‘’İran’ın bölgesel bir aktör olarak güçlenmesi, ABD’nin “yeni Orta Doğu” planının başarısızlığını gözler önüne serdi. Bölgedeki direniş hareketlerinin elindeki gelişmiş silah ve yetenekler, herhangi bir doğrudan çatışmada ABD’nin daha fazla can ve ekipman kaybına uğrayacağına işaret ediyordu. Tüm bunlar yeni bir strateji ihtiyacını ortaya koydu.’’

YDH- Amerika'nın tek kutuplu dünya algısının ve hegemonya arzusunun hiçbir zaman azalmadığına dikkat çeken Islamic World platformu, 2022 Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesine dayanan ve yeni güvenlik politikalarının askeri uygulamalarını ele alan raporu gündeme taşıdı. Rapora göre, artık dünyada eskisi gibi doğrudan askerî güç kullanılmayacak; strateji bölgesel ortaklar ve sınırlı operasyonlar üzerinden yürütülecek ve eylemler daha “görünmez” ve dolaylı yollarla gerçekleştirilecek. ABD'nin tüm eylemlerinin odak noktasının bir “inkar politikası” olacağını öngören Islamic World, Amerikan güçlerinin bölgeden çekildiği izlenimin yanıltıcı olduğunu, İran ve direniş hareketlerinin yeni stratejiye karşı hazırlıklı olması gerektiğini ve müdahaleyi engellemenin tek kesin yolunun, Amerikan-Siyonist rejim varlığını bölgeden tamamen çıkarmak olduğunu ifade etti.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi, kamuya açık bir versiyonunun da yayımlandığı ve genellikle dört yılda bir güncellenen temel dokümanlardandır. Biden yönetiminde Ekim 2022’de yayımlanan bu belge, demokrasinin savunulması ve ABD’nin küresel varlığının korunmasından söz etse de metnin içeriğinde önemli yönelimler okunmaktadır.
Belge, önümüzdeki on yılda ortaya çıkacak yeni güç dinamiklerini ve buna bağlı rekabeti kabul ederken, Çin ve Rusya’nın yanı sıra İran’ı da ABD ulusal güvenliğine yönelik tehditler arasında sıralıyor.
Metin Çin’i ABD için en önemli jeopolitik tehdit olarak tanımlıyor; Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi ise o sırada Rusya’yı hemen en üst noktadan biraz geriletti gibi görünüyordu. Buna göre, Ukrayna meselesinin çözümsüzlüğü ve Rusya’nın yıpratma stratejisini sürdürme olasılığı varsayılabilir.
Belge NATO’nun Ukrayna’daki çatışmayı yönetmedeki rolünü açıkça tanımlıyor ve Ukrayna’ya istihbarat, mali ve askeri desteğin devam edeceğini vurguluyor.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri, kendisini yeni bir dönemin —küresel güç dönemi— eşiğinde gördü. İngiltere’nin gerileyişi ve Avrupa savaşının yarattığı yıkım, Sovyetler Birliği’nin çöküşü beklentileri ve Almanya ile Japonya’nın teslim oluşu, bu algıyı güçlendirdi.
Savaş sırasındaki doğrudan etkinlik, Amerikan liderliğini dünyanın dört bir yanında sürekli ve kapsamlı bir varlık sürdürmenin gerekliliğine ikna etti.
Sonuç, beş kıtada komuta merkezleri, bağlı donanma filoları ve Doğu Asya’dan Batı Avrupa’ya yayılan çok sayıda askeri üsten oluşan uzun soluklu bir küresel varlıktı. Bu stratejinin benimsenmesiyle birlikte; onlarca yıl süren askeri ve siyasi müdahaleler, darbeler, bölgesel kaos ve istikrarsızlaştırma pratikleri fiilen başlamış oldu.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD, dünya sahnesinde tek kutuplu egemenlik önünde ciddi bir engel görmedi. Bu zihniyet o kadar baskındı ki Francis Fukuyama gibi düşünürler “Tarihin Sonu ve Son İnsan” teziyle, liberal-demokratik düzenin ABD öncülüğünde tarihsel bir son nokta kazandığını öne sürdüler. Bu söylem, dönemin ideolojik iklimini özetliyordu.
2001’de ABD, terörle mücadele gerekçesiyle Afganistan’a askeri müdahale başlattı; ancak bu müdahalenin aynı zamanda Amerikan küresel hegemonyasını pekiştirme ve ABD liderliğinde yeni bir dünya düzeni kurma iddialarını da taşıdığı açıktı.
