''Sudan’ın çöküşü hem insani hem de stratejik bir krizi temsil ederken İran bağlantılı İslamcı ağlar, ülkede süregelen kargaşadan faydalanarak Sudan’ı İsrail’e karşı bir saldırı platformuna dönüştürme potansiyeline sahip — Yemen kadar uzak olmayan, ancak çok daha tehlikeli bir coğrafya.''
YDH- Amerika Birleşik Devletleri merkezli Jewish News Syndicate (JNS) Eritre diasporasında popüler bir Tigrinyan ulusal hareketi olan Aga'azian hareketinin lideri Habtom Ghebrezghiabher'ın tavsiye yazısını yayımladı. Ghebrezghiabher, İsrail açısından tehdit paradigmasının devletlerden devlet dışı silahlı aktörlere kaydığını savunduğu yazısında, görünürde insani kriz olarak okunan Sudan iç savaşının ardında jeostratejik bir vekâlet savaşı karakteri kazandığına dikkat çekiyor. Sudan'ın artık pasif bir kriz alanı değil, İsrail için doğrudan askerî tehdit üreten aktif bir cephe hâline geldiğini öne süren Ghebrezghiabher, gelişmelerden hareketle coğrafi yakınlık, ideolojik süreklilik ve İran’ın örgütlenme kapasitesinin altını çiziyor.
İsrail açısından en yakın tehlikeler artık konvansiyonel ordular ya da düşman Arap rejimleri değil. Asıl tehdit, devlet otoritesinin çöktüğü sahaları ele geçiren İslamcı milislerin ve İran’ın vekil ağlarının yayılmasıdır.
Bu gruplar yönetsel boşluklardan yararlanıyor, uluslararası normları hiçe sayıyor ve İran tarafından sağlanan roketler, insansız hava araçları ve füzeler aracılığıyla etkin bir güç projeksiyonu gerçekleştiriyor.
Sudan, İran destekli vekil ağlarına eklenen yeni bir cephe olarak ortaya çıktı ve İsrail açısından çözülmesi gereken ciddi bir stratejik sınav niteliği taşıyor.
Sudan’ın çöküşü hem insani hem de stratejik bir krizi temsil ederken İran bağlantılı İslamcı ağlar, ülkede süregelen kargaşadan faydalanarak Sudan’ı İsrail’e karşı bir saldırı platformuna dönüştürme potansiyeline sahip — Yemen kadar uzak olmayan, ancak çok daha tehlikeli bir coğrafya.
Sudan’ın Eylat’a yaklaşık bin kilometrelik mesafede bulunması bu tehdidi somutlaştırıyor; söz konusu yakınlık, hem sahadaki silahlı cihatçı varlığın yarattığı güvenlik riskini hem de İsrail’in olası bir askeri müdahalesinin yol açabileceği büyük bir siyasi krizi beraberinde getiriyor.
Tarihsel olarak Sudan, yaklaşık kırk yıl boyunca terör faaliyetleri için bir merkez işlevi gördü. Bağımsızlık sonrası dönemde süreklilik kazanan iç savaşlar, darbeler ve devlet otoritesinin çöküşü, ülkeyi bölgesel radikalleşmeye ve terör ihracına açık hâle getirdi.
Ömer el-Beşir döneminde Müslüman Kardeşler tarafından yürütülen İslamlaştırma projesi, iç çatışma dinamiklerini soykırıma, hızlanan radikalleşmeye ve bölgesel militan ağların kurumsallaşmasına dönüştürdü.
Sudan’ın coğrafi yapısı, kabile temelli toplumsal dokusu, çevresel baskılar ve süregelen jeopolitik dışlanmışlığı gibi derin yapısal sorunlar bugün de varlığını sürdürüyor; bu engeller ülkenin istikrar kazanmasını son derece zorlaştırıyor.
