Zalmay Khalilzad: Türk-Batı İlişkilerinin Geleceği

img
Zalmay Khalilzad: Türk-Batı İlişkilerinin Geleceği YDH

Bu makale, ABD Hava Kuvvetleri’ne bağlı RAND adlı düşünce kuruluşunun Türkiye, ABD ve AB ilişkileri üzerine yaptırdığı bir ortak çalışmanın 5. bölümüdür. Şu an ABD’nin Bağdat büyükelçisi




YDH- Bu makale, ABD Hava Kuvvetleri’ne bağlı RAND adlı düşünce kuruluşunun Türkiye, ABD ve AB ilişkileri üzerine yaptırdığı bir ortak çalışmanın 5. bölümüdür. Şu an ABD’nin Bağdat büyükelçisi olarak görev yapan Zalmay Khalilzad tarafından yazılan bu bölümün çevirisi arkadaşımız Tuba KARASU tarafından yapıldı.

 

Türkiye Batı İlişkileri İçin Stratejik Bir Plan

Soğuk Savaş dönemi süresince Türkiye, Batı ittifakının en önemli kollarından biriydi. ABD, Batı Avrupa ve Türkiye NATO üyeleri olarak Sovyetlerin genişlemesine muhalif bir bakış açısında ittifak etmişlerdi. O dönemde esen bu ortaklık rüzgârı, yalnızca bu konuda değil, bu ülkelerin nelere karşı olup neleri koruyacakları konularında da kendini hissettiriyordu. Sovyet Birliği’nin içerdiği önem de bu ilişkilere çok açık bir yön vermekteydi. Ancak Soğuk Savaş döneminden sonra bu ittifak havası yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bu çalışmada da belirtileceği gibi Türkiye, Batı’nın çıkarları açısından büyük bir önem arz etmektedir. Bu yazıda Türkiye ve Batı açısından büyük öneme sahip olan dört genel konu ele alınıp, tanımlanacaktır. Bunlar şöyle sıralanabilir, Türkiye için; Enerji sahalarının güvenliğinin sağlanması, kitle imha silahları ve füze saldırılarını engellemek ve Batı Avrupa için ise; Rusya’yı kontrol altına almak ve bağlantı kurmak yoluyla eski müttefikliği sağlamak ve buna ek olarak Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonu.

 

Soğuk Savaş’ın sonuçları

 

Türkiye Sovyet gücünün kontrol altına alınması konusunda çok önemli bir rol oynamıştır. Türkiye 24 Sovyet bölümünün bir arada kalmasını sağlamış ve Moskova’nın NATO’ya[1] karşı başlatmaya karar verdiği savaşı engellemiştir. Türkiye ayrıca Batı için Sovyetlerde, bu bölgede belirlenen tüm silah kontrol anlaşmalarını ve askerî gelişmeleri yakından takip etmesini sağlayacak olan bir platform kurulmasını sağlamıştır. Tüm bunlara rağmen Batı’dan gelen destek olmadan Sovyet tehdidiyle başa çıkamayacağını anlayan Ankara, ABD ve anahtar konumdaki Avrupalı Batılı güçlerle çok yakın çalışmıştır.

 

Bu arada Batı Almanya ve ABD, Türkiye’nin Batı stratejisindeki büyük önemi hakkında hemfikirdi. Aynı fikre sahip olmasından dolayı Capitol Hill (ABD Kongresi) de Türkiye’ye destek ve yardım göndermiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın bitişiyle birçok stratejik öncelikle birlikte jeopolitik öneme sahip olan bölgeler değişmiştir.

 

Soğuk Savaş öncesi Avrupa’daki endişeler hep NATO’yu Doğu Avrupa’ya doğru büyütüp doğuda olan güvenli atmosferi koruyabilmek ya da Avrupa’daki uluslarla politika, ekonomi ve güvenlik konularında anlaşarak yeni bir Avrupa inşa edebilmek hakkındaydı. Körfez Savaşı’ndaki rolü –İncirlik’in Amerikan üssü olarak kullanılmasına izin verme ve Irak’a uygulanan ekonomik ambargoyu destekleme- Türkiye’nin bu dönemde ABD stratejilerindeki önemini çok açık bir şekilde göstermektedir. Ancak bu dönemden sonra bazıları Türkiye’nin öneminin azaldığını savunmakta, bazıları ise Soğuk Savaş[2] döneminde Almanya’nın oynadığı rol kadar önemli olacağını savunmaktadır.

 

Tüm bunlara rağmen son yıllarda Washington’un Türkiye’nin önemi üzerine söyledikleri ile karşılıklı güvenlik ilişkisinin gerçek yüzü arasında çok büyük bir fark bulunmaktadır. Aslında Washington ve Ankara arasındaki güvenlik ilişkileri, özellikle Capitol Hill üzerinde, her geçen gün daha da karmaşıklaşmaktadır. Sonuç olarak Türkiye ve ABD arasındaki güçlü stratejik ortaklığa muhalif güçler artmaya devam etmektedir. Washington Amerikan askerî araç gereçlerinin satın alınması konusunda Türkiye’nin önüne sürekli engeller çıkarmakta, bu da Ankara’nın kendisini askerî ambargo altında görmesine sebep olmaktadır. Zaten askerî ilişkiler, İncirlik’teki ABD hava kuvvetlerinin Türk- Batı İlişkileri Hakkındaki Stratejik Plan 81‘de (A Strategic Plan For Western Turkish Relations 81) de gösterdiği problemler gibi sürekli tartışmaya açık bir konumdadır. Türkler bazen güvenlik ilişkilerinin gidişatından duydukları memnuniyetsizliği göstermek için, ABD pilotlarının çalışmalarını kısıtlamakta, hatta bazen İncirlik’e gidecek bazı ekipman ve ihtiyaç maddelerini alıkoymaktadır. Türkiye ayrıca askerî binaların yenilenmesi ve yeni binaların inşası için gereken izin sürecini yavaşlatmış, bazen de Irak üzerinden uçuşları bile kısıtlamıştır.  Körfez Savaşı’ndan sonra da ABD’nin kendi savaşları için Türk merkezlerini kullanması konusunda çok istekli davranmamıştır.

