Düşmanlıktan ittifaka mı? Suriye–Türkiye ortak güvenlik ekseninin oluşumu ve Kürtlerin kaderi

img
Düşmanlıktan ittifaka mı? Suriye–Türkiye ortak güvenlik ekseninin oluşumu ve Kürtlerin kaderi YDH

"Sonuçta asıl soru hâlâ ortada: HTŞ–Ankara ekseni sürdürülebilir mi? Kısa cevap: Evet, ortak bir düşman var oldukça."




Suriye sahnesi bir kez daha yeniden şekilleniyor. 12 Ekim’de gerçekleşen tarihi Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) rejimi-Ankara görüşmesinin ardından —ki bu görüşmede iki ülkenin dışişleri, savunma bakanları ve istihbarat başkanları “ortak güvenlik” vurgusunda bulundular— şimdi Suriye’nin kuzeydoğusu, siyaset ve güç dengelerinin yeni odak noktası haline gelmiş durumda.

Bu görüşmelerle eşzamanlı olarak, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve Kuzeydoğu Özerk Yönetimi tarafından oluşturulan askerî ve güvenlik komitesi, Kürt güçlerinin HTŞ'nin savunma ve içişleri bakanlıklarına entegrasyonu konusunda müzakere etmek üzere Şam’a gitti; ki bu adım hayata geçirilirse, Beşşar Esed hükümetinin çöküşünden bu yana en büyük askerî dönüşüm olacaktır.

Bu arada, Kürt kaynaklar, Deyr ez-Zor’da üretilen petrolün HTŞ'ye devredilmesi konusunda SDG ile rejim arasında yapılan sözlü bir anlaşmadan bahsediyorlar; bu, Kürtlerin siyasi güvence karşılığında ekonomik uzlaşmaya istekli olduklarının bir göstergesi.

Ancak bu yön değişikliği bazı endişeleri de beraberinde getiriyor: Aylarca karar alma süreçlerinden dışlanmaktan şikâyet eden Deyr ez- Zor’un Arap aşiretleri, şimdi SDG üzerinde daha fazla baskı kurabilecekleri bir konumda olduklarını düşünüyorlar; öyle bir baskı ki, merkezi hükümetin ya da hatta Ankara’nın bir aracı haline gelebilir.

Bu süreçte gözler Erbil’e çevrilmiş durumda. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani, birkaç gün önce Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmeden önce Mazlum Abdi ile telefonla konuşmuştu.

Erbil’de yaptığı konuşmada “Suriye’nin merkezileşme temelinde yeniden inşasının imkânsız olduğunu” söylerken, aynı zamanda Suriye Kürtlerinin Kürdistan Bölgesi modelini tekrarlayamayacaklarını vurguladı.

Bu sözler, birçoklarına göre SDG’ye açık bir mesaj niteliğindeydi: Bölgenin gerçekliği değişti ve geleceğin yolu HTŞ ve Ankara ile çatışmadan değil, onlarla müzakere ve birlikte yaşamdan geçiyor.

Şimdi temel soru şu: HTŞ ile Ankara arasında şekillenen bu yeni ortak güvenlik süreci, Kürtlerin Suriye’nin siyasi yapısındaki konumunu yeniden tanımlayabilecek mi, yoksa onları tarihin yeni bir kenarına mı itecek?

Güvenlik temasından stratejik ittifaka; HTŞ ve Ankara

12 Ekim’de Ankara’da yapılan toplantı, Esed hükümetinin çöküşünden bu yana ilk kez iki ülkenin dışişleri, savunma bakanları ve istihbarat başkanlarının aynı anda bir araya gelmesiyle gerçekleşti ve Suriye–Türkiye güvenlik ilişkilerinin yeniden tanımlanmasında bir dönüm noktası oldu.

Bu toplantıda Suriye heyetine HTŞ'nin Dışişleri Bakanı Esad eş-Şeybani başkanlık etti; heyette ayrıca Savunma Bakanı Murhef Ebu Kasra ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hüseyin Selame de yer aldı. Türk tarafi ise Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan oluşuyordu.

Toplantı sonrası Hakan Fidan, alışılmadık derecede dikkat çekici bir açıklamada bulundu:

“Suriye’nin güvenliğini, Türkiye’nin güvenliğinden ayrı görmüyoruz. Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyarak tam güvenliğini sağlamak için ortak ve eşgüdümlü adımlar atacağız.”

