"Eğer bazıları için hayat, uluslararası lider Seyyid Hasan Nasrullah'ın şehit olduğu gün durduysa, bu Amerikan-Suudi ittifakının Lübnan'ı yeniden ele geçirme planını uygulamaktan vazgeçtiği anlamına gelmez."
YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan'ın tarihsel olarak ortak bir ulusal kimlik oluşturamaması nedeniyle sürekli dış vesayetlere bağımlı kaldığını ve bu durumun ülkeyi kısır bir döngüye soktuğunu vurguluyor. El-Emin, 1958 ve 1975 iç savaşlarından günümüze kadar sağlanan siyasi uzlaşmaların (Taif ve Doha anlaşmaları gibi) dış dengelere dayalı geçici çözümler olduğunu ve nihayetinde kendi kendilerini tükettiklerini ifade ediyor.
Lübnanlıların dış vesayetler konusunda tek bir tutum üzerinde hemfikir olmadıkları -ve hiçbir zaman da anlaşamadıkları- doğrudur. Bölünme her zaman destekleyenler ve memnuniyetle karşılayanlar ile karşı çıkanlar ve direnenler arasında mevcut olmuştur.
Bunda herhangi bir gizem yoktur. Zira her dış vesayet, içerideki bir tarafın çıkarına hizmet ettiği için var olmuştur; aksi takdirde hiçbir vesayet bir hafta bile ayakta kalamazdı.
Ancak Lübnanlılar vesayetin her türlüsünü denedikten sonra kaçınılmaz soru şu hale geldi: Gerçekten bir vasi olmadan yaşayabilirler mi?
Egemenlik, bağımsızlık ve özgürlük üzerine söylenen o beylik sloganlardan uzakta, bu mutabakat hiçbir zaman sağlanamadı ve sağlanamayacak.
Sebebi basit ve çok fazla analiz gerektirmiyor: Lübnanlılar kapsayıcı bir ulusal kimlik üzerinde anlaşamadıkları sürece tam bağımsızlığın tadını çıkaramazlar.
Tecrübelerin de kanıtladığı üzere, bu anlaşmanın bedeli onların kapasitesini aşmaktadır. Ne asgari sınırlarda bile olsa bağımsız bir ekonomi üretecek durumdalar ne de bu bağımsızlığı koruyacak bir askeri güce sahipler.
Bu iki şartın gerçekleşmemiş olması, gerçekleşme şansının bulunmadığı anlamına gelmez; bilakis, varlığın kuruluşundan bu yana yaşanan tecrübeler silsilesi, yaşam tarzı ve dolayısıyla ulusal kimliğin kurgulanması konusunda derin bir ayrılığın varlığını doğrulamaktadır.
Bu durum da hükmen, ekonomik bağışıklık ve savunma amaçlı askeri güç unsurlarını sağlama konusundaki acziyete yol açmaktadır.
Gerçek bir devrim veya zoraki bir darbe yoluyla Lübnanlıları davranışlarını değiştirmeye mecbur bırakacak o an gelene kadar, Lübnan'daki gruplar kendi bölünmüşlükleri içinde boğulmaya devam edecekler.
Daha önceki her evrede olduğu gibi, siyasi, iktisadi ve hatta askeri nitelik taşısa da iç çatışmanın zirve noktalarını yaşayacağız. Nitekim bugünkü halimiz tam olarak budur.
Geniş halk desteğine sahip siyasi güçlerin konuşmalarına ve tutumlarına yapılacak hızlı bir inceleme bile bu yarığın ne kadar derin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte herkesin karşısında duran o yakıcı soru geçerliliğini koruyor: En kötüsünden nasıl kaçınılabilir?
Buradaki "en kötü", bir bölgeden diğerine, bir mezhepten ötekine ve bir gruptan başkasına sıçrayan gezici iç savaşlar yoluyla yeni bir askeri çatışmaya sürüklenmektir; bunlar Lübnanlıların defalarca tecrübe ettiği ancak dersini henüz almadıkları savaşlardır.
Bugünlerde iç çatışmanın yeni bir turuna tanıklık ediyoruz. Eğer bazıları çoğunluk ile azınlık arasındaki anlaşmazlığın sahneyi netleştirebileceğine inanıyorsa, Lübnan'ın doğasını anlamıyor demektir.