Amerikan askeri varlığının özellikle Batı Asya’daki doğrudan ve kapsamlı biçimi, hem insan hem de maddî kaynaklar açısından ağır maliyetler doğurdu. Borçlu bir ekonomi ve art arda gelen durgunluklar, bu boyutta bir harcamanın sürdürülebilirliğini zorladı.
Dahası, ağır insan kayıpları Amerikan süper-güç imajına zarar verdi. İran’ın bölgesel bir aktör olarak güçlenmesi, ABD’nin “yeni Orta Doğu” planının başarısızlığını gözler önüne serdi.
Bölgedeki direniş hareketlerinin elindeki gelişmiş silah ve yetenekler, herhangi bir doğrudan çatışmada ABD’nin daha fazla can ve ekipman kaybına uğrayacağına işaret ediyordu. Tüm bu veriler, maliyetleri ve insan kayıplarını azaltırken Amerikan çıkarlarını koruyacak yeni bir askeri strateji ihtiyacını ortaya koydu.
Belgedeki “Ordumuzu Modernize Etme ve Güçlendirme” başlıklı bölümde Amerikan çıkarlarını korumak için gerektiğinde güç kullanımının açıkça belirtildiği görülebiliyor. Aynı bölümde Çin birinci derecede tehdit olarak yer alırken, İran'dan üçüncü ciddi tehdit olarak bahsediliyor.
Güvenlik belgesi, askerî ve askerî olmayan yeteneklerin —ekonomik, siber, güvenlik, diplomatik— entegre edilmesiyle “entegre caydırıcılık” yaklaşımını benimsiyor. Ayrıca Yemen, Suriye ve Somali, terör kaynakları olarak işaretleniyor.
Belgeye yansıyan en dikkat çekici değişikliklerden biri, Amerika’nın küresel ortaklarla etkileşiminde doktrinsel bir dönüşümdür: “Amerika tarafından yönetilen ve ortaklar tarafından desteklenen” bir stratejiden, “Amerika tarafından desteklenen, ortaklar tarafından yönetilen” bir modele doğru yönelim belirtiliyor.
Ortadoğu bölümünde (s. 42 ve devamı), son yirmi yılda uygulanan güç ve rejim değişikliğine dayalı yaklaşımın ABD’ye ağır maliyetler yüklediği açıkça ifade ediliyor.
Bölgesel ortakları güçlendirme stratejisi ayrıca öne çıkarılıyor; amaç ise, ABD çıkarlarına uygun vekil güçler kullanmak, bu ülkelere silah satışı yoluyla ekonomik çıkar sağlamak ve böylece bölgesel etkiyi vekâlet mekanizmalarıyla sürdürmek. Bu iş birliği beş ilke ile çerçeveleniyor:
• Amerikan ve küresel düzene inanan ülkelerle ortaklık kurmak,
• Hürmüz ve Babu'l Mendeb Boğazı'nda deniz taşımacılığının güvenliğini sağlamak,
• Gerilimi azaltmak için diplomasiyi kullanmak,
• Bölgesel düzeyde entegre güvenlik, askerî ve ekonomik yapılar inşa etmek,
• İnsan hakları ve vurgulanan değerleri teşvik etmek.
Belge İran’ın istikrarsızlaştırıcı faaliyetlerine dikkat çekiyor ve ABD’nin bunları kontrol altına alma zorunluluğunu vurguluyor; ayrıca İran’ın nükleer programını diplomasiyle, başarısızlık halinde güç kullanarak sınırlandırma arayışını net biçimde öne çıkarıyor.
Belgenin bir başka önemli vurgusuysa “inkâr” (deniability) politikasıdır: ABD operasyonlarının vekiller, gruplar veya bölgesel ortaklar aracılığıyla yürütülmesi ve gerektiğinde ABD müdahalesinin inkar edilmesidir.
İnkar politikasının pratik yansımaları arasında altyapı, lojistik, komuta-kontrol, dağıtım ve kuvvetlerin ortaklar aracılığıyla konuşlandırılması ve seferber edilmesinin güçlendirilmesi de yer alıyor; nihayetinde ABD Silahlı Kuvvetleri politikası “iş birliğiyle ve iş birliği yoluyla” azaltılmış bir varlık olarak tanımlanmaktadır (s. 23). Belgeye göre, ordunun hedefi, öldürücü, sürdürülebilir, esnek, hayatta kalabilir, çevik ve duyarlı özelliklere sahip ortak bir kuvvet geliştirmek.
