"Her türlü resmi düzenleme, Suudi Arabistan’a ve komşularına kendi güvenliklerini üstlenmek yerine hâlâ ABD’ye güvenebilecekleri mesajını verir. Görünüşe göre Amerikan koruması -ve hatta Amerikalı askerlerin hayatı- pazarlık konusu yapılabilecek bir unsur haline geliyor. Oysa böyle olmamalı."
YDH - ABD merkezli Quincy Enstitüsü düşünce kuruluşunun ABD'nin Büyük Stratejisini Yeniden Tasarlama programının kıdemli üyesi Christopher Preble ve Stimson Center düşünce kuruluşu araştırmacısı ve National Interest dergisinin yardımcısı genel yayın yönetmeni Will Smith, ABD’nin Suudi Arabistan’la güvenlik anlaşması yapmasının gereksiz ve tehlikeli olduğunu vurguluyor. Söz konusu paktın ABD’ye somut bir fayda sağlamayacağı, aksine Washington’ı bölgesel çatışmalara sürükleyebileceği, Riyad’ı da sorumsuz davranışlara teşvik edeceği belirtiliyor. Araştırmacılar, Suudi Arabistan’ın güvenliğinin ABD’nin yaşamsal çıkarı olmadığını, dolayısıyla savunma taahhüdünün inandırıcılıktan yoksun kalacağını ifade ediyor.
ABD ile Suudi Arabistan arasında bir güvenlik anlaşması olasılığı yeniden gündemde.
Haberlere göre Washington ile Riyad, ABD’nin Katar’la yaptığı son güvenlik anlaşmasına “benzer” bir taahhüt üzerinde görüşüyor. “Katar artı” diye nitelendirilen bu güvenlik taahhüdünün, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın 18 Kasım’daki Beyaz Saray ziyareti sırasında açıklanması bekleniyor.
Bu gelişmeler, güvenlik garantilerinin dağıtılmasının tedirgin ortakları yatıştırmanın ve onları ABD’nin öncelikleriyle uyumlu hale getirmenin hızlı, maliyetsiz bir yolu olduğu yönünde endişe verici bir inanç olduğunu gösteriyor.
Oysa bu inanç yanlış. ABD-Suudi Arabistan savunma anlaşması gereksiz, riskli ve zaten belirsiz olan hedeflerine ulaşması da pek olası değil. Biden yönetiminin hatalı girişimini canlandırmak yerine, Trump yönetimi bu fikri bir kez daha rafa kaldırmalı.
29 Eylül’de başkanlık kararnamesiyle yayımlanan Katar güvenlik garantisi, ABD’nin bir Arap devletine verdiği belki de en açık taahhüt oldu.
Washington, “Katar Devleti’nin topraklarına, egemenliğine veya kritik altyapısına yönelik herhangi bir silahlı saldırıyı, Amerika Birleşik Devletleri’nin barış ve güvenliğine tehdit olarak kabul edeceğini” taahhüt etti.
Dışişleri Bakanlığı’nın eski antlaşma hukuku danışmanı Michael Mattler’a göre, ABD’nin Katar’a verdiği bu güvence, “Washington’un en yakın müttefiklerine sağladığı karşılıklı savunma taahhütleriyle aynı düzeyde.”
(Elbette Katar anlaşması karşılıklı bir savunma paktı değil, tek taraflı bir taahhüt niteliğinde; NATO gibi Senato onaylı bir antlaşma da değil. Her başkanlık kararnamesinde olduğu gibi, kolayca yürürlükten kaldırılabilir.)
Katar’la yapılan güvenlik anlaşması, Gazze’de ateşkesi kesinleştirmek için gerekli bir adım olarak sunulmuştu. İsrail’in, Doha’da Hamas müzakerecilerine yönelik pervasız saldırısının ardından Katar, arabuluculuğunu sonlandırmakla tehdit etmişti.
Ancak eleştirmenler bu adımın tehlikeli bir emsal oluşturacağını, diğer Körfez ülkelerini de benzer taleplerde bulunmaya teşvik edeceğini söylemişti. Görünüşe göre haklı çıktılar. Suudi Arabistan uzun süredir ABD’den resmi bir güvenlik taahhüdü istiyor ve bunu neredeyse Biden döneminde elde ediyordu.
Doha’nın Trump’tan böyle bir garantiyi ne kadar kolayca aldığını gören Riyad, şimdi kendi talebini yeniden gündeme taşıyor.
Bu anlaşmadan ABD ne kazanacak?
Suudi Arabistan’a güvenlik garantisi verilmesini savunanlar, bunun birkaç sözde faydasını öne sürüyor.
Öncelikle, ABD’nin Suudi Arabistan’a desteğini artırması gerektiğini, aksi takdirde Washington’ın güvenilirliği konusunda oluşan kuşkuların derinleşeceğini iddia ediyorlar.