Bu cümle, aslında Türkiye’nin güvenlik doktrininde köklü bir değişimin özetiydi. Bundan sadece birkaç yıl önce Şam’ı ulusal güvenliğine doğrudan tehdit olarak gören Türkiye, artık onu bölgenin yeni güvenlik mimarisinin bir parçası olarak tanımlıyor.

Savunma Bakanı Yaşar Güler de aynı gün yaptığı açıklamada, Abdullah Öcalan’ın PKK’nın tamamen silahsızlandırılması yönündeki çağrısına atıfta bulunarak, “Bu örgütün Suriye’de konuşlu unsurları da dahil olmak üzere tüm silahlı kolları, hiçbir ön koşul olmaksızın silah bırakmalıdır.” dedi.

Bu açıklama, sadece bir uyarı değil, HTŞ'ye ve Kürtlere açık bir mesaj niteliğindeydi: Türkiye, Suriye’nin kuzeyinin güvenliğini kendi iç güvenliğinin bir parçası olarak görüyor ve bu denklemin gelecekteki anlaşmalarda da dikkate alınmasını bekliyor.

Buna karşılık, HTŞ rejiminin Savunma Bakanı Murhef Ebu Kasra, Türk yetkililerin “sıcak karşılama ve samimi desteğinden” ötürü teşekkür ederek, bu görüşmeyi “iki ordu arasındaki işbirliğini güçlendirme ve bölge istikrarına hizmet etme yolunda bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi.

Arab News’in haberine göre, iki taraf bu toplantıda terörle mücadelede işbirliği, sınır kontrolü ve ortak askerî eğitim konularında anlaşmaya vardı.

Önceki rejimin tamamen çökmesi ve Ebu Muhammed el-Colani (şimdiki adıyla Ahmed eş-Şaraa) iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye fiilen HTŞ'nin en önemli güvenlik ve siyasi destekçisi haline geldi.

Ankara’nın son aylardaki istihbari ve lojistik desteği, Suriye’nin askerî kurumlarının yeniden yapılandırılmasında kilit rol oynadı. Bu açıdan bakıldığında, mevcut işbirliğini “taktiksel” olarak nitelemek mümkün değil; bu, Türkiye’nin HTŞ aracılığıyla güney sınırlarının istikrarını güvence altına almaya, HTŞ'nin ise Türkiye’nin desteğine dayanarak kendisini Batı ve iç muhalifler karşısında daha meşru ve istikrarlı bir devlet olarak sunmaya çalıştığı yeni bir ittifakın parçasıdır.

Böylece, “terörle mücadele” başlığı altında başlayan yeni bir güvenlik ittifakı şekillenmektedir; ancak gerçekte bu ittifakın amacı, Suriye’nin kuzeyindeki güç dengesini yeniden tanımlamaktır. Bu yeni düzen HTŞ, Ankara ve Kürt güçleri arasındaki kırılgan dengeyi kökten değiştirebilir.

Asıl soru şu: Bu güvenlik yeniden yapılanması, Kürtlerin yeni düzene entegrasyonuna mı zemin hazırlayacak, yoksa onları bölgesel denklemlerin yeni bir kenarına mı itecek?

SDG’nin yön değişimi, direnişten uzlaşmaya

Ankara’daki güvenlik toplantısından sadece bir gün sonra, Suriye’nin kuzey ve doğusundan bir askerî ve güvenlik komitesi Şam’a gitti. Bu ziyaret, geçici Suriye hükümeti ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasındaki koordinasyon sürecinin artık diyalog aşamasından fiilî uygulama aşamasına geçtiğini gösteriyor.

Hawar News ve KurdPress’in haberine göre, bu komite SDG’nin üst düzey komutanları ve Asayiş güçlerinin yetkililerinden oluşuyordu ve görevi, savunma ve içişleri bakanlıklarıyla askerî ve güvenlik entegrasyonu mekanizması hakkında görüşmeler yapmaktı.