 

Sovyet tehdidinin ortadan kalmasından bu yana Türkiye’nin anahtar Avrupa ülkeleri ve ABD ile yapacağı güvelik ortaklığı eski önemini yitirmiştir. Türkiye artık Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu muazzam tehlike ile karşı karşıya değildir. Bu olaylardan sonra Türkler arasında milliyetçilik artmıştır, ayrıca Türkler ABD’nin servetini ve sınırlarını hangi amaçla kullandığı konusunda daha hassas hale gelmişlerdir.[3]

 

Türkiye’nin bu tür milliyetçi tavırları Batı’yla yapılacak olan “üçlü” stratejik ortaklık planını da karmaşıklaştırmıştır. Devam eden bu milliyetçi ideolojik kutuplaşmalar ve Kürt sorunu sebebiyle Türkiye büyük bir istikrarsızlığa doğru sürükleniyor gibi görünebilir. Tüm bu gelişmeler sonucunda gözlemciler; Batı’nın bazı ulusal trendlerin olumsuzluklarını tersine çevirerek Türkiye ile ortaklık ilişkilerini devam ettireceğini savunmaktadırlar.[4]

 

Bir çok gelişme de çok daha olumlu bir düzlemde seyretmektedir. İslami akım uyanmış, PKK çok büyük yenilgiler almış ve Ankara’da kurulmuş olan istikrarlı koalisyon politik ve ekonomik bir çok reform için olumlu bir atmosfer oluşturmuştur. Bu olumlu hava Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkilerine de yansımış, böylece 1999’daki Helsinki Zirvesi’yle Türkiye’nin AB adaylığına karar verilmiştir. Bu gelişmeler yanında ABD ile olan ilişkiler de gelişerek ticaret ve yatırım alanlarında çeşitlenmeler göstermiştir.

 

Tüm bu gelişmelere rağmen Türkiye, Batı Avrupa ve ABD arasındaki üçlü ilişkiler hala belirli bir istikamete sahip değildir. Bu belirsizlik yeni bir stratejik ortamda bu üçlünün önemli olaylar karşısında alacağı tavırlar konusunda kendini göstermektedir.

 

ABD, Batı Avrupa ve Türkiye arasındaki stratejik ortaklık unsurları

 

Acaba önümüzdeki 50 yıl içinde bu üçlü ortaklığa belirli ve güçlü bir yön verebilecek ve bu ortaklığı şekillendirebilecek hedefler var mı? Bu hedefler Amerikan silahlı güçleriyle olan ilişkileri canlandırabilir mi?

 

Bizim analizlerimiz ileriki yıllar için sağlam ve müşterek ilişkilerin temelini kuvvetlendirecek birkaç çözüm önermektedir.

 

Enerji Sahaları Güvenliği

 

Üçlü ortaklığın kurulması için bir hedef olarak belirlenebilecek husus; petrol açısından zengin İran Körfezi ve Hazar Havzası'ndaki enerji kaynaklarının güvenliğinden emin olmak olabilir. İran Körfezi dünya üzerindeki tüm petrol rezervlerinin yüzde 65’ine sahiptir, ancak doğal gazı tercih ettiğinden çok büyük bir oyuncu sayılmamaktadır. Hazar Havzası ise tüm petrol rezervlerinin yüzde 3’üne ve dünyadaki doğal gaz kaynaklarının yüzde 12’sine sahiptir.[5]

 

Dünya petrol ihtiyacını karşılama açısından İran Körfezi çok önemli bir bölgedir. Asya ülkelerinin, özellikle Çin ve Hindistan, büyüyen tüketim miktarı üzerine İran körfezine olan bağımlılık da sürekli artacaktır. Ayrıca Batı da tüketimin artması sebebiyle bu bölgeye bağımlı kalmaya devam edecektir. Şu an itibariyle 2015 yılına kadar ABD ve Batı Avrupa’da yıllık enerji tüketimi artışının yüzde 1,3 civarlarında olması beklenmektedir. 2015 itibarıyla da Kuzey Amerika petrollerinin yüzde 34’ü bu körfezden gelecektir. Bu oran Batı Avrupa’da ise yüzde 40 civarlarında olacaktır. Her ülkenin Körfez’e olan bu bağımlılığı farklı seviyelerde olsa da azalan rezervlerden dolayı petrolün fiyatı hepsi için yükselecektir.