Riyad’ın bu kuşkuları yeni değil ama 2019’da Suudi Arabistan’ın Abkayk-Hurays petrol tesislerine yönelik saldırıya Washington’ın yanıt vermemesi ve daha yakın zamanda da İsrail’in Katar’a düzenlediği saldırıya ABD’nin başlangıçta isteksiz ya da yetersiz görünmesi bu güvensizliği pekiştirdi.
Bu arada, ABD yetkilileri Körfez ülkelerinin Çin’le giderek artan ilişkilerinden endişe ediyor. Trump, Suudilerin “artık Çin’le birlikte” olduğunu söyleyip bunun nedeninin yetersiz ABD desteği olduğunu öne sürdü; onları “yeniden kazanma” ve “her zaman koruma” sözü verdi.
Bu mantığa göre, Riyad’ı yeniden Washington’ın yörüngesine çekmenin yolu resmi bir savunma anlaşmasından geçiyor.
Son olarak, Trump yönetimi de selefi Biden ekibi gibi, güvenlik güvencelerinin Suudi Arabistan’ı İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye teşvik edebileceğine ve bölgeyi dönüştürecek kapsamlı bir uzlaşının önünü açabileceğine inanıyor.
Katar’a verilen taahhüdün nasıl ortaya çıktığı düşünüldüğünde, yönetim benzer bir anlaşmanın Riyad’la da yapılması halinde, ABD’nin diğer öncelikleri -örneğin Gazze’nin savaş sonrası istikrara kavuşturulması sürecine Suudi desteği- için de destek sağlayabileceğini düşünüyor olabilir.
Ancak Suudi Arabistan’a resmi bir güvenlik taahhüdü verilmesi yönündeki argümanlar tutarsız. Savunma yükümlülükleri ancak belirli bir amacı olduğunda ve açıkça tanımlanmış bir tehdidi caydırdığında anlam kazanır; NATO’nun Soğuk Savaş’ın erken döneminde Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı karşısındaki işlevi gibi.
Oysa Suudi Arabistan’la yapılacak herhangi bir anlaşmanın caydırması beklenen tehdit, en iyi ihtimalle belirsiz, en kötü ihtimalle sorunludur.
Örneğin Katar benzeri bir pakt, ABD’nin Suudi topraklarında terörist olduğu iddia edilen hedeflere hava saldırısı düzenleyen bir ülkeye -hatta belki de bir ABD müttefikine- misillemede bulunması gerektiği yönünde beklentiler yaratabilir.
Ancak kim böyle bir girişimde bulunur ki? Suudiler ile İran 2023’te diplomatik uzlaşıya vararak aralarındaki gerginliği yumuşattı; bu da ABD güvenlik garantisinin gerekliliğini daha da tartışmalı hale getiriyor. Peki ya rejime yönelik iç tehditler?
Mart 2011’de Arap Baharı ayaklanmaları sırasında Riyad, komşu Bahreyn’e asker göndererek hükümet karşıtı gösterileri bastırmıştı.
Suudi petrolünün ABD ekonomisi için sözde “hayati” öneme sahip olduğu yönündeki endişeler, çoktan çürütüldü.
Bunun başlıca nedeni, petrol piyasalarının artık arz şoklarına karşı çok daha dayanıklı hale gelmiş olması; üstelik ABD’nin 2018’de net petrol ihracatçısı konumuna gelmesinden bile önce.
Eğer arz şokları yaşanırsa, Amerikalılar bunu pompa fiyatlarında hisseder; ancak bu etkiler kısa sürelidir ve bir savaşı göze alacak kadar önemli değildir. Başkan Jimmy Carter’ın tüm Basra Körfezi’ni “ABD’nin yaşamsal çıkar alanı” ilan ettiği günlerden bu yana epey yol kat edildi.
Kısacası, Suudi Arabistan’a güvenlik garantisi verilmesini gerektirecek doğrudan bir tehdit yok. Söz konusu faydalar ne ABD’nin temel çıkarları açısından somut bir değer taşıyor ne de böyle bir taahhütle elde edilmesi olası görünüyor.
ABD’nin bölgeye olan bağlılığına dair süregelen kuşkular artık örtülemez. Bu kuşkular, yalın bir gerçeği yansıtıyor: Krallığın güvenliği ABD’nin yaşamsal ulusal çıkarı olmadığı için, onu savunma yönündeki vaatler inandırıcılıktan yoksun.
Trump ile Veliaht Prens Muhammed bin Selman arasındaki bir anlaşma da bunu değiştiremez.
Neyse ki ABD, Suudi Arabistan’ın işbirliğini kazanmak için onu “güvence altına almak” zorunda değil; zira iki ülkenin temel çıkarları zaten büyük ölçüde örtüşüyor.
Kısa vadede her iki taraf da Gazze savaşının kalıcı biçimde sona ermesini ve bölgesel gerilimin azaltılmasını istiyor.
Aynı şekilde, Suudi Arabistan enerji güvenliği, terörle mücadele ve bölgesel bir hegemonun yükselmesini önleme konularında da ABD ile benzer hedeflere sahip.