Bu ziyaretle eşzamanlı olarak, Suriye Demokratik Güçleri Genel Komutanı Mazlum Abdi, Fransız haber ajansına verdiği demeçte “Kürt güçlerinin Savunma ve İçişleri bakanlıklarına entegrasyonu konusunda HTŞ ile ön bir mutabakata varıldığını” açıkladı. Abdi şu ifadeleri kullandı:

“Son görüşmelerdeki yeni nokta, Mart anlaşmasının maddelerinin uygulanmasını hızlandırmaya yönelik ortak bir iradenin oluşmuş olmasıdır. Suriye Demokratik Güçleri ile Kürt iç güvenlik güçlerinin merkezi devlet yapısına entegrasyonu konusunda ön bir anlayışa vardık.”

Abdi, SDG tarafından gönderilen askeri heyetlerin hâlihazırda Şam’da bulunduğunu ve teknik ayrıntıları —birimlerin örgütlenme şekli, askerî hiyerarşi ve terörle mücadele birliklerinin (YAT) yeni ordu yapısındaki konumu gibi konuları— görüştüklerini belirtti.

Bu arada, Suriyeli ve Arap kaynaklar Deyr ez-Zor’daki petrol sahaları üzerinde sözlü bir mutabakata varıldığını bildirdiler. Al Arabiya’nın haberine göre, Kürtler bu bölgedeki petrol üretiminin büyük bir kısmını merkezi hükümete devretmeyi kabul ettiler; özerk yönetimin elinde ise yalnızca yerel tüketim için sınırlı bir pay kalacak.

Bu adım —her ne kadar görünürde ekonomik olsa da— siyasi bir anlam —devletin ulusal kaynaklar üzerindeki mülkiyetinin kabulü ve kuzeydoğunun resmî devlet yapısına ekonomik entegrasyon sürecinin başlaması— taşıyor.

Analistler —aralarında Washington Enstitüsü’nden, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin de bulunduğu— son değerlendirmelerinde bu süreci HTŞ ile Kürtler arasında “karşılıklı güven inşa süreci”nin bir parçası olarak tanımlıyorlar.

Jeffrey’ye göre, bu süreç şeffaflık ve uluslararası güvencelerle desteklenirse, kuzeydoğunun yeniden merkezi devletin yörüngesine girmesinin başlangıç noktası olabilir.

Siyasi düzlemde Mazlum Abdi, Ronahi ve AFP’ye verdiği son röportajlarda “adem-i merkeziyetin tanımı konusunda anlaşmazlıkların sürdüğünü, ancak HTŞ'nin tutumunun geçmişe kıyasla daha olumlu hale geldiğini” vurguladı.

Ayrıca, özerk yönetim ile HTŞ rejiminden oluşan ortak bir heyetin, yeni anayasada Kürtlerin dilsel, kültürel ve siyasi haklarının yer almasını sağlamak amacıyla anayasa reformu üzerine görüşmeler yapacağını belirtti.

Bu gelişmelere paralel olarak, PYD Eş Başkanlık Konseyi üyesi Salih Müslim, Fırat Haber Ajansı’na verdiği demeçte “Kürt güçlerinin askeri entegrasyonu, özerk yönetimin siyasi bağımsızlığının sona ermesi anlamına gelmez” diyerek, “Suriye Demokratik Güçleri, ülkenin yeni ordusunun çekirdeğini oluşturacaktır” ifadesini kullandı.

Müslim aynı zamanda, Türkiye’nin bu süreçte herhangi bir rolü olmadığını ve yalnızca dışarıdan gözlemci konumunda bulunduğunu da sözlerine ekledi.

Ancak göstergeler, denklemin bu kadar basit olmadığını ortaya koyuyor. Bu açıklamalardan sadece üç gün önce, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani, Ankara’da Recep Tayyip Erdoğan ve İbrahim Kalın ile bir araya gelerek Suriye’deki gelişmeleri görüşmüştü.

The National Context dergisinin haberine göre, Barzani bu ziyaretten önce Mazlum Abdi ile telefon görüşmesi yapmış ve onu “HTŞ ile doğrudan diyalog kurmaya ve Türkiye ile gerçekçi bir etkileşime girmeye” teşvik etmiştir.

Barzani’nin Erbil’de yaptığı son konuşmada “Suriye’nin siyasi sisteminin adem-i merkeziyetçi olması gerektiğini” vurgulaması, aslında mümkün olan gerçekliğin sınırlarını çizme çabasıydı: Kürtler artık kenarda kalamazlar; aksine, HTŞ ve Ankara ile hesaplanmış bir ilişki içine girmek zorundadırlar.