Bu bağlamda, 2022’de ABD Savunma Bakanlığı tarafından yayımlanan Ulusal Savunma Stratejisi belgesi de benzer vurguları taşıyor: Çin ana tehdit olarak konumlandırılırken, İran Çin ve Rusya ile birlikte ciddi tehlike unsurları arasında sayılmaktadır. Bu belgenin 18. sayfasında İran’ın saldırılarını caydırma bağlamında ortak iş birliğinin önemine dikkat çekilmektedir.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2022’de yayımladığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya ilişkin “Ortak Bölgesel Strateji” belgesi de İran’ın süregelen nüfuzundan (s. 3), otoriter eğilimlerinden ve demokrasinin zayıflamasından (s. 9) söz ederek Çin ve Rusya’dan gelen tehditlerle birlikte İran’ı bölgesel güvenlik tehditleri arasında öne çıkarıyor.
Belge, bölgesel ortaklarla diplomasi, yatırımlar ve ortaklıkları güçlendirmenin bu zorluklarla başa çıkmada merkezi rol oynayacağını vurguluyor. Hedefler arasında bölgesel güvenliğin ele alınması, Orta Doğu’da [İsrail'le] barışın teşviki, kapsayıcı ekonomik büyümenin desteklenmesi, hesap verebilir ve sorumlu yönetişim ile insan haklarının geliştirilmesi ve iklim kriziyle mücadelede sektörel eylemlerin hızlandırılması yer alıyor.
Bu belgenin çarpıcı bir yönü de, Gazze Şeridi’ne yönelik insani yardımın Siyonist rejimin güvenlik çıkarlarıyla uyumlu olması koşuluyla sağlanacağı vurgusu. Bu ifade, yardımın dahi işgalci rejimin güvenliğine en küçük bir zarar vermeyecek biçimde dağıtılacağı ve insani yardımın ulusal güvenlik hedeflerine paralel olarak yönetileceği anlamına gelir (s. 15).
Ayrıca, belgenin bazı bölümlerinde ABD Dışişleri’nin Batı Asya’daki tehditlerle mücadele stratejisi olarak sivil toplum, medya, çeşitli gruplar, azınlıklar ve LGBT+ topluluklarıyla ilişki, yatırım ve destek kurma yaklaşımının öne çıktığı görülüyor. Pratikte bu araçlar, başka devletlerin iç işlerine müdahale ve iç çalkantı yaratma, hatta rejimlerin zayıflatılmasına yönelik yöntemler olarak kullanılabilir.
Bu dokümanların ortak paydası, dönemin Joe Biden yönetiminde hazırlanmış olmaları. Caydırıcılık ve ortak güvenlik, İran’ın nükleer programıyla mücadele, terörizm ve aşırılıkçılık (direniş hareketleri) ile mücadele, enerji ve nakliyatın serbest akışının korunması, diplomasi ve bölgesel anlaşmalar gibi başlıklar ABD ulusal güvenlik stratejisinin baş sıralarında yer alıyor.
Ancak Donald Trump yönetiminin stratejik yaklaşımı da temelde farklı bir manzara sunmaz; yöntem ve vurgu olarak tamamen farklıdır. Zira Trump’ın “Önce Amerika” (America First) politikası, uzun vadeli askerî taahhütlerin azaltılması, İran’a yönelik azami baskı, Arap devletleriyle İsrail rejimi arasında anlaşmalara dayalı bölgesel barış inşa etme önceliği ve askerî güç ile caydırıcılık üzerinde yoğunlaşma gibi hedefleri barındırıyor.
Yukarıda anılan belgeler ve saha gerçekleri ışığında, ABD’nin yeni bir askeri-stratejik yaklaşım tasarladığı kanaatindeyiz. Bu yaklaşıma ilişkin temel ilkeler şöyle özetlenebilir:
Birinci ilke — Sınırlı güç kullanımı: Yaygın ve bol kuvvet yerine seçkin özel harekât timleriyle sınırlı, profesyonel, hızlı müdahaleler; mevzilerin imhası; operasyon hedeflerine ulaşma ve bölgeden süratle çekilme esas alınır.
İkinci ilke — Uzay, hava ve insansız platformların desteği: Küresel gözetleme, hedef tespiti ve özel operasyonların yakın/uzaktan desteklenmesi; hava operasyonları yoğun işgallerden ziyade hassas, cerrahi vurguya dönüştürülür.
Üçüncü ilke — Hızlı ve tam erişim: Gereksiz üs sayısı azaltılarak, hava, deniz ve özel harekât kuvvetleri daha küçük, iyi donanımlı ve kolay erişilebilir üslerde birleşir; böylece büyük kuvvet konuşlandırma ihtiyacı, maliyetler ve kayıplar düşürülür. Bölgesel yerleşimler, her noktadan hızlı erişimi sağlayacak şekilde konumlandırılır; Ürdün’ün Batı Asya üçgenindeki coğrafi konumu buna örnek gösterilebilir.
Dördüncü ilke — Küresel istihbarat ve bilgi ağı: Sınırlı ve hassas operasyonların başarıya ulaşması için doğru ve anlık hedef bilgisinin gerekliliği; bunun sağlanması için geniş, entegre bir istihbarat ve veri ağı inşa edilmesi.
Beşinci ilke — Hızlı, lokal operasyonlar: Kapsamlı harekâtlar yerine çabuk, lokal müdahaleler; entegre ve dağıtık üsler, istihbarat ağları, özel harekât yetenekleri ile hava ve uzay kapasitesine dayalı operasyon anlayışı. Usame bin Ladin ve Ebu Bekir el-Bağdadi suikastleri bu yaklaşımın somut örnekleridir. Vietnam, Afganistan ve Irak gibi büyük ölçekli askerî seferlerin tekrarı beklenmemektedir.
Altıncı ilke — Vekâlet kullanımı ve inkâr doktrini: Çatışmalarda ortak ülkeler, vekâlet güçleri ve çeşitli silahlı grupların kullanılması; böylelikle Amerikan personeli doğrudan riskten kısmen uzak tutulurken, müdahalenin apaçık parmak izi bulanıklaştırılır. Bu ilke kapsamında ABD, çıkarlarına ulaşmak için farklı aktörleri silahlandırır ve sahada satranç taşlarını ustaca hareket ettirir.
Afganistan’dan sembolik, Irak’tan sınırlı çekilmeler; el-Kaide, IŞİD ve bölgedeki diğer grup liderlerine yönelik suikast ve hedefe yönelik saldırılar; militanların bir bölgeden diğerine taşınması; bölgede insansız hava araçları ve ABD hava gücünün süregelen bombardıman faaliyetleri—bunların tümü yeni stratejinin pratik tezahürleridir.
Gerçekte ABD, bölgeden tam anlamıyla çekilme niyetinde değildir; ahtapot kollarını küçülterek, operasyon maliyetlerini ve insan kaybını minimize etmek üzere yeniden düzenlemektedir.
Bunun anlamı şudur: İran ve Direniş Ekseni'ndeki bağımsızlığını korumaya çalışan bölge hükümetleri, ABD’nin bu yeni askeri ve siyasi stratejisinin farkında olarak buna göre plan yapmalıdır. ABD müdahalesini engellemenin tek kesin yolu, bölgeden Amerikan etkinliğini tamamen söküp atmaktır.
Ne var ki, bölge ülkelerinde henüz bu bilinç ve gerekli istihbarî kapasitenin tam olarak oluşmadığı anlaşılmaktadır. İşte bu durum İran’ın bölgenin ve dünyanın geleceğindeki rolünü daha belirgin kılıyor. İran’ın, farkındalık yaratarak ve gerekirse güç kullanarak ABD’yi bölgeden uzaklaştırma sürecini hızlandırması stratejik bir önem taşımaktadır.
Ayrıca dikkat çekilmelidir ki, direniş cephesinin liderleri ve etkili aktörleri—özellikle Yemen, Lübnan ve Irak’ta—ABD ve Siyonist rejim tarafından gerçekleştirilebilecek suikast, ekonomik abluka, nükleer altyapıya veya füze yeteneklerine yönelik cerrahi hava ve komando operasyonları riskiyle karşı karşıyadır.
Siyonist rejimin bölge liderlerine yönelik suikast ve saldırı politikaları, çoğu zaman ABD politik yönelimleriyle örtüşüyor; pratikte İsrail, Amerika’nın bölgesel stratejilerinin uygulayıcı müteahhidi rolünü üstlenmektedir. Bu iki aktör arasında gerçek anlamda ayrışma olduğu düşüncesi yanıltıcıdır.
Sonuç olarak, bu planı ve saldırganlığı durdurmak ve dünyanın geleceğini İran'ın varlığıyla yeniden şekillendirmek için ciddi, bilinçli ve stratejik bir çarpışma kaçınılmaz görünmektedir. Bu süreç; farkındalık, hazırlık, bölgesel dayanışma ve gerektiğinde caydırıcı güç unsurlarının etkili kullanımıyla ilerletilmelidir.
Çeviri: YDH