"Şam surları içinde sönmeye yüz tutmuş Suriye ateşi, Amerika'nın eliyle harlanarak yeniden ortaya çıkıyor ve Lübnan’ı yeni bir vesayetle değil, iç savaşlar cehennemiyle tehdit ediyor."
YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan’da General Jozef Aun'un Amerikan ve Suudi desteğiyle cumhurbaşkanı seçildiği ve "Doha Anlaşması"nın fiilen sona erdirildiği varsayımsal bir gelecek senaryosunu işliyor. Yeni yönetim, Hizbullah ve müttefiklerini hükümetten dışlayarak "engelleyici üçte bir" kuralını yıksa da, Hizbullah’ın gücünü koruması ve ekonomik sorunların çözülememesi nedeniyle siyasi bir çıkmaza girildi. Amerikan-Suudi vesayeti altında kurulan bu yeni düzen, ülkeyi istikrara kavuşturmak bir yana, Suriye’den yükselen tehditler ve İsrail’in devam eden savaşı gölgesinde Lübnan’ı yeni bir iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.
General Jozef Aun'un Lübnan Cumhurbaşkanı seçilmesi, ülke tarihinde yeni bir sayfanın başlangıcını teşkil etti. Zira o, Amerikan ve Suudi vesayetinin fiilen desteklediği tek adaydı.
Ne var ki, İsrail'in başlattığı savaştan önce diğer siyasi güçlerin elinde bulunan siyasi manevra alanları, onun başkanlığa ulaşmasını garanti etmeye yetmemişti.
Bu manevra alanları, bir yanda Emel Hareketi ve Hizbullah ikilisinin, diğer yanda Özgür Yurtsever Hareket ve bazı bağımsızların itirazlarını içeriyordu.
Bu taraflar, Katar’ın doğrudan desteğiyle geniş kapsamlı bir manevraya girişti ancak ateşkes anlaşmasının ilanıyla tüm bu çabalar çöktü.
Sadece birkaç gün sonra Suriye rejimi şaşırtıcı bir hızla düştü ve bu olay, Lübnan’ın yeni bir dış politikaya boyun eğmesinde belirleyici bir rol oynadı.
Gözlerden uzak kalan bir buluşma için o günlerde Beyrut Uluslararası Havalimanı’na inen bir Suudi uçağı, General Aun'u Suudi Arabistan’a taşıdı.
Varışında onu esmer bir adam karşıladı ve kendini şöyle tanıttı: "Ben Divan’daki Güvenlik Danışmanı Prens Yezid bin Ferhan." İki adam araca binerek, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın kardeşi ve Savunma Bakanı Halid bin Selman’ın beklediği saraylardan birine doğru yola çıktı.
Birkaç saat içinde Aun, doğrudan ve net ifadeler işitti: Riyad, Washington ve diğer bölgesel taraflar, onun cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda uzlaşmıştı.
Konuşmalar genel nitelikteydi ancak Suudi tarafı, Katar girişiminin tamamen kapandığı, Meclis Başkanı Nebih Berri’nin ordu komutanının adaylığını benimseme yolunda olduğu ve diğer siyasi güçlerin gerekirse ABD ile koordinasyon halinde idare edilip zapturapt altına alınacağı konusunda Aun'a güvence vermeye istekli görünüyordu.
Aun, tartışmanın sadece oy sayısından ibaret olmadığını, seçilmesinin mümkün olan en geniş mutabakatı sağlaması için bir uzlaşının organize edilmesi gerektiğini biliyordu.
Aynı zamanda, toplantı sırasında bin Ferhan’ın Lübnan dosyasına dair derin bilgisini ima eden ayrıntılara kasten girdiğini ve bununla Suudi Arabistan’ın ordu komutanı hakkında çok şey bildiğini vurgulamak istediğini fark etti.
Aun ayrıca kesin Suudi "hayır"larını da dinledi: Yeni hükümette Hizbullah’a yer yoktu, Saad Hariri veya akımıyla herhangi bir ilişki kurulmayacak ve onun yeniden parlatılmasına imkân tanınmayacaktı; aynı şekilde Cibran Basil ve Süleyman Franciye’nin de ilk hükümette yeri olmayacaktı. Ancak daha sonra aktarılanlara göre, Başbakan Necib Mikati’nin ismine herhangi bir veto konulmamıştı.
Beyrut’a dönüşüyle birlikte Ordu Komutanı’nın Hizbullah ile yoğun ve hızlı görüşmelere başlaması ve Lübnan Kuvvetleri lideri Semir Caca ile yapılması zorunlu olan görüşme krizine bir çıkış yolu bulması gerekiyordu.
Aun, Suudilere, Caca aleyhte oy kullanmaya karar verse bile onu evinde ziyaret etmeyeceğini önceden bildirmişti.