Zira bu ülkede herhangi bir grubun davasına inanan bir kitleye sahip olması, sahnenin açık veya gizli bir çekişmeye müsait kalması için yeterlidir; bu, herhangi bir bölgesel gelişmeden hızla beslenerek Lübnan'ı sanki hiçbir şey değişmemiş gibi sıfır noktasına döndüren bir çekişmedir.
Bu bir hayal veya kuruntu değil, hakikattir. Lübnan sağı, 1948'de düşman varlığının (İsrail) kurulmasından sonra işlerin kendi lehine sonuçlandığını zannedip, Batı'yı memnun etmeye ve gizliden de olsa Araplara düşmanlık etmeye dayalı kısır bir iç durum yönetimine yönelmedi mi?
Aradan on yıl bile geçmeden 1958 olayları patlak verdi. Bu olaylar siyasi hareketliliğin doğasında bazı değişikliklere izin verse de durum istikrar kazanmadı; zira sağın kendisi inatçı davranmaya devam etti ve Lübnan meselesindeki bölgesel faktörün, özellikle de İsrail ile çatışma boyutunun önemini göz ardı etti.
Köklü bir uzlaşma olduğu varsayılan yapı on yıl daha yaşayamadı; zira 1967 yenilgisi sonrasındaki gelişmeler, Lübnan'ı birkaç yıl içinde 1975'teki iç savaşa sürükleyecek yeni bir kargaşa dalgasına açtı.
Buna rağmen Lübnan sağı benzeri görülmemiş bir vahşetle savaştı, tüm dış kapıları çaldı ve dünyanın tüm "şeytanlarına" kendini sattı; nihayetinde 1982'deki İsrail işgaliyle zirveye ulaştı.
O gün, işlerin kendi çıkarına uygun şekilde istikrara kavuştuğuna inandı ve yenilen güçlerin tabanı da dahil olmak üzere Lübnanlı çoğunluk, sanki bu Lübnan'ın kaçınılmaz kaderiymiş gibi davrandı.
Fakat sadece birkaç yıl, yalnızca iç savaşa geri dönmek için değil, aynı zamanda İsrail işgalini kırmak ve yeni İsrail "ürününü" korumak için gelen tüm uluslararası güçlerin zoraki çıkışını sağlamak için de yeterli oldu.
Ne var ki Lübnan sağının uğradığı ağır yenilgi, karşı güçlerin parlak bir başarısıyla taçlanmadı. Bu güçler de Lübnan sistemindeki aynı oyunun kurallarına mahkûm kaldı ve kazanımlarını korumak için onlar da Suriye'den yardım istemekte acele etti.
Buna rağmen, sağdan İslamcı sokaktaki karşıt güçlere kadar hiçbir taraf, hiçbir bölgeye, tarafa veya gruba dokunulmazlık bırakmayan gezici iç savaşların cehennemine girmekten kurtulamadı.
Zirve noktası Hristiyan sokağını kasıp kavuran çatışmaydı; ta ki Saddam Hüseyin'in Kuveyt macerası ve ardından gelen olayların bölgeyi sarsmasıyla Lübnanlıları zorla Taif Anlaşması'na iten o büyük bölgesel gelişme, yani "mucize" gelene kadar.
O gün herkes bu anlaşmanın dış vesayet olmadan uygulanamayacağını idrak etti; böylece Suriye, Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan arasında, diğer iki taraf sahne dışında kalmaksızın, ayrıntılı yönetimin Şam'a bırakıldığı bir mutabakat sağlandı.
Amerikan-Suudi payı, merhum Başbakan Refik Hariri'nin üstlendiği konum ve rolde temsil edildi. Ancak 11 Eylül olayları ve tüm bölgeye yönelik Amerikan işgali sonrasında dışarıdan gelen darbe bir kez daha sahneye çıktı; ister Irak ve Afganistan gibi yakılıp yıkılarak işgal edilen ülkelerde olsun, ister Körfez Arap ülkeleri ve Mısır gibi savaşmadan teslim olanlarda. Suriye ise direndi ve kuşatma ile baskıdan nasibini aldı.