Sahada da durum bu yönde ilerliyor. Geçtiğimiz aydan bu yana Deyr ez-Zor’daki Arap aşiretlerinin Kürt güçlerinin varlığına karşı yeniden başlattıkları protestolar, SDG üzerindeki baskıyı artırmış durumda. Bu huzursuzluklarla eşzamanlı olarak, güvenlik kaynakları Fırat’ın çöl bölgelerinde IŞİD hücrelerinin faaliyetlerinde artış gözlendiğini bildiriyor. Uzmanlara göre bu faktörler, Kürtleri Şam’la daha hızlı bir uzlaşmaya zorlamaktadır.

Genel olarak, geçen haftanın gelişmeleri, Kürt güçlerinin yıllardır süren Amerika'nın askeri desteğine ve Şam’dan siyasi kopuşa dayalı dönemden sonra, şimdi zorunlu bir gerçekçilik aşamasına girdiklerini gösteriyor. Bu aşamada, onların siyasî varlıklarını sürdürmeleri, kontrollü biçimde merkezi devlet yapısına dâhil olmalarına bağlıdır.

Kuzey Suriye’deki arabulucular ve sessiz aktörler

Kürtler ile HTŞ arasındaki diyalog süreci yeni bir aşamaya girerken, bölgesel ve bölge dışı arabulucuların rolü yeniden ön plana çıkmış durumda. Her ne kadar son görüşmeler görünürde Suriye hükümeti ile SDG arasında yürütülse de, Erbil, Ankara ve Washington arasındaki gizli iletişim hatları hâlâ bu denklemin gerçek seyrini belirliyor.

Bu noktada Neçirvan Barzani’nin rolü her zamankinden daha belirgin hale geldi. The National Context’in haberine göre, Barzani’nin, Ankara’da Recep Tayyip Erdoğan ve İbrahim Kalın ile görüşmesinden önce Mazlum Abdi ile yaptığı telefon görüşmesi aslında Kürtler ile Türkiye arasında bir “Barzani Kanalı” oluşturma çabasının parçasıydı. Bu kanalın amacı, doğrudan bir çatışmayı önlemek ve Şam üzerinden ilerleyecek bir güvenlik yakınlaşmasının zeminini hazırlamaktı.

Barzani, Erbil’de yaptığı son konuşmasında da “Suriye’nin geleceğinin merkezî bir sistemle mümkün olmadığını” açıkça belirtirken, aynı zamanda Kürtlere “Kürdistan Bölgesi deneyiminin Suriye’de tekrarlanamayacağı” uyarısında bulundu.

Gerçekte Barzani, pragmatik bir arabulucu rolünde sahneye çıkıyor: Hem Ankara’nın mesajını Mazlum Abdi’ye iletmeye hem de HTŞ rejimi üzerinden Kürtleri yeni düzene dâhil etmeye çalışan bir aktör olarak.

Uluslararası düzeyde ise Washington, Suriye’nin güvenlik yapısının yeniden inşası sürecini yalnızca gözlemlemekle kalmayıp, doğrudan yönetmeyi hedefliyor.

Mazlum Abdi, Ronahi televizyonuna verdiği son röportajda, rejim ordusu ile SDG arasında ortak bir IŞİD karşıtı güç oluşturulması önerisinin ABD’nin doğrudan inisiyatifi olduğunu doğruladı. Bu önerinin amacı, tüm Suriye topraklarında terörle mücadele için tek bir çerçeve oluşturmak.

Bu doğrultuda, Amerika’nın mevcut aşamadaki politikası artık ayrı yapıları korumak değil, HTŞ ile Kürtler arasındaki uzlaşmadan doğacak birleşik bir Suriye devleti sürecini tasarlamak ve yönlendirmektir.

Washington, lojistik, istihbarat ve mali desteği olmadan hiçbir Suriyeli aktörün bölgesel rakip güçler karşısında uzun süre dayanamayacağının farkında. İşte bu bağımlılık, ABD’nin yeni Suriye sahnesindeki gerçek nüfuz aracıdır; öyle bir nüfuz ki, askerî varlığı azalsa bile belirleyici olmaya devam edecektir.