 

Şu an ABD ve Batı Avrupa ekonomilerinin 1970’lerde olduklarından daha fazla hizmet sektörü tabanlı olması sebebiyle petrol kaynaklarındaki herhangi bir kesinti sonucu karşılaşacakları zarar, 1973-74’teki Arap petrol ambargosunda yaşadıkları kadar büyük olmayacaktır. Üstelik şu an ABD ve Avrupa’daki birçok ülkenin herhangi bir kesinti ya da ambargonun etkilerini azaltacak stratejik petrol rezervleri bulunmaktadır. Ancak zayıf yönetimlere ve güçsüz ekonomilere sahip olan ülkeler bunlar kadar rahat olamayacak ve bu tür bir sıkıntıdan çok daha ağır yaralar alacaklardır. Bununla beraber Körfez’deki herhangi bir kesinti, petrol fiyatlarını dramatik bir şekilde yükselterek Asya ve Avrupa ekonomilerine büyük zararlar verecektir. Ancak çıkarımının çok kolay olması sebebiyle İran Körfezi gelecekte de enerji sahaları güvenliğinin anahtar noktası olmaya devam edecektir.

 

Tüm dünya Körfez’deki petrol güvenliği ile ilgili iki potansiyel tehlikeyle karşı karşıya gelebilir; dâhilî ya da bölgelerarası karışıklıklar sebebiyle petrol kaynaklarında meydana gelebilecek olan kesintiler ve düşman gücün bölgedeki baskınlığı bu cümledendir. Bu tür kesinti problemleri birçok felaket senaryosunda rol alabilir. Örneğin, İran ya da Irak’ın Körfez İşbirliği Örgütü üyesi ülkelerin şehirlerine saldırması; WMD kullanan ana petrol tesislerine saldırılar; petrol üretim bölgeleri de dâhil olmak üzere Suudi Arabistan’da meydana gelebilecek bir iç karışıklık; ya da petrol ana üretim tesislerine bir terörist saldırısı.

 

Ayrıca Körfez’deki petrol rezervleri baskın gelen düşman bir güç tarafından da kesilebilir. Düşman güç, petrolden sağladığı kazancı askerî güçlerini artırma ve daha büyük bir güç haline gelme amacıyla meydan okuma aracı olarak kullanabilir. Ayrıca petrolü politik meselelerde söz sahibi olabilmek, teknolojisini geliştirmek ya da ortaklarını yok etmek için bir şantaj aracı haline getirebilir.

 

Geçmişte İran ve Irak burada bölgesel hegemonya kurmaya çalışmıştı. Şu an ikisinin de bu gibi arzuları devam etmektedir. Ancak bölgede ABD’nin askerî varlığı ve her iki ülkenin eşit güce sahip olması nedeniyle İran ya da Irak’ın bölgeye egemen olma olasılığı uzak görünmektedir. ABD ülkeyi terk etmese bile terörizm ve Körfez İşbirliği Örgütü (KİÖ) üyesi ülkelerin şehirlerine karşı saldırılar da petrol rezervlerini hedeflemektedir. Körfez enerji kaynaklarını korumak için Türkiye, Avrupa ve ABD’nin ortaklaşa oluşturduğu yöntemler sadece küçük tehditlerle başa çıkmayı değil KİÖ şehirlerinin İran ve Irak tarafından olası işgalini de önlemelidir.

 

Şu ana kadar ABD kendini İran Körfezi’nin koruyucusu olarak görmekte ve bu bölgelerdeki kaynaklara yapılacak saldırıları engelleme hususunda kendisini sorumlu saymaktaydı. Bu sebeple ABD, askeri güçlerini KİÖ şehirleri ve çevrelerine yerleştirmiştir. Ancak bölge savunmasındaki orantısız Amerikan ağırlığı bu şekilde sürdürülemez. Zaten bu sorumluluğun dağılım oranı eskiden beri müttefikler arasında hep bir uzlaşmazlık konusu olmuştur. Türkiye ve Batı Avrupalı uluslar, İran Körfezi’ndeki petrole Amerika'dan daha fazla bağımlı oldukları için, belki de ABD bu ülkelerden bölgedeki rezervlerin korunması konusunda daha etkin bir çaba beklemektedir.

 

Körfez, gelecekteki enerji sahalarının güvenliği açısından önemini muhafaza ederken, Hazar Havzası’nın oynadığı kritik rol de asla göz ardı edilmemelidir. Körfez’le karşılaştırıldığında daha az petrole sahip, çıkarma masrafları çok daha fazla olan ve çok yüksek ihraç fiyatlarına sahip olan bu bölge; çıkarılan kaynakların çeşitliliği açısından çok önemlidir. Türkiye’nin kendi enerji sahalarının güvenliği düşünüldüğünde ise bu bölge daha da önem kazanmaktadır. Eğer Türkiye’nin bu bölgeden gaz ve petrol ihraç etme planları gerçekleşirse, Ankara Hazar Havzasına daha fazla bağımlı hale gelecektir.

 

Bu planın anahtar noktası, Hazar petrolünü ve gazını Türkiye üzerinden geçirecek olan Bakü-Ceyhan boru hattını inşa etmektir. Amerika ve Türkiye bu projeyi açıkça destekleyen ülkelerdir. Ancak ne Türkler ne Amerikalılar ne de Batı Avrupalılar bu hattın kurulması konusunda hiçbir zaman ciddi davranmamışlardır. Bu konuda inisiyatif tamamen özel sektöre bırakılmıştır; ancak teklif edilen enerji firmaları da piyasalardaki belirsizlikler yüzünden isteksiz davranmaktadır. Eğer böyle devam ederse, bu boru hattının hiçbir zaman bitmeyeceği aşikardır.