1980’li ve 1990’lı yıllarda Hartum, Hamas, Filistin İslami Cihadı, Ebu Nidal örgütü ve el-Kaide gibi yapılanmalara açık bir merkez hâline geldi. 1997 yılında Hamas’ın kurucularından Şeyh Ahmed Yasin’in Sudan’da ağırlanması, örgütün bölgede ne denli serbest faaliyet gösterebildiğinin en çarpıcı sembollerinden biri oldu.
Sudan, bu yapılara eğitim, finansman ve operasyonel imkân sağlayarak bölgesel terör ağlarının gelişmesine doğrudan zemin hazırladı; 1998 yılında ABD’nin Afrika’daki büyükelçiliklerine yönelik saldırıların arka planında da burada örgütlenen ağların bulunduğu biliniyor.
İran ile Sudan’daki İslamcı gruplar arasındaki ilişkiler yıllara dayanıyor: Tahran, silah temini, eğitim ve istihbarat desteği sunarken Sudan’ın askerî-endüstriyel kapasitesinin inşasına katkı sağladı.
Hartum, Sünni ve Şii hareketleri birbirine bağlayan nadir temas noktalarından biri hâline geldi ve bu durum ortak operasyonların mümkün olmasına zemin hazırladı. Günümüzde ise İran, Sudan’da süregelen iç savaşın yarattığı kırılganlıktan yararlanarak, Yemen’de Husiler üzerinden uyguladığı modeli Sudan’a taşımaya çalışıyor.
Her ne kadar Sudan Devlet Başkanı Abdülfettah el-Burhan Batı ile ilişkiler kurmaya çabalasa da, rejimin iç yapılarının kökeni Müslüman Kardeşler geleneğine dayanıyor.
Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin (SSK) üst komuta kademelerinde İslamcı elitin belirgin bir ağırlığı bulunuyor. Burhan, Batı’dan destek alma ihtiyacı duysa da, askerî yönetimin çekirdeği geçmişten gelen ideolojik ve örgütsel bağları taşımayı sürdürüyor.
Bu çerçevede İran ve Belarus kaynaklı silah sevkiyatları ile Eritre üzerinden yürütülen lojistik destek, SSK’nın Husilere benzer melez bir güvenlik yapısına giderek daha fazla bağımlı hâle gelmesine yol açıyor. Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) ile süren çatışmalar, SSK’nın İslamcı ağlara ve dış destek mekanizmalarına daha fazla yaslanmasını zorunlu kılıyor.
Sudan’ın geniş coğrafyası, gelişmiş askerî altyapısı ve nispeten eğitimli insan kaynağı, farklı İslamcı fraksiyonların İran üretimi İHA, füze ve deniz hedefli saldırı kabiliyetleriyle eşgüdüm hâlinde faaliyet gösterebileceği elverişli bir zemin sunuyor.
Gazze’de devam eden savaş, İsrail’in kendini savunma çabalarının nasıl hızla uluslararası izolasyona dönüşebileceğini açık biçimde ortaya koydu; birden fazla militan grubun konuşlandığı çökmüş bir Sudan, Gazze’nin daha da güçlendirilmiş ve çok cepheli bir versiyonuna dönüşme riski taşıyor.
İsrail ve ABD, geçmişte Husilerin kabiliyetlerini ve operasyonel etkinliğini hafife aldı.
Husilerin geliştirdiği uzun menzilli füze kapasitesi, Kızıldeniz’de deniz ticaretine yönelik engelleme operasyonları ve Tahran ile kurdukları koordinasyon, bölgesel güç dengelerini beklenmedik biçimde sarstı.
Birleşik Arap Emirlikleri’ne yönelik saldırılar, Eylat’ın da benzer şekilde hedef hâline gelebileceğini gösterdi.
İsrail ve müttefikleri Sudan’ı göz ardı etmeyi sürdürürse, İran destekli yeni aktörlerin Kızıldeniz güzergâhını istikrarsızlaştırması, ABD çıkarlarını zorlaması ve Batılı ile İsrailli hedeflere yönelik saldırılar düzenlemesi güçlü bir olasılık olarak öne çıkıyor.