Öte yandan Ankara, dikkatle hesaplanmış bir hızla “üçlü dengeleme” olarak adlandırılabilecek bir projeyi —Kürtleri HTŞ üzerinden denetim altına almak, IŞİD’i askeri işbirliğiyle kontrol etmek ve ABD’nin nüfuzunu ikili güvenlik mekanizmaları yoluyla sınırlamak— yürütüyor.

Hakan Fidan’ın “Suriye’nin güvenliği, Türkiye’nin güvenliğinden ayrı değildir” vurgusu aslında üç katmanlı bir denklemin yeniden inşasını ifade ediyor. Bu denklemde Türkiye, şekillenmesinde ve desteklenmesinde aktif rol oynadığı yeni HTŞ rejimi aracılığıyla, Suriye’nin kuzeyindeki ortak bir tehdidi kontrol altına almayı hedefliyor.

Bu güvenlik yakınlaşması ise ciddi engellerle karşı karşıya. Birincisi, Kürtler ile Colani rejimi arasındaki kronik güvensizlik meselesi. Uzmanlar —özellikle Vladimir van Wilgenburg— bu sorunun “siyasi anlaşmazlıklardan daha köklü” olduğunu belirtiyor.

Van Wilgenburg, The New Region bünyesindeki GeoSpace programına verdiği röportajda, HTŞ'nin SDG’nin Kürtler arasındaki toplumsal meşruiyetini tanımadığını ve her türlü özerk yönetime hâlâ kuşkuyla yaklaştığını vurgulamıştı.

İkincisi, Deyr ez-Zor’daki Arap aşiretlerinin artan baskılarıdır. Bu aşiretler, güç ve kaynak paylaşımında taleplerinin göz ardı edilmesinden öfkeliler ve petrol açısından zengin bölgelerin yönetiminde rejimin daha fazla rol üstlenmesini talep ediyorlar. Bu memnuniyetsizlik, HTŞ ile Arap aşiretlerinin çıkarlarının, özerk yönetim yapısına karşı kesiştiği bir noktaya dönüşebilir.

Böylesi bir tabloda, Kürt güçlerinin devlet yapısına kademeli entegrasyonu yalnızca askerî bir karar değil, aynı zamanda Suriye’nin kuzeydoğusunda toplumsal bir patlamayı önlemenin yolu olarak görülüyor.

HTŞ rejimi, kuzeydeki varlığını kalıcılaştırmak ve güvenlik boşluğunun yeniden oluşmasını engellemek için ancak Türkiye ile sahada işbirliği ve Kürtlerle aşamalı koordinasyon yoluyla ilerleyebileceğini biliyor.

Öte yandan Kürtler de artık iyi biliyorlar ki, her ne kadar Washington’un desteğine hâlâ sahip olsalar da, ABD’nin politikası Suriye’de paralel yapıları değil, tek bir birleşik devleti desteklemeye yöneliktir. Bu nedenle, HTŞ rejimi ile bağlarını güçlendirmek ve resmî devlet çerçevesi içinde yer almak onlar için stratejik bir zorunluluk haline gelmiştir.

Başka bir deyişle, Suriye sahnesi artık tüm aktörlerin mutlak güç konumundan uzaklaşıp “göreceli hayatta kalma” mekanizmaları aradığı bir evreye girmiştir. HTŞ rejimi, meşruiyetini pekiştirmek; Ankara, güney sınırlarını kontrol etmek ve PKK’yı sınırlamak; Kürtler ise asgari düzeyde özerkliklerini koruyabilmek için birlikte yaşam gerçeğini kabullenmek zorundalar; bu birlikte yaşam her ne kadar kırılgan olsa da, şimdilik tek mümkün seçenek gibi görünüyor.

İttifakın dar yolu ve Kürtlerin belirsiz geleceği

HTŞ ve Ankara’daki eşzamanlı toplantı, Suriye krizinde bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır; artık belirleyici olan topçu ateşleri değil, müzakere masaları ve ihtiyaç dengeleridir. Esed'in düşüşünden bu yana ilk kez, Suriye’nin kuzeyindeki üç ana güç —HTŞ, Türkiye ve Kürtler— “entegrasyon” adı altında örtük bir uzlaşıya varmış durumda; ancak bu entegrasyonun anlamı, aslında “varoluşun yeniden tanımlanması”dır.