Bunun üzerine Suudi tarafı, Yarze’deki Suudi Büyükelçisi’nin konutunda Aun ile milletvekili Strida Caca arasında, Lübnan Kuvvetleri'nin taleplerini dinlemek üzere bir görüşme ayarlanmasını önerdi.
Aun'un bazı danışmanları, Semir Caca şahsen katılmadığı sürece görüşmenin faydasız olacağını düşünse de Aun, Lübnan Kuvvetleri liderinin eninde sonunda geleceğini biliyordu ve nitekim öyle de oldu.
Toplantıda Caca, siyasi tarih dersi veren bir rolde -hükümette Lübnan Kuvvetleri için ağırlıklı bir pay ve Hıristiyan atamalarında temel bir rol- görünmedi; doğrudan pazarlığa girdi.
Ardından sözü Suudi arabulucuya yönelterek en önemli talebine geçti:
"Sizin huzurunuzda kendisinden, siyasi bir parti kurmaya çalışmayacağına ve çeşitli bölgelere dağılmış adaylar üzerinden parlamento seçimlerine girmeyeceğine dair taahhüt istiyorum."
Esasen Caca’dan hazzetmeyen Aun, yan bir cephe açma niyetinde değildi. Amerikalılara Hizbullah’ın silah dosyasının üç ay içinde kapatılabileceği sözünü verdiği ve Suudilere Hizbullah ile ittifaktan kaçınacağını vaat ettiği gibi, Caca’yı memnun edecek yeni bir taahhüt eklemekte de sakınca görmedi.
Lübnan siyasetinin dehlizlerinde tecrübesi az olsa da parlamento veya cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemlerinde ya da hükümet kurulurken iç güçlerin savurduğu vaatlerin doğasını gayet iyi biliyordu.
Onun asıl önemsediği, ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan cumhurbaşkanlığına ulaşmayı garanti altına almaktı; "güvenlik adamı" konumu ona tüm askeri ve güvenlik atamalarında üstünlük sağlayacaktı.
Dahası, bölgesel ve uluslararası denklemlerin yeniden şekillendiği bir dönemde cumhurbaşkanlığının, Lübnan’ın Araplar ve Batı ile ilişkilerine yeniden kan pompalamak için temel mecra olacağının farkındaydı.
Necib Mikati’nin başbakanlığa aday gösterilmesine karşı yapılan darbeden sonra gelişen olayları Aun ancak son saatlerde öğrendi.
Fikrin tamamen Fransa ve Suudi Arabistan tarafından tezgâhlandığı, Amerikalıların ise mevcut durumdan tamamen farklı bir imaj çizen bir hükümetin kurulmasına itiraz etmediği sonradan ortaya çıktı.
Aun'a kıyasla yerel siyasetin detaylarına daha hâkim olması beklenen Nevaf Selam da son dakika uzlaşılarına kapıldı; hem görevlendirme hem de kabineyi oluşturma sürecinde kendisine oy toplayabilmek için çeşitli taraflara vaatler verdi.
Cibran Basil ile anlaşmak ve ismin bizzat kendisi tarafından seçilmesi şartıyla Marada hareketinden bir temsilcinin girmesine veto koymamak (ki bunu Emel ve Hizbullah ikilisinden talep etmişti) bu vaatler arasındaydı.
Ancak Aun ve Selam, kabineyi oluşturma anında darbenin eksiksiz olması gerektiğini ve yeni yönetim formülünün öncelikle "Doha Anlaşması"nı havaya uçurmayı gerektirdiğini idrak etti.
Bu, "engelleyici üçte bir" fikrinin düşürülmesi anlamına geliyordu. O anda iki adam, bu üçte birlik payın, 2008 ile 2024 arasında kurulan tüm hükümetlerde dengeyi dayatmak için Hizbullah’ın kullandığı silah olduğunu anladı.
Dolayısıyla Hizbullah’ı küçültmek, hükümet içindeki varlık şeklini değiştirmekle ve onu siyasi sorun çıkarmayan bakanları kabule zorlamakla başlardı.
Ayrıca onu "engelleyici üçte bir"den mahrum bırakmak, fiili veya potansiyel müttefiklerinin de uzaklaştırılmasını zorunlu kılıyordu; böylece önce Özgür Yurtsever Hareket’in, ardından Marada Akımı’nın dışlanması kararı alındı. Ve böylece, "Doha Anlaşması’nın son kullanma tarihi doldu" kaidesi üzerine kurulu bir hükümet doğdu.
Daha sonra yaşananlar gösterdi ki, Amerikalı-Suudi vasi, alternatif olarak hazır bir reçeteye sahip değildi. Bu yüzden taraflar melez bir formülü benimsedi. Bir yandan Nevaf Selam, İsrail ile dış müzakere dosyasının kendisini ilgilendirmediğini, güvenlik ve askeri dosyaların da yetki alanı dışında olduğunu anladı ve bunlarla ilgili atamaları Cumhurbaşkanı Aun'a bıraktı.
İçişleri Bakanlığı’nda bile adaylar Selam tarafından değil, bizzat Aun tarafından getirildi; benzer durum diğer bakanlıklarda da yaşandı.
Ancak Selam için asıl sürpriz, yeni vesayetin, cumhurbaşkanının bazı yetkilerinin -teamülen de olsa- Aun'a iade edilmesine itiraz etmediğini keşfetmesi oldu.
Selam, işin özünü baştan kavrayamadığı için, Kerim Said’in Merkez Bankası Başkanı olarak seçilmesi sırasında bu durum kendisine zorla belletildi. Diğer dosyalar günlük idareye terk edilerek askıda kaldı.
Selam ekonomik ve mali dosyalarda bir duruş sergilemeye çalışsa da, Suudi düdüğünün sesi ikili arasında gerçek bir çatışmayı önleyecek kadar yüksek çıkmasaydı, aralarındaki görüş ayrılığının boyutu hızla ortaya dökülecekti.
Zamanla, ülkedeki değişimlerin ne Amerikalıların ve Suudilerin hayal ettiği ne de içerideki pek çok kişinin varsaydığı şekli aldığı herkesçe anlaşıldı.
Aniden, yüz günden kısa bir süre içinde, Hizbullah’ın çökmediği ve ötekileştirilen güçlerin siyasi ve toplumsal sahnenin kalbinde hâlâ güçlü bir şekilde var olduğu ortaya çıktı.
Tartışmalar belediye seçimleri zamanı gelene kadar bu minvalde sürdü; işte o noktada, bir yanda vesayet tarafları, diğer yanda Cumhurbaşkanı Aun ve Başbakan Selam, ülkedeki siyasi temsilin doğasının savaştan önceki durumdan hiç değişmediğini idrak etti.
Buna binaen, yeni yönetim formülünün daha büyük bir korumaya ve tamamen farklı türde bir inisiyatife ihtiyaç duyduğu netleşti.
Herkes ulusal sorunları tartışma masasına yatırmaktan büyük bir çekince duyarken, Amerikalılar ve Suudiler için sorunu tek bir maddeye indirgemek en kolayıydı: Hizbullah’ın silahı. Bu durum, Direniş karşıtı tüm siyasi güçlerin işini kolaylaştırdı.
Lübnan Kuvvetleri ve İlerici Sosyalist Parti gibi güçlerin yanı sıra bağımsız Sünni şahsiyetler ve Değişim bloğu, kendilerini büyük bir kafa karışıklığı içinde buldu; çünkü Lübnan’daki yeni yönetim formülüne dair soruya verecek bir cevapları yoktu.
Böylece herkes silahsızlandırma oyununa dahil oldu ve bu mesele, iç bölünmenin temel başlığına dönüştü.
Tüm bu süre zarfında Hizbullah, hasar sınırlama politikası izledi ve ilk günden itibaren, İsrail savaşının devam ettiği bir ortamda Direniş’in durumunu, teşkilatını ve kapasitesini yeniden düzenlemekle meşgul oldu.
Savaşın doğrudan ekonomik kayıplarından kaynaklanan muazzam baskılara, yaklaşık beş bin ailenin Şehitler Vakfı'na katılmasına ve binlerce kişinin yaralı tedavi programına girmesine rağmen Parti, stratejik planına zarar verebilecek bir iç tartışmaya girme niyetinde değildi.
Böylece Hizbullah, "Lübnan’da hangi yeni yönetim formülü?" sorusuyla yüzleşmekten de kaçındı.
Pratikte, Lübnan üzerindeki tam kapsamlı Amerikan-Suudi vesayet döneminin başlamasından bir yıl sonra ülke bir yol ayrımında duruyor.
Mevcut yönetim formülü üzerinde fiili bir uzlaşı yok, ekonomik ve mali sorunların çözümüne dair bir ufuk görünmüyor, İsrail savaşı ise ileriye doğru adımlar atıyor.
Tüm bunların ötesinde, en büyük tehlike Doğu’dan baş gösteriyor: Şam surları içinde sönmeye yüz tutmuş Suriye ateşi, Amerika'nın eliyle harlanarak yeniden ortaya çıkıyor ve Lübnan’ı yeni bir vesayetle değil, iç savaşlar cehennemiyle tehdit ediyor; ki İsrail, Direniş’e karşı yürüttüğü savaşın yeni turunun başarısı için bunu zorunlu bir adım olarak görüyor.
Çeviri: YDH