”in kaprislerine dayanan bir tarih yazma gayreti değil; aksine, o zorunluluğun bilinçli, siyasi ve askeri bir ifadesi olarak doğrulanmıştır. Bu metin, kararın “doğruluğunu” tartışmaya açarken yalnızca retorik düzeyde kalmayacak; coğrafya, ekonomik gerçekler ve güç dengelerinin somut altyapısını didikleyerek çatışmanın yapısını maddi veriler üzerinden parçalayacaktır.
Direnişin altyapısı: Varoluşun maddi bir koşulu olarak coğrafya
Hiçbir kurtuluş mücadelesi altyapısız ayakta kalamaz. İdeolojinin üstyapısı, lojistik desteği—yani somut altyapı—ile beslenmezse çabuk çöker. Lübnan ulusal direnişi için Arap Suriye’si her şeydir: coğrafi bir akciğer, stratejik derinlik ve İsrail‑Batı‑Arap abluka hattını kıran tek kara koridoru. Batı ve bölge istihbarat ağlarının, Körfez petrodolarının ve Türkiye’nin askeri‑lojistik ağının (NATO’nun komşu fraksiyonu) uzmanlaşmış saldırısıyla Suriye’ye karşı inşa edilen emperyal strateji, bir “Anaconda” kuşatmasıydı — boğmak, parçalamak, merkezî yapıyı yok etmek.
Hedef, Beşşar Esed’i şahsî olarak devirmek değil; Suriye’nin merkezi devletini paramparça ederek bileşenlerini İsrail’in güvenlik mantığına göre dağıtmaktı. Bu, direniş ekseninin fiziksel olarak parçalanması demekti. Bu yüzden Kalamun Dağları’nı ve Mesnaa geçidini kontrol etmek ya da Şam–Humus hattını kesmek basit taktiksel çatışmalar değildi; buralar, direnişin varlığını korumak için kazanılması gereken stratejik kavşaklardı.
İsrailli uzmanlar bu maddi gerçeğin birçoklarından daha derin bir farkındalığa sahipti. İsrail Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (INSS) raporları tekrarlayıp duruyordu: “radikal eksendeki en zayıf ve en kritik halka Suriye’dir.” Bu halkayı kırmak, Hizbullah’ı İran’dan izole edecek ve onu ölümcül bir kuşatma içerisine sürükleyecekti.
Nasrullah da aynı fiziki haritayı okuyordu; Suriye düştüğünde Lübnan’daki direnişin kuşatma altındaki bir gettoya dönüşeceğini ve tasfiyesinin an meselesi haline geleceğini net biçimde gördü. Bu bağlamda müdahale, herhangi bir siyasi seçeneğin kalmadığı; felakete göz yumup beklemeyi politika saymadığımız durumlarda, direnişin yaşamsal hatlarını korumak için zaruri bir savunmaydı.
İbrani devletinin nesnel bir antitezi olarak Suriye
Doğu Akdeniz’deki varoluşsal çatışmanın diyalektiğinde, “İbrani devleti” (İsrail), Amerikan emperyalizmi için ileri karakol işlevi gören ve enerji akışını güvence altına alarak herhangi bir bölgesel egemen gücün doğmasını engellemeye odaklanmış sömürgeci bir yerleşim projesini temsil eder. Buna karşılık, rejimine yönelik itirazın biçimi ne olursa olsun, Suriye bu projenin nesnel karşıtını oluşturur. Neden mi? Çünkü cephe hattında, İbrani varlığına karşı yapısal bir düşmanlık besleyen; uzlaşmaları reddeden; Lübnanlı, Filistinli ve Iraklı kurtuluş güçlerini destekleyen; ve Sykes-Picot’un parçalanmış coğrafyasını birleştirerek Büyük Suriye’nin çekirdeğini yeniden inşa edecek tarihsel meşruiyete sahip tek merkezi devlettir.
İmparatorluğun Suriye’ye karşı yürüttüğü uzun savaş, 7 Ekim 1973’ten itibaren yoğunlaştığında hedef açık ve kesindi: bu “zıttı” ortadan kaldırmak. Demokrasi ve tiranlığın devrilmesi ayartmaları, gerçekte “Balkanlaşma” günahını örtme aracıydı—Siyonist aşırılıkçıların (Yinon Planı vb.) hayal ettiği parçalanma stratejisinin güncellenmiş bir uygulaması.
Amaç, birleşik Suriye’yi mezhepsel ve etnik kantonlara bölerek savaştırmak; kıyıda Alevi bir devlet, kuzeydoğuda Kürt bir devlet, güneyde Dürzi bir oluşum ve merkezde Selefi‑cihatçı emirlikler yaratmak suretiyle İsrail’in daimî güvenliğini tesis etmek ve “Arap‑İsrail çatışmasını” yerel mahalle savaşlarına dönüştürerek bitirmektir.