HTŞ rejimi açısından, Ankara ile güvenlik işbirliği, yeni Colani rejimini merkezi ve meşru bir otorite olarak tanıtma ve Türkiye’ye olan bağımlılığın gölgesinden çıkma fırsatıdır. Her ne kadar Ankara’nın lojistik ve istihbari desteği olmadan mevcut hükûmetin kuzey bölgelerini yönetme gücü sınırlı olsa da, HTŞ'nin bu aşamadaki siyaseti bağımlılığı hesaplı bir ortaklığa dönüştürmektir; bu ortaklık, Kürtleri devlet ile Türkiye arasında orta bir konumda tutmayı ve doğrudan çatışmayı önlemeyi amaçlamaktadır.

Türkiye içinse bu ittifak stratejik fakat koşula bağlı bir koalisyondur: Ankara, HTŞ rejiminin resmi yapısını kullanarak Kürtlerin güney sınırlarındaki askerî varlığını etkisizleştirmek istemektedir; fakat bunu yeni bir işgalin maliyetine katlanmadan başarmak niyetindedir.

Aslında Türkiye, bugün HTŞ üzerinden yıllardır Tel Rıfat, Menbic ve Afrin’de askeri operasyonlarla yürütmeye çalıştığı politikayı sürdürüyor, ancak bu kez daha düşük bir maliyetle ve daha yüksek bir meşruiyetle.

Bu süreçte Kürtler, üç paralel baskı arasında sıkışmış durumdalar:

— HTŞ'nin, Kürt güçlerinin tamamen ordu yapısına entegre edilmesi yönündeki diplomatik baskısı,

— Yönetimin yeniden merkezi hükümete dönmesini talep eden Deyr ez-Zor’daki Arap aşiretlerinin sahadaki baskısı,

— Ve Kürtlerin bağımsız askeri gücünün silahsızlandırılmasını ve tasfiyesini isteyen Ankara’nın siyasi baskısı.

Buna rağmen Mazlum Abdi ve SDG liderleri, “aşamalı entegrasyon”u kabul ederek ve petrol kaynaklarının bir kısmını devrederek, bu baskıların içinden ulusal çerçevede meşruiyet ve varlıklarını sürdürme fırsatı yaratmaya çalışıyorlar. Onlar biliyorlar ki bu sürece direnmek, HTŞ–Ankara ittifakı karşısında tamamen yalnızlaşmak ve Washington’un desteğinin azalması anlamına gelir.

Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri, ikili ama hedef odaklı bir politika izlemektedir:

Washington, Suriye’de doğrudan askerî varlığını sürdürmenin artık imkânsız olduğunu biliyor; ancak alternatifsiz bir çekilme de sahayı rakiplerine bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle ABD, şu anda perde arkasında tek ama denetim altında bir Suriye’nin mimarı rolünü üstlenmiş durumda; öyle bir Suriye ki, HTŞ güvenliğin görünür sorumlusu; Türkiye, sınır istikrarının ortağı ve Kürtler ise IŞİD’e karşı yerel güç konumundadır.

Sonuçta asıl soru hâlâ ortada:

HTŞ–Ankara ekseni sürdürülebilir mi?

Kısa cevap: Evet, ortak bir düşman var oldukça.

Ancak IŞİD tehdidi azalırsa, Deyr ez-Zor’un ekonomik çıkarları ya da Kürtlerin siyasi payı tartışmaya açılırsa, bu eksen aynı hızla bir ittifaktan rekabete dönüşebilir.

Kürtler bu süreçte ne kaybeden ne de kazanan taraf oldular; onlar sistemin içinde bir güce dönüşme aşamasındalar, yeni devlet yapısının bir parçası hâline geliyorlar, ancak geçmişteki özerklik hatırasını da taşıyorlar.

Gerçek değişim, yeni anayasa onların statüsünü “yerel güvenlik gücü” olmaktan çıkarıp “ademi merkeziyetçi bir sistemde eşit vatandaşlar” düzeyine yükselttiğinde başlayacak.

O güne kadar, Suriye’nin kuzeyindeki yol hâlâ dar ve kaygan, istikrar vaadiyle çöküş gölgesi arasında.

İlgili Haberler


Makaleler

Güncel