Bu süreçte Birleşik Arap Emirlikleri, Sudan’da Müslüman Kardeşler’in yeniden güç kazanmasını engellemek ve ülkedeki insani felaketi durdurmak amacıyla aktif bir direnç sergiliyor; bu nedenle BAE, hem bölgesel medya ağlarında hem de bazı Batılı çevrelerde Müslüman Kardeşler propagandasının hedefi hâline geldi.
Ancak Yemen örneğinin de gösterdiği üzere, BAE tek başına İran’ın bölgesel etkisini sınırlandırabilecek kapasiteye sahip değil. Suudi Arabistan ve Mısır’ın kısa vadeli taktik çıkarlar uğruna SSK içindeki İslamcı yapılara destek vermesi tabloyu daha da karmaşıklaştırıyor.
Tıpkı Husilerin doğrudan Suudi Arabistan ve Mısır’a saldırmaktan kaçınması gibi, Sudan’daki gruplar da kendilerine bölgesel destek sağlayan aktörleri hedef almaktan kaçınarak yönlerini İsrail’e çevirmekte ve bu hat üzerinden meşruiyet kazanmaya çalışıyor.
Bu bağlamda İsrail’in bölgesel yaklaşımının, Sudan ve Kızıldeniz havzasını kapsayan barışçıl ancak kararlı bir güvenlik stratejisine dayanması gerekmektedir. Önerilen üç temel adım şu şekildedir:
1) Etiyopya, BAE, Yemen ve Tigray sahasına yakın bölgesel aktörlerle kapsamlı stratejik ittifaklar kurmak.
2) Eritre rejiminin etkisini sınırlamak amacıyla İsaias Afwerki’nin medya tekelini hedef alan, 7/24 uydu radyo ve televizyon yayınlarıyla rejim karşıtı bilgilendirme faaliyetlerini artırmak.
3) NATO ile kurumsal bir güvenlik ortaklığı tesis ederek sürekli deniz desteğini garanti altına almak.
Eğer İsaias Afwerki’nin yalnızca İran’ın bölgedeki faaliyetlerini kolaylaştırmakla kalmayıp aynı zamanda Etiyopya ve Sudan’ı da istikrarsızlaştıran bir rol üstlendiği iddiası doğruysa, onun iktidardan uzaklaştırılması sonrasında bölgesel istikrarın tesis edilme ihtimali önemli ölçüde güçlenecektir.
Önerilen harekât planı; 200 ila 250 bin kişilik bir Etiyopya–Eritre gücünün Husilere karşı operasyon yürütmesini, meşru Yemen hükümetine destek verilmesini ve doğu Sudan’ın füze konuşlandırma üssüne dönüşmesinin engellenmesini içeriyor.
İsrail ve NATO’nun hava ve deniz unsurlarıyla destek vereceği bu operasyonun mali yükü, Körfez ülkeleri ile birlikte Hindistan, Japonya, ABD, Avrupa devletleri ve diğer deniz ticareti kullanıcıları tarafından karşılanabilir.
Sürecin ilerlemesiyle birlikte Mısır ve Suudi Arabistan gibi kilit bölgesel aktörlerin de koalisyona katılım göstermesi bekleniyor. Böylesi kapsamlı bir eşgüdüm, Sudan’ın güvenliğinin sağlanması, Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu bölgelerinin istikrara kavuşturulması ve İsrail ile bölge aktörlerine yeni stratejik erişim alanları kazandırılması açısından kritik bir rol oynayabilir.
Sonuç olarak Sudan, İsrail için artık marjinal bir sorun değil; güvenlik, caydırıcılık ve bölgesel nüfuz açısından belirleyici bir sınav niteliğindedir.
İsrail, diplomatik ve askerî araçlarını kullanarak bu tehdidi sınırlarının ötesinde yönetmek zorundadır; aksi hâlde İran eksenli vekil ağlarının Kızıldeniz koridorunu ve İsrail’in doğrudan güvenliğini ciddi biçimde tehdit etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Çeviri: YDH