 

Bu proje Türkiye’nin bölgesel önemini artıracağı, ihracat yapan ülkeleri Batı’ya yönlendireceği, bu ülkelerin Rusya’dan bağımsızlıklarını pekiştireceği, İran ve Hürmüz Boğazı’na (eğer gelecekteki kaynaklar ‘ucuzluk’ kaygısıyla Hazar Bölgesinden İran’ın körfez kıyılarına kaydırılırsa) artan güveni düşüreceği ve Karadeniz ile İstanbul Boğazları’ndaki tanker trafiğinin oluşturduğu çevresel riski azaltacağı için yani jeopolitik sebeplerden dolayı desteklenmektedir. Bütün bu sebepler dikkate alındığında; ABD, Batı Avrupa ve Türkiye, Türkiye üzerinden geçecek olan Bakü-Ceyhan petrol boru hattını desteklemeli ve bu hattı ucuz; ancak stratejik açıdan önemsiz olan diğer alternatiflerinden daha çekici hale getirmelidir. Bu yatırım jeopolitik açıdan açıklanabileceği gibi Türk, Avrupa ve Amerikan ortaklığı için atılan ilk adım olarak da tanımlanabilir.

 

Türkler etnik bağlardan ve coğrafi yakınlıktan dolayı Hazar Havzasını zaten önemli bir konumda görmektedir. Bu bölgeye olan enerji bağımlılıkları ise buranın önemini çok daha artırmıştır. Tüm bunların yanında Hazar Havzası da dâhilî faktörler ve bölge dışı müdahaleler sebebiyle çok istikrarlı bir bölge sayılmamaktadır.

 

İran Körfezi’nden gelen enerji kaynaklarını korumak için Ankara’yla çalışacak olan Batı, işbirliği sağlama ve Hazar Havzası’nın ülke açısından önemi açılarından Ankara’nın çıkarlarına çok dikkat etmelidir. Eğer Türkiye, ABD ve Batı Avrupa arasındaki ortaklık yeniden canlandırılırsa, Türkiye stratejik açıdan daha önemli bir ülke olacaktır. Ancak Türkiye’nin kendi çıkarları açısından önemli olan Hazar Havzası’nı es geçip, enerji kaynaklarının korunması denkleminde büyük bir rol oynaması gerçekdışı görünebilir.

 

Türkiye, hem Hazar Havzası hem de İran Körfezi’nde güvenliği sağlama açısından çok önemli bir coğrafyada bulunmaktadır. Zaten Türk askeri servisleri bu iki bölgede de güçlerini hissettirecek şekilde konumlanmışlardır. Örneğin, İran Körfezi’nde ve Hazar’da enerji kaynaklarının bulunduğu bölge İncirlik’e 1000 mil uzaklıktadır.

 

Türkler, Avrupalılar ve Amerikalılar arasında enerji sahaları güvenliği üzerinde yapılacak olan anlaşma, bu ülkeler arasındaki ilişkiye çok açık, stratejik bir istikamet verecek, bu problemi  hep beraber çözebilmek için planlar ve sürekli geliştirilecek olan yöntemlere odaklanmalarını sağlayacaktır. Bu tür bir anlaşma ayrıca enerji sahaları güvenliği ile ilgili bir misyona ihtiyaç duyan güçlerin seçilmesinde ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin varlığına ve hizmetlerine ihtiyaç duyacakları koşulların belirlenmesi için bir temel sağlar. Bu tür gelişmeler komşu bölgelerdeki ABD askerî güçlerinin varlığında bir esneklik oluşturabilir. Örneğin,  Türk merkezlerine giriş KİÖ ülkelerindeki asker sayısını düşürebilir.

 

Kitle İmha Silahları ve Füze Tehlikesini Engellemek

 

Batı Avrupa, ABD ve Türkiye’nin balistik füzeleri ve WMD’lerih (Kitle İmha Silahları) çok hızlı artışını engelleme konusunda paylaştıkları ortak bir görüş bulunmaktadır.

 

Türkiye’ye komşu bölgeler, küresel sistemlere karşı en büyük meydan okumalardan birini sergilemektedirler. Füze ve WMD’lerin üretim oranı bu bölgelerde gittikçe yükselmektedir. MTCR (Füze Teknolojisi Kontrol Sistemi) bu artışın önüne geçememektedir. Irak, İran, Suriye, Suudi Arabistan ve söylentilere bakılırsa Ermenistan zaten balistik füzelere sahip olan ülkelerdir.[6] İran gibi birçok ülkenin de nükleer silah ve uzun menzilli füze çalışmaları yapmaktadır.

 

Çöl Fırtınası’ndan beri balistik füze ve WMD’lere sahip olmak çok daha çekici bir hale gelmiştir. Irak’ın sahip olduğu füzeler Saddam Hüseyin’in ABD ve İsrail üzerinde büyük bir manivela gücü elde etmesini sağlamıştır. ABD, Çöl Fırtınası sırasında Irak’ın mobil füzeleriyle baş etmekte bir hayli zorlanmıştır. Bazı ülkeler bu yolla ABD’ye meydan okuyor gibi görünseler bile aslında bu olanaklar sayesinde ABD’nin kendilerine maddi ve manevi yollarla güç kullanma olasılığını azalttığını düşünmektedirler. Bazıları da bu tür olanakların (ABD avantajlarını en aza indirecek ya da yok edecek ucuz teknolojiye yatırım yaparak) zayıf olan düşman ülkelere ABD ila yarışma şansını verdiğine inanmaktadır.[7]

 

Bu arada İran-Irak, Pakistan-İran, Suudi Arabistan-İran, Suriye-Türkiye ve İsrail ile birçok Ortadoğu ülkesi arasında bulunan rekabet de oldukça önemlidir.[8] Bu ülkelerden bazıları füzelerin ve WMD’lerin, rakiplerinin avantajlı konumlarına zarar vererek herhangi bir savaşın sonucunu etkileyebileceğini düşünmektedir. Füze ve WMD’lere olan bu yoğun ilginin diğer bir sebebi de sürekli yenilenen geleneksel güçlerin harcamalarındaki artışlardır. Birçok potansiyel düşman ülke bu tür sorunlarla karşılaşmaktadır.