Bu arada, Stimson Merkezi’nden Asfandyar Mir’in belirttiği gibi, Suudi Arabistan’ın Pakistan’la yaptığı son anlaşma da, eğer Washington doğru adımları atarsa, umut verici bir gelişme olarak görülebilir.
Çin’in Basra Körfezi’ndeki varlığı ise ABD için ciddi bir tehdit oluşturmuyor. Pekin’in Orta Doğu’daki angajmanı büyük ölçüde ekonomik çıkarlar tarafından yönlendiriliyor; bölgeye hâkim olma arzusu ne niyet olarak ne de kapasite olarak mevcut.
Öte yandan, ABD’nin koruma vaatleri Riyad’ı Çin’den uzaklaştırmayacaktır. Çin, Suudi Arabistan’ın ekonomisini çeşitlendirme, ortaklıklarını derinleştirme ve uluslararası konumunu güçlendirme çabalarında kilit bir ortak olarak görülüyor. Washington’ın güvenlik tavizleriyle Çin’den “daha fazla teklif” vermeye çalışması hem pahalı hem de sonuçsuz olur.
The Wall Street Journal’ın haberine göre bin Selman, ABD’den tavizler koparabilmek için “büyük güçleri birbirine karşı oynadığını” itiraf etmiş; bu durum Washington’a daha fazla cömertlik göstermek yerine temkinli davranması gerektiğini hatırlatmalı.
İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki normalleşme kuşkusuz olumlu olurdu; ancak bu esasen sembolik bir başarıdan ibaret kalırdı. Zira iki ülke, zaten önemli konularda perde arkasında işbirliği yapıyor.
Normalleşme, Riyad’ı savunma taahhüdü verme pahasına sağlanacak kadar değerli değil; özellikle de Suudi yetkililer, Filistin devletine yönelik somut adımlar atılmadıkça normalleşmeyi reddettiklerini açıkça belirtmişken. Bu adımların yakın vadede atılması ise pek olası görünmüyor.
Suudi Arabistan’la anlaşmanın riskleri
Suudi Arabistan’la yapılacak bir güvenlik anlaşması pek fazla fayda getirmese de ciddi sakıncalar doğurur. Öncelikle, ahlaki tehlike (moral hazard) yaratır; yani ABD’yi, MIT’den Barry Posen’in deyimiyle “dikkatsiz sürüş” yoluyla tehlikeli biçimde sürüklenebileceği bir tuzağa iter.
Yemen’deki Suudi eylemleri buna çarpıcı bir örnektir. ABD’nin kapsamlı desteği, Suudi Arabistan’ı yedi yıl süren, yıkıcı ve başarısız bir müdahaleye cesaretlendirdi. Bu savaş yaklaşık 400 bin kişinin -hava saldırılarında öldürülen 20 bin civarında sivil dahil- hayatına mal oldu.
Fakat 2019’da Abkayk-Hurays tesislerine yönelik saldırıya ABD’nin sert bir yanıt vermemesi, Riyad’a koşulsuz desteğe güvenemeyeceğini gösterdi; bunun üzerine Suudi yönetimi Yemen’den çıkış arayışına girmek zorunda kaldı.
Suudi Arabistan bir daha bu kadar pervasız davranmasa bile, krallığı savunma taahhüdü ABD’nin hareket alanını kısıtlar ve Riyad yeniden saldırıya uğradığında Washington üzerindeki müdahale baskısını artırır.
Sembolik ya da yumuşatılmış bir taahhüt bile risklidir. Güvenlik anlaşmasının ayrıntıları ne olursa olsun, Suudi Arabistan saldırıya uğrarsa yazılı bir taahhüt, ABD’nin müdahalesini isteyenlere güçlü bir gerekçe sunar; oysa böyle bir müdahaleyi haklı kılacak yaşamsal bir çıkar bulunmamaktadır.
Katar güvenlik garantisinde kullanılan dil, “NATO’nun 5. Maddesi’ne benzer” olarak geniş ölçüde kabul gördü ve bu da gerçekçi olmayan beklentiler yarattı.
Her türlü resmi düzenleme, Suudi Arabistan’a ve komşularına kendi güvenliklerini üstlenmek yerine hâlâ ABD’ye güvenebilecekleri mesajını verir. Görünüşe göre Amerikan koruması -ve hatta Amerikalı askerlerin hayatı- pazarlık konusu yapılabilecek bir unsur haline geliyor. Oysa böyle olmamalı.
En önemlisi, ek taahhütler ABD’nin Orta Doğu’dan çoktandır gecikmiş olan yön değişimini erteler. ABD, bölgede mütevazı çıkarlarını büyük bir askeri varlık bulundurmadan, hele ki Riyad adına savaşmayı taahhüt etmeden de koruyabilir.
Stratejik önemi giderek azalan bir bölgede, zaten aşırı yük altında olan Amerika’nın yeni yükümlülükler üstlenmesi akılsızlık olur.
Çeviri: YDH