Çin ve Siyonizm: Egemen anlatının tersine bir okuma

img
Çin ve Siyonizm: Egemen anlatının tersine bir okuma YDH

"Hakikatlerin ortaya koyduğu şey, Çin’in yalnızca İsrail’e taraf olmakla kalmadığı, aynı zamanda İsrail’in yerleşimci ve saldırgan projesine fiilen katıldığıdır."




YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Muhammed Ali Fakih, Çin’in Filistin meselesindeki konumunu “tarafsız” bir güç olarak değil, İsrail’in yerleşimci ve saldırgan politikalarına fiilen katılan bir aktör olarak tanımlıyor. Çin-Siyonizm ilişkilerinin 1920’lerden bu yana sürdüğünü, Pekin’in günümüzde “tarafsızlık” görüntüsü altında iktisadi ve siyasi olarak İsrail’le derin bir ortaklık kurduğunu anımsatan Fakih, Amerika ile Çin arasındaki farkın yalnızca güç evresinde olduğunu, Çin’in de kendi hegemonyasını kurma yolunda ilerlediğini ifade ediyor.

Arap dünyasının söyleminde uzun yıllardır yer etmiş bir algı var: Çin, yükselen, tarafsız, hatta Arapların ve Filistinlilerin doğal müttefiki olan bir ülke.

Amerika’nın hegemonyasına karşı duran, özgürlük hareketlerini destekleyen bir güç olarak görülüyor. Bu anlatı, Arap medyasında ve siyasetinde o kadar yerleşti ki, artık sorgulanmaz bir kalıba dönüştü.

Fakat tarih ve belgeler bu imajın ardında çok farklı bir tablo ortaya koyuyor: Çin ile Siyonist hareket arasındaki ilişki neredeyse bir asır öncesine, 1920’li yıllara uzanıyor; günümüzde ise İsrail’in “Yahudi devleti” kimliğini kabul etmenin ve Gazze’deki katliam yıllarında dahi işgal altındaki topraklara yatırım yapmanın noktasına kadar geliyor.

Çin’in Balfour vaadi

Nasıl ki Britanya 1917’de Balfour Deklarasyonu’yla Siyonizme destek verdi, Çin’in de benzer bir “vaadi” oldu. 1920’de modern Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu Sun Yat-sen, Şanghay’daki Siyonist Dernek Başkanı Ezra Khadori’den bir mektup aldı.

Khadori, Filistin’deki Siyonist projeye destek istiyordu. Sun Yat-sen cevabında “Siyonizme derin sempati” duyduğunu belirtti ve onu “çağımızın en yüce hareketlerinden biri” olarak nitelendirdi.

Bu erken dönemdeki tutum, yeni doğan Çin’in Siyonist hareketle gelecekteki kesişiminin ilk işaretini oluşturdu.

1948 Nekbe'si ve Çin

Çin iç savaşı sürerken ve İsrail doğarken iki taraf arasında gizli temaslar yürütüldü. 1945’te İsrail’in gelecekteki başbakanlarından birinin babası olan Mordehay Olmert’in Çinli yetkililerden doğrudan askeri yardım istediği ve aldığı kayıtlara geçti.

Alman kaynaklarına göre Çin silahları ve parası, Siyonist silahlı grupların güçlenmesine katkı sağladı. Bu durum, Çin’in dolaylı biçimde Filistin Nekbe'sinde rol oynadığı anlamına geliyor. Ancak Arap anlatısı bu dönemi, yalnızca “anti-emperyalist sosyalist Çin” imajıyla hatırladı.

Kısa bir süreliğine kurtuluşu savunmak

1949’da Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra Pekin, Soğuk Savaş yıllarında sömürge karşıtı söylemi benimsedi. 1960’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’ne askeri ve siyasi destek sağladı. Ancak bu dönem çok kısa sürdü.

Nixon ve Kissinger döneminde ABD ile yakınlaşan Çin, 1970’lerin başında yönünü hızla değiştirdi. Küresel sisteme entegre olmanın yolu İsrail’i fiilen tanımaktan geçiyordu.

Normalleşmeden ‘taraflı tarafsızlığa’

1992’de Çin ile İsrail diplomatik ilişkilerini resmen kurdu. O tarihten sonra Pekin, “tarafsız görünen ama İsrail lehine işleyen” bir strateji benimsedi. Kamuoyuna iki devletli çözümü desteklediğini söylerken, uygulamada İsrail’i “Yahudi devleti” olarak tanıdı ve ülkenin altyapısına büyük yatırımlar yaptı. Çin şirketleri İsrail’in teknoloji, enerji ve savunma alanlarında önemli ortakları haline geldi.

Yerleşimlerde fiili ortaklık

Birleşmiş Milletler’in 2019 tarihli raporu, işgal altındaki topraklardaki yerleşimlerde faaliyet gösteren 112 şirketi belirledi; bunların arasında devlete bağlı Çin şirketleri de vardı. Çin sermayesi, ürünlerini yerleşimlerden sağlayan Tnuva süt şirketine, Ürdün Vadisi’ndeki Ahava kozmetik fabrikasına ve yerleşimleri İsrail şehirlerine bağlayan altyapı projelerine dahil oldu.

Hatta Çinli Adama şirketi, Gazze’ye yönelik son saldırılar sırasında İsrailli yerleşimcilere maddi destek sağladı. Tüm bunlar, Çin’in fiilen yerleşim projesinin bir parçası olduğunu gösteriyor.

Tarihi yeniden yazan söylem

1990’lardan bu yana Çin resmi söyleminde “kadim Yahudi ulusuna” övgüler öne çıktı. Pekin, Yahudi halkını Çin uygarlığıyla özdeşleştiren ifadeler kullandı; Marx ve Einstein gibi figürleri “Yahudi dehalar” olarak andı. Bu söylem İsrail’e tarihsel ve ahlaki meşruiyet kazandırırken, Filistinlilerin yaşadığı zulmü görmezden geldi. Pekin, Filistin meselesini yalnızca “insani kriz” veya “karşılıklı şiddet” gibi soyut terimlerle anmayı tercih etti.

Gazze’de soykırımında sessizlik

Gazze’deki son katliamlar sırasında Çin hiçbir zaman “soykırım” ifadesini kullanmadı. Yalnızca “insani kriz”den söz etti ve “yerleşimci şiddetinin azaltılması” çağrısında bulundu. Aynı zamanda ABD hegemonyasını eleştiren uzun belgeler yayımladı, fakat Filistin’den neredeyse hiç bahsetmedi. Çin’in Tel Aviv Büyükelçisi ise Gazze’de bombalar patlarken İsrail gazetelerinde “ilişkilerde yeni bir dönem” başlıklı makaleler yazdı.

İran da denklem dışında

Bazı gözlemciler Çin’in İran’ı destekleyeceğini sanıyordu. Ancak Pekin, ABD ile dolaylı çatışmalara girmekten özellikle kaçındı. Çin, ekonomik ve askeri gücünü artırma sürecinde Ortadoğu’da tali cephelere girmeye istekli değil. Bu nedenle attığı adımlar, çoğunlukla biçimsel arabuluculuklarla ve “barış yapıcı güç” imajını besleyen diplomatik jestlerle sınırlı kaldı.

Alternatif yanılsaması

Peki neden Arap kamuoyunda Çin, ABD’ye göre daha iyi bir alternatif olarak görüldü? Çünkü Pekin, algı yönetiminde usta. Filistinli gruplar arasında “uzlaşı” toplantılarını düzenleyerek kendini barışın aracısı gibi tanıttı. Oysa pratikte İsrail’le ekonomik ve stratejik ilişkilerini derinleştirdi.

Bu, tarihin tanıdık bir döngüsüdür: Britanya, Araplara Osmanlı’dan kurtuluş vaadiyle yaklaşmıştı; Amerika, Avrupalı sömürgecilere karşı özgürlük söylemini kullanmıştı. Şimdi Çin, “anti-hegemonik” bir dil kurarak kendi hegemonyasının altyapısını inşa ediyor.

Sonuç

Hakikatlerin ortaya koyduğu şey, Çin’in yalnızca İsrail’e taraf olmakla kalmadığı, aynı zamanda İsrail’in yerleşimci ve saldırgan projesine fiilen katıldığıdır. Bugün Amerika ile Çin arasındaki fark özde değil, evrede gizlidir: İlki mevcut hegemon, diğeri ise yükselmekte olan hegemon.

Bu hakikatin ışığında Arap dünyasının, yerleşik kanaatlerini kökten gözden geçirmesi zorunludur. Çin’e ahlaki ya da stratejik bir alternatif olarak bel bağlamak, tarih boyunca Arapların her yeni yükselen güç karşısında yaşadığı yanılsamalara eklenen bir başka büyük aldanıştan ibarettir.

Çeviri: YDH

 



Makaleler

Güncel