 

Gelecekte bu konunun önemi artacaktır. Öncelikle, Türkiye düşman hükümetler tarafından üretilen füzelerin saldırılarına açık olması, Ankara’nın bu saldırıları Batı ile işbirliği yaparak ya da kendi füzelerini ve caydırıcı güçlerini kullanarak durdurma isteği artmıştır. Türkiye füze saldırılarında korunmanın yolları ile ilgilendiğini açıklayarak, ABD ve İsrail’in de içinde bulunduğu ana müttefiklerle füze korunma teknolojileri ve yapıları hakkında çok detaylı görüşmeler yapmıştır. Ayrıca Türkiye kendi kısa menzilli füzelerini dizayn edip üretmeye başlamış ve uzun menzilli sistemleri geliştirmek için de çalışmalara başlamıştır. Türkiye’nin korunma çabalarına karşı kendi misilleme olanaklarını geliştirme arzusu, ABD ve NATO ile olan ilişkilerinin stratejik sağlığına bağlı olacaktır. Ankara, nükleer boyut da dahil olmak üzere kendi sınırları içerisindeki değişik soğuk savaş risklerine karşı NATO’dan garanti almaya çalışmaktadır.

 

İkinci olarak, Türkiye şu an WMD ve füze saldırılarına karşı NATO’nun güvencesi altındadır. Bunun yanında Batı Avrupa şehirleri, Avrupa’nın güneyinden gelecek olan düşman saldırılarına maruz kalma gibi bir tehlike yaşamaktadır ve er ya da geç Avrupalılar anayurtları hakkında endişelenmeye başlayacaklardır. Bu değişim önümüzdeki on yıl içinde gerçekleşebilir.[9] Avrupa’nın Ortadoğu’dan gelecek olan füze ve WMD saldırılarına açık olması çok vahim sonuçlar doğurabilir. Eğer düşman yönetimler İstanbul, Roma, Paris, Berlin ve Londra’yı kuşatırlarsa; Avrupalıların, Amerikalıların ve Türklerin enerji sahalarının güvenliği gibi ortak çıkarlarını korumak için işbirliği yapabilme özelliği ortadan kalkabilir.[10] Saldırganlar Türklerin ve diğer batılı müttefiklerin Kuveyt ve Riyad’la ticaret yapamayacağını çok iyi biliyor olabilirler. Kuzey Amerika ülkelerinde herhangi bir saldırı olanağı bulunmamasına rağmen ABD’nin tek taraflı askeri hareketleri misilleme olasılığını artırabilir. En azından batılıların da karıştığı bir misillemenin sonuçları NATO üyeleri (özellikle Türkiye) ile yapılacak olan işbirliği tartışmalarını alevlendirebilir. Ve son olarak da uzun bir dönem içerisinde ABD şehirleri, Türkiye  yakınlarından atılacak olan füzelerle saldırıya açık bir hale gelebilir.

 

Müttefikler arasında Türkiye ile ABD, füze ve WMD’lerin Türkiye’ye komşu ülkeler arasında yaygınlaşmasından endişe duymaktadırlar. Bu sebeple alarma geçmişlerdir. Ancak Avrupalıların algısı bu iki ülkeden çok daha farklıdır. Avrupalılar genel olarak en yeni sistemlerin menzilleri de dahil, bu problemin çok da önemli olduğunu düşünmemektedirler. Bu tavır, İran gibi ülkelerin füze kapasitelerinin artması ve Avrupa’nın bu füze saldırılarına açık hale gelmesiyle değişebilir.

 

Bu tehlikenin gerçek olarak algılandığı yönünde bazı işaretler vardır. Örneğin, NATO’nun yeni stratejik kavramları üye ülkelerde hissedilen füze tehdidini vurgulamaktadır. The Defense Group on Proliferation, the Senior Group on Proliferation ve the WMD Center gibi ortak komisyonlar kurulmuştur. Misyon geliştirme planları ve operasyon konseptleri gibi konular hakkında önemli çalışmaların yapılması gerekmektedir. Şu an ABD bu konu hakkında ciddi bir efor sarf etmektedir. Avrupa’da da çok katmanlı füze koruma sistemleri ile ilgili çalışmalar başlamıştır. Ancak bu silahların artış riskine karşı askeri bakış açısından rahatsız olan Avrupalılar sebebiyle NATO yeterince hızlı hareket edememektedir. Ankara’daki güvenlik yetkilileri aynı rahatsızlığı paylaşmamakta, bu konuda Avrupalılardan farklı düşünmektedirler.