Amerikan-Suudi ittifakı, on yıldan uzun bir süre önce kurulan formülü devirmeye ve Refik Hariri adını taşıyan sayfayı kapatmaya karar verdiğinde, 2006'daki çılgın İsrail savaşıyla başka bir zirve noktası yaşandı.
Bu savaşın, üç yıl önce başarılamayanı gerçekleştirmesi, yani bir yandan Direniş'i kırması, diğer yandan Suriye'ye tamamen boyun eğdirmesi varsayılıyordu.
İslami Direniş'in saldırıyı püskürtme ve boşa çıkarma başarısı, herkesi Lübnan için yeniden istikrarlı bir yönetim formülü aramaya itti; böylece Doha Anlaşması veya Taif'in değiştirilmiş versiyonu ortaya çıktı. Bu, dış dengelere dayalı olduğu ve tek başına yaşama kabiliyetinin bulunmadığı herkesçe aşikâr olan bir uzlaşmaydı.
2011'deki halk hareketliliği dalgasını tetikleyen temel unsurları ve bunun Mısır, Libya, Yemen ve Tunus gibi merkezi Arap ülkelerinde ve ardından Suriye'de yol açtığı devasa altüst oluşları açıklayabilecek bir tarihçi gelene kadar, Lübnan'ın bu süreçten nasibinin Büyük Kaos evresine girmek olduğunu anlamak için "Arap Baharı bilmecesinin" çözülmesini beklemeye devam edeceğiz.
Artık iktidar istikrarlı değil, ekonomi normal şekilde yaşayamıyor ve Lübnanlılar arasındaki mezhepsel ve dinsel gerilim dalgasını frenleyecek bir güç kalmadı.
Bu, ulusal kimlik konusundaki anlaşmazlığın derinliğini ortaya koyan ve devletin kaynaklarını veya bireylerin varlıklarını bile akılcı bir ekonomik yönetimle idare etme konusundaki acziyeti gösteren pek çok olayın yaşandığı bir evredir.
Hizbullah ile temsil edilen direniş, bu evrede genel sahnede en fazla varlık gösteren güç olsa da bu, Hizbullah'ın iç meselelere özel bir ilgi gösterdiği anlamına gelmiyordu.
Hizbullah, Lübnan sisteminin sütunlarından hiçbirine dokunulmaması kuralından hareketle uzlaşmaları kabul etti; zira liderliğinin düşünce özeti, kimsenin Lübnan sorununu çözmeye muktedir olmadığı yönündeydi.
Bu da direnişin, İsrail ile çatışmaya dair projesini korumakla uyumlu olduğu sürece iç uzlaşmalar yapmaya hazır olduğu anlamına geliyordu.
Bu yaklaşım işleri kademeli olarak daha fazla karmaşaya doğru itti ve Direniş'in en büyük sınavıyla yüzleştiği "Aksa Tufanı"na kadar gelindi. Buna rağmen, "destek savaşı" (cephesi) aracılığıyla Filistinlilere karşı görevini yerine getirdiğine ve aynı zamanda Lübnan'ı büyük savaşın sonuçlarından uzak tuttuğuna inandığı bir yaklaşımı seçti.
Fakat oyun tek bir tarafın elinde değildi ve bu durum yeni bir zirveye yol açtı: Bir yıldan uzun süre önce başlayan, Hizbullah ve Direniş'in yönetim denkleminde temel olmayan bir tarafa dönüştüğü yeni bir dengenin çizilmesiyle sonuçlanan büyük İsrail savaşı.
Eğer bazıları için hayat, uluslararası lider Seyyid Hasan Nasrullah'ın şehit olduğu gün durduysa, bu Amerikan-Suudi ittifakının Lübnan'ı yeniden ele geçirme planını uygulamaktan vazgeçtiği anlamına gelmez.
Geçen yılın kasım ayı sonunda işlerin vardığı noktada ateşkes anlaşmasını kabul ettiğimizde, bilerek veya şaşkınlık içinde, yeni bir evreye girişi imzalamıştık.
General Jozef Aun'un Cumhurbaşkanı seçilme yöntemine razı olan herkes, başlığı "Doha Anlaşması'nın düşüşü" olan yeni bir bildiriye kendi eli ve kalemiyle imza atmış demektir!
Çeviri: YDH