Seyyid bu maddi gerçeği net biçimde kavradı. Suriye’yi parçalanmaya terk etmek, Filistin davasının son devlet temelli kuluçka merkezini ortadan kaldırarak tamamen yok edilmesine yol açacaktı. Müdahale kararı, sömürgeci projenin yapısal antitezi olarak, “birleşik bir devlet”i fiziksel varlığıyla korumayı gerektiriyordu; bu duruş, Arap ulusunu simgeleyen merkezi çatışmanın, yani Filistin’in varlığını sürdürme olasılığını güvence altına alacaktı.
Bölgesel emperyalcilik karşısında
İmparatorluk (Amerikan merkezi) yalnızca kendi doğrudan araçlarıyla hareket etmez; farklı bölgelerde kendi gündemlerini dayatmak için konumlanan, ayrı ama ilişkili alt‑emperyal aktörleri inşa eder ve kullanır. Suriye savaşı, bu üç alt‑emperyal çabanın kesişiminden doğdu:
Osmanlıcılık (Türkiye): Bölgedeki önemli bir NATO üyesi olarak Türkiye, sadece küresel istihbarat ağları tarafından Suriye’ye gönderilen mücahitlere ikmal ve lojistik koridor sağlamakla kalmadı; kuzey Suriye’yi ele geçirerek eski Osmanlı nüfuz sahasını yeniden inşa etmeyi, kültürel nüfuz ve ekonomik hegemonyasını güneye doğru genişletmeyi amaçlayan etkin bir aktör oldu.
Körfez şeyhlikleri: Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, BAE ve Bahreyn’deki nüfuz sahipleri, çatışmayı mezhepsel bir örtü altına saklayarak vekâlet güçlere—özellikle Selefi‑cihatçı örgütlere (IŞİD, el‑Nusra)—milyarlarca dolar aktardı. Batılı istihbarat çevreleri, ırkçı‑mezhepçi söylemin Doğu’daki sömürgeci projeyi meşrulaştırmak için en etkili ideolojik araç olduğunu biliyordu.
İbrani Devleti (İsrail): Amerikan merkeze en organik biçimde entegre olan işlevsel alt‑emperyalizmdir. İsrail için Suriye savaşı, on yıllara yayılacak mutlak güvenlik garantisi ve Nil’den Fırat’a uzanan efsanevi büyük devlet tahayyülünün inşası yolunda “Balkanlaşma doktrini”ni uygulamak açısından kaçırılmayacak bir fırsattı. İsrail sahada pasif kalmadı; bir yandan Suriye ordusunun kabiliyetlerini zayıflatmayı ve direniş ekseninin askeri altyapısını hedef almayı amaçlayan binlerce hava saldırısıyla doğrudan müdahale etti.
İkinci olarak, İsrail Golan sınır hattında mini bir vekâlet savaşı yürüttü; Ürdün istihbaratıyla iş birliği kurarak silahlı gruplara —El‑Nusra üyeleri dâhil— lojistik, tıbbi ve doğrudan silah desteği sağladı ve düşman olmayan güçlerin denetiminde bir “tampon bölge” tesis ederek Suriye sonrası kaosu güvenlik hattından uzakta tutmayı hedefledi. İsrail’in amacı aptalca bir “demokrasi” ya da “İslami cihatçı” ittifakın zaferi değildi; Suriye’yi zayıf, parçalanmış bir hale getirip bölgesel statükoyu garantilemek yerine, tersine, kendi güvenlik hesaplarını tatmin edecek şekilde merkezi yapıyı bozmaktı.
Hizbullah’ın müdahalesinin alternatifi, “halk devrimi” kisvesi altında geçecek bir demokratik geçişin zaferi değil; Amerikan merkezin organize ettiği üç alt‑emperyalizmin kesişim noktasında kaçınılmaz olarak hızlandırılacak bir parçalanma ve hegemonyaydı. Seyyid’in kararı, bu nesnel gerçeğin bilinçli bir siyasi‑askeri yansımasıydı: bir rejimin keyfî savunması değil, mezhepsel parçalanma projelerine ve alt‑emperyalist yayılmacılığa karşı Suriye ulus‑devletinin birliğini korumaktı. Sonuç itibarıyla bu müdahale, pratik etkileriyle “mezhepçiliğe karşı” bir duruştu — mezhepçiliğin Suriye’nin toplumsal dokusunu ve kapsayıcı devletini yok etmek için bir araç olarak kullanılmasına karşı verilen somut bir mücadele.
Diyalektik sıçrama: "Yerel"den "uluslararası"na
On yıllardır sol kanattan gelen eleştiriler bile Hizbullah’ı Lübnan’ın mezhepsel ve “yerel” sınırları içine kapanmakla suçladı. Suriye savaşının somut vahşeti ise bu sınırlamayı koparıp atan diyalektik bir sıçrama dayattı. Suriye’deki çatışma bir iç savaş değil; Suriye topraklarında yürütülen, küresel aktörlerin cepheleştiği bir vekâlet savaşıydı.
Yaklaşık seksen ülkeden on binlerce “enternasyonalist” İslamcı savaşçı, uluslararası ve bölgesel kaynaklarla buraya akın ederek emperyal projenin uygulanmasına hizmet etti. Böylesi küresel bir saldırıya karşı koymanın yolu da ancak örgütlü bir “karşı‑enternasyonalizm”den geçiyordu.
Seyyid’in Suriye sahasına müdahale kararı, hareketi yerel bir ulusal kurtuluş cephesinden alıp imparatorluğa karşı küresel savaşın ön saflarında savaşan uluslararası bir lejyona dönüştürdü. Olağanüstü stratejik ustalıkla, mezhepçi gettodaki daralmayı ve Lübnan varlığının coğrafi sınırlarını yırtıp, bölge ölçeğinde bir mevzi savaşı ördü (Gramsci’nin tabiriyle). Seyyid’in müdahalenin önemini ilk sözlerinde özetlediği gibi: “Onlarla Şam ve Kalamun’da savaşmazsak, Baalbek, Hermel ve Güney banliyölerinde savaşırız.” Bu, sadece belagatli bir söylem değil; düşman tarafından dayatılan cephe birliğini materyalist bir bakışla kavrayan, somut bir stratejik tespitin ifadesiydi.
Dilsel öz: Anlatılar Savaşı'nda "organik bir entelektüel" olarak Nasrullah
İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin gösterdiği gibi hegemonyayı yalnızca silah ve zor değil; aynı zamanda kültürel uzlaşı ve medya üstyapısı aracılığıyla kurarlar. İmparatorluk ve onun medya aygıtları —Batı ve Körfez— “insan hakları”, “demokrasi” ve “devrim” söylemlerini kullanarak gerçek, maddi hedefi; yani Suriye’nin yok edilmesini ve Balkanlaşmasını ideolojik bir perdeyle örttüler. Bu yanıltıcı sel karşısında ve Suriye devlet medyasının sınırlı direnç kapasitesi düşünüldüğünde, karşı‑anlatıyı sunacak entelektüel bir öncü neredeyse tek başına sahneye çıktı.
O, Batı/Osmanlı/Körfez/İsrail propagandasına alternatif bir demagoji değil; kitlelere kendi dillerinde, materyalist temellere dayanan bir kavramsal analiz sundu.
Kusayr’daki çatışmayı Kudüs’ün savunmasıyla bağladı; devletleşmenin alternatifi olarak “özgürlük” değil, IŞİD ve bağlantılı örgütlerin iktidarını gösterdi; Akdeniz gaz boru hatlarının jeopolitik amaçlarını ifşa etti.
Dilsel bir mevzi savaşı yürüterek imparatorluğun ideolojik mutabakatını sarstı; müdahaleyi mezhepsel bir savunma olarak değil, emperyalizme karşı uluslararası bir mücadelenin merkezinde yer alan varoluşsal bir zorunluluk olarak ideolojik zemine oturttu.
Maddi zorunluluğun doğruluğu
Şehadetinin birinci yıldönümünde, materyalist analizler gösteriyor ki Hasan Nasrullah’ın Suriye’ye müdahale kararı, “ahlaki” olarak doğru olduğu için değil—zira savaşlar doğaları gereği kirli ve yıkıcıdır—eldeki tek maddi zorunluluk olduğu için “doğru”ydu.
Alternatif, stratejik intihar anlamına gelir ve direnişin tasfiyesi, Eksen'in dağıtılması ve imparatorluk ile müttefiklerinin (İsrail, Türkiye ve Körfez gericileri) Doğu Akdeniz haritalarını istedikleri gibi yeniden çizmelerine gönüllü rıza göstermeyi gerektirirdi.
Seyyid’in muazzam insani ve maddi kayıplara yol açan müdahalesi, o dönemdeki temel hedeflere ulaştı: Balkanlaşmayı ertelemek, direnişin lojistik altyapısını korumak ve İsrail’in birleşik ve egemen bir devlet olarak “nesnel karşıtını” hayatta tutmak.
Rus müttefikinin Ukrayna karşılığında Suriye’de yaptığı anlaşma ve Şam’ı işgalcilere teslim etmesinin ardından açığa çıkan somut gerçekler, Seyyid’in ifade ettiği gibi bu savaşın tüm anti‑emperyalist eksen için varoluşsal bir “tüm savaşların anası” olduğunu kanıtladı.
Ve biz bu savaşı izzetle kaybettik ancak aşağılanmış bir şekilde teslim olmadık.
Çeviri: YDH