 

Türkiye sadece kendi savunmasında değil; ABD, Avrupa, İsrail, Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin eşgüdümlü gruplarının bir parçası olması sebebiyle bu ülkelerin savunmasında da önemli bir rol oynamaktadır. Kendi güvenliği, ABD güçlerinin ve komşu bölgelerin korunması için bu ülkede füze savunma sistemleri kurulmalıdır. Bunların en iyisi, atılan füzeleri de düşürme kapasitesine sahip olan Boost Phase Intercept’tir. Avrupa’da füze korunma teknolojisinin bir parçası olan erken uyarı sistemleri, Türkiye ve bazı Ortadoğu ülkelerine yerleştirilmelidir. Ayrıca hedefi Batı Avrupa olan uzun menzilli füze saldırılarını engellemek için geliştirilen bazı sistemler de Türkiye’ye yerleştirilebilir. NATO ve oluşturulan BM güvenlik kurumlarının da desteklediği Türk savunmasına sıcak bakan bir anlaşma da düzenlenebilir.

 

 Rusya’yı “kontrol altına alma”

 

Rusya’nın geleceği şu an çok belirsiz görünmektedir. Rusya ABD, Avrupa Ve Türkiye için ne bir müttefik ne de bir düşman sayılabilir. Bu ülkenin geleceğini şekillendirecek olan politik, ekonomik ve askeri güçler hem yararlı hem de fazlasıyla zararlı etkiler içeren birçok sonuç üretebilirler. Demokratik bir ülke olması hasebiyle, Rusya’nın diğer demokratik güçler gibi genel bir ortaklık stratejisi izlemesi beklenmektedir. Bu ülke daha demokratik bir hale gelip bölgesel barış ve istikrara katkıda bulunabilecek yapıdadır. Ancak bu demokratikleşme sürecinin süresi uzayabileceği gibi bu sürece daha agresif bir Rus milliyetçiliği de eklenebilir. Kosova Krizi ve Çeçenistan saldırılarının ardından bu olasılıklar daha belirgin bir hal almışlardır.

 

Bunların dışında Rusya ulusal bir kriz yaşayabilir ve bir dağılma sürecine girebilir. Çeçenistan’daki çatışmaların açıkça gösterdiği gibi ülkedeki bazı bölgeler merkeze çok kızgın durumdadır. Şu an ülke, içinde demokratik tabanlı bir liderlik olmadığı için merkezkaç kuvvetini güçlendirecek ve dağılmalara sebep olacak  bir çok politik ve sosyal problemle yüzleşmektedir.

 

Bir başka sonuç, güçlü bir otoriteye sahip liderlik olasılığıdır. Böyle bir olasılık kaybedilen imparatorluğu (en azından bazı formlarını) canlandırma isteğine sebebiyet verebilir ya da ABD, Avrupa ve Türkiye’ye düşman bir siyasetin izlenmesine neden olabilir.

 

Rusya’daki bir çok vatandaş, ABD’nin süper-güç olarak sürekli baskıcı davranışlar sergilediği uluslar arası sistemden hiç de memnun değildir. Zaten şu an var olan sistemi Rusya’nın önemli bir yer teşkil edeceği çok kutuplu bir başka sistemle değiştirme düşüncesi bu ülkenin açıkça belirttiği siyasi bir projedir.

 

Rusya’nın agresif ve yayılmacı bir tutum sergilemesi, Hazar Havzası’nı onun hedefi haline getirmiştir. Çeçenya’daki savaşın ertesinde Azerbaycan, Gürcistan ve Orta Asya bölgelerinde Rus tehdidi çok önemli bir tehlike haline gelmiştir. Bu ülkelerden bazıları iç istikrarsızlık ve Rus manipülasyonlarına açık olma gibi bir dizi problemle karşı karşıyadır. Rusya’nın Hazar Havzası ve Orta Asya’da genişlemesi, Türkiye ve Batı çıkarları açısından çok büyük bir problem teşkil edecektir.

 

Rusyanın geleceği belirsiz olduğu müddetçe, bu ülkeyi ne tamamen kontrol etme, ne de bu ülkeyle birleşme Moskova için uygulanacak yeterli bir stratejidir. Birleşme -engagement- politikası ekonomik, politik ve askeri bağlantıların Rusya’yı daha işbirlikçi bir demokrasiye döndürmesi ya da en azından bazı temel çıkarlarda ortak bir noktada buluşulması isteğine dayanır. Bu bir varsayımdır. Birleşme politikası Rusya’yı potansiyel olarak daha tehditkar bir düşman (rakip) haline getirebilir.

 

Ancak kontrole kaymak çok daha problemli gözükmektedir. Böyle bir strateji Rus- Batı ilişkilerinin olumlu bir yöne doğru gitme olasılığını göz ardı edip Rusya’nın eninde sonunda bir düşman olacağını varsayar. Kontrol etme, karşılıklı meydan okumalara ortam hazırlayacak çok tatmin edici bir strateji haline gelebilir.

 

Kontrol etme ve bağımlı hale getirme "containment and engagement" stratejileri Batının, Rusya’yı daha demokratik ve işbirlikçi hale gelmesi için desteklemesi aynı zamanda da bu ülkenin kendisine düşman olma ihtimalini engellemesi arasındaki dengeyi ayarlayamaz. Böyle bir strateji “kontrol altına alma-congagement”[11] olarak adlandırılabilir. Bu strateji Rusya’nın politik ve ekonomik reformlarını desteklerken bu ülkeyi uluslar arası sisteme entegre etmenin yollarını aramaya, aynı zamanda da yine Rusya’nın bu sisteme olası bir meydan okumasına karşı hazırlanmaya ve ülke liderlerini böyle bir hareketin zararlı sonuçları olacağına inandırmaya çalışır.

 

 Kontrol dâhilinde Rusya ile olan ekonomik, politik ve askeri ilişkilerimizi artırmalıyız. Ancak aynı zamanda ülkenin yurtiçi ve dışında sergilediği rahatsız edici tavırları kesinlikle eleştirmeli ve Moskova Batı’nın çıkarlarını tehdit ettiğinde, cevap vermek için hazır bulunmalıyız. NATO’nun genişlediği alanlar olan Doğu ve Orta Avrupa ile civarındaki bölgeler, Rusya’nın bir düşman haline gelip hegemonyasını kurmasını engellemek için çok ideal alanlardır. Bunlara ek olarak Rusya’nın potansiyel düşmanlığını engellemek için ABD, Avrupa ve Türkiye şu iki cephede hareket etmelidir:

 

İlk olarak Rusya’nın askerî gücünü artıracak herhangi bir hareket ve yardımdan kaçınmalıyız. Şu an yürürlükte olan ve Batı teknolojisine girişleri sınırlayan ABD ile müttefiki olan ülkelerin ihracat üzerindeki kontrolleri daha da güçlendirilmelidir. Bu konu Türkiye’nin askeri teknoloji kaynaklarını çeşitlendirmesi ve Rusya ile olan ilişkilerini daha kapsamlı bir hale getirmesi açısından, Ankara ile tartışılması gereken bir konudur.[12]

 

İkinci cephede ise, Rusya’nın Hazar Havzası’nda ve Ortaasya’da (ve belki de daha agresif bir tutumla Balkanlar ile Doğu Karadeniz’de) uyguladığı genişlemeci politikaya karşı durmak Türkiye, ABD ve Avrupa arasındaki siyaset ve savunma planlarının en önemli konusu haline gelmelidir. Bu bölgedeki potansiyel Rus tehtidiyle başa çıkma Hazar Havzası ve Orta Asya’daki devletlerle olan ilişkileri artırmak gibi birçok adım gerektirmektedir. NATO’nun bu bölgeler doğru genişlemesi gibi yeni ortaklık ilişkileri şu an hem gereksiz gözükmektedir hem de hiç pratik değildir. Özellikle vahşi operasyonlarla yürütülen Çeçenistan’daki savaşın hemen ertesinde, Azerbeycan, Gürcistan ve Özbekistan gibi anahtar ülkelerle askerî ilişkileri de kapsayan bir güvenlik ortaklığı yapmak çok akıllıca gözükmektedir. Ayrıca Ankara tarafından önerilen Kafkasya Paktı’nda belirtilen ülkeler arasındaki yerel anlaşmazlıkları ortadan kaldırıp, bunların arasında bölgesel işbirliğini artırmak da çok önemlidir.

 

Bu adımlar kendi içlerinde caydırıcılığı sağlama ve bölgesel istikrarı koruma konularında oldukça önemlidir. Ayrıca bu adımlar Rusya’ya uygulanması gerekli olan siyaseti sertleştirmede de yardımcı olurlar. Rusya’nın bu bölgede baskın güç haline gelmesi ABD, Türkiye ve Batı Avrupa’nın çıkarlarına uymamaktadır. Ancak ülkeye uygulanan “congagement” siyaseti Rus liderlerin bu düşüncelerini kuvvetlendirebilir. Eğer Rusya şu son uluslararası sistemle işbirliği yaparsa, Hazar Havzası gibi bölgelerde hegemenya kurmak yerine ortakığı geliştirmeye uğraşacak ve bu siyaset sayesinde daha demokratik hale gelerek karşılıklı işbirliği ve uyumu sağlamanın yollarını arayacaktır. Eğer Rusya bölgesel hâkimiyet konusunda ısrar eden düşman bir ülke haline gelirse bu siyaset containment’a kayabilir.

 

Rusya’nın Congagement’ı hem Türkiye’nin daha fazla katkıda bulunması gereken hem de Batı’nın güvenliği ve caydırıcılığı konularında çok güçlü bir menfaat konusudur. Ankara genişleme riski sebebiyle Rusya’nın Ortaklığının yenilenmesi konusunda, diğer NATO üyelerinden daha fazla endişe etmektedir. Moskova’yla yapılacak yeni bir soğuk savaş Avrupa ile karşı karşıya gelme yerine Rusya’nın güney sınırlarında oluşacak bir anlaşmazlık şeklinde karşımıza çıkabilir. Bu düşünce tarihin rolü de hesaba katılarak ortaya çıkar. Ankara Böyle bir riskle yalnız başına yüzleşmekten endişe etmektedir. Aynı zamanda Rusya’nın istikrarlı durması ve reformları Türkiye’nin çıkarları açısından çok önemlidir, çünkü Rusya Türkiye’nin artan enerji ihtiyacını karşılamak açısından çok önemli bir ekonomik ortaktır. Değişen Rusya’ya karşı geliştirebilecek stratejiler hakkındaki tüm öneriler Ankara ve Batılı güvenlik ortaklarıyla yapacağı işbirliği için anahtar hususlardır.

 

Türklerin Batı’ya entegrasyonunu derinleştirmek

 

Türkiye’yi Avrupa birliğine entegre etmek ABD Avrupa ve Türkiye arasındaki işbirliğinin stratejik geleceği için önemli bir meseledir. Çoğu Türk Batı’yla bağlantılarını sıkılaştırmayı ve AB ile ilişkilerini geliştirmeyi arzulamaktadır. ABD ise Türkiye’nin AB ye tam üyeliğini aşağıdaki gerekçelerle desteklemektedir:

 

• Atlantik aşırı bağlarını güçlendirmeyi arzulayan bir devletin AB ye entegrasyonu, uzun vadede AB-ABD ilişkileri için de olumludur;

 

• AB’ye girişe hazırlık süreci ve AB üyeliği Türkiye’nin kendi seküler gelişimi ve Batı tarzı demokrasiye sahip olması için olumlu bir adımdır;

 

• Bu, karşılığında Türkiye, ABD ve Avrupa arasında tartışılmakta olan stratejik işbirliğini geliştirecektir.

 

Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’nin üyeliğine stratejik bir bakış açısı mantığıyla bakıyor, halbuki AB üyeleri Türkiye’nin Avrupa’nın ekonomik, politik hatta kültürel düzenine uyum sağlayıp sağlayamayacağını düşünüyor. Türkiye’nin boyutu da bu meseleleri kızıştırmakta ve göstermektedir ki, Türkiye’nin üyeliği kolay olmayacak. Bu Türkiye-AB ilişkilerini üyelik noktasında durdurabilir. Veya AB’nin kendisi çeşitli hız ve seviyelere sahip ve Türkiye için daha çok seçeneği olan bir kuruma dönüşebilir. Türkler de, AB üyeliği alırken egemenlik hakkındaki birikimlerinden taviz verebilirler. “Üçgensel” açıdan bakıldığında kilit nokta, Avrupa’nın yollarının Türkiye’ye açık olduğundan emin olmak ve Türkiye’ye yasal Avrupa-Atlantik arası -Euro-Atlantic- bir yol sunmaktır. Ankara dışarıda bırakılmamalı. Avrupa ve Amerika Türkiye’nin komşuluğundaki meydan okumaya daha fazla odaklanmalı, Batı Türkiye’nin entegrasyonunun tamamıyla güçlendirildiğinden ve değiştirilemez olduğundan emin olmalıdır.

 

Çünkü Türkiye’nin entegrasyonu önemli, ABD Helsinki’nin Türkiye’nin adaylığı hakkındaki son kararına gerçek bir destek sağlayabilmesi için Avrupa’yı cesaretlendirmeye devam etmelidir. Eğer Helsinki’nin kararı boş ve anlamsız bir yoruma dönüşürse, bu Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerine de zarar verir ve Türkiye için diğer seçenekleri savunan Türklere güç kazandırır. Bu AB üyeliğini nasıl sürdürecekleri Avrupalılara kalmış ve önemli adımlar atarak buna ulaşmak da Türklere kalmıştır. ABD Türkiye’nin üyeliğini stratejik temellere dayandırabilir; fakat bütün bunların sonucuna karar vermek onun yetkileri arasında değildir. Washington’nun Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermemeye dikkat etmesi gerekirdi.

 

Türkiye’nin AB üyeliği Türkiye’yi Batı’ya entegre etme sorusunun en son cevabı iken, yakın gelecekte cevaplanması gereken bir takım sorular daha vardır. Türkiye, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği -European Security and Defense Identity (ESDI)- ve güç projesi düzenlemesi hakkında düşünmüştür. ABD Türkiye’nin dışlanmadığından emin olmak için AB ile çalışmalıdır. Savuma konusu diğer bazı mevzulara göre Türkiye ile AB arasında çok daha kolay çözülebilecek bir problemdir. Ama yakın bir gelecekte, savuma sorununu çözmek ve Türkiye’ye karşı yapılan ayrımcılığı engellemek için ABD’nin prensipleri düşünülmelidir. Türkiye dahi bu görüş açısından Avrupa ile ilişkilerini kilit bir nokta olarak Avrupa’nın Türkiye’nin entegrasyonu hakkında istekliliğini incelemelidir.

 

Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu yakından incelendiğinde bunun Türkiye-Batı ilişkileri dışarıdaki güvenlik bölgeleri açısından yapısalcı bir ayrışmayı destekleyeceği görülmektedir. Bu ayrım ayrıca ABD ile de iki taraflı bir şekilde uygulanmalıdır. Avrupa gelecek on yıl içinde kesin bir şekilde Türkiye’nin en önemli ekonomik partneri olacağı halde, ABD ile de ticaret ilişkilerini geliştirme seçeneği de olacaktır. Enerji sektörü şimdiden bu konuda lider konumunda gözükmektedir. Mesela, önemli bir yeni güç-jenerasyon alanı işletmesi. Daha zengin olan bir Türkiye, bir takım modern düzenlemeler yoluyla devletin dış yatırımlarını, daha ayrıntılı bir şekilde Avrupa tazıyla harmanlarsa ülkede Amerika ekonomisi için de daha çekici bir ortama sahip olabilir. Kısacası Türkiye’yi “büyük market” olarak geliştirmek için Washington’dan görünen daha Avrupaî bir Türkiye.

 

SONUÇ

 

Türkiye, Avrupa Birliği ve Amerika önemli ortak çıkarlara sahiptir: Enerji güvenliği, karşılıklı üretim, Rusya’yı “Kontrol altına alma” ve Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonu. Bu ortak hedefler daha hırslı bir “üçlü” ortaklığa sebebiyet verecektir. İlk adım olarak, Bakü-ceyhan hattı ve bunun gerçekleşmesi için ekonomik kaynakların ortaya çıkarılması için strateji geliştirilmelidir. Gelecek güvenlik ilişkiler, hedefler, stratejiler ve kurumlar bu üçü arasında organize edilmelidir. Bu bir çok kurumu da etkileyecektir, NATO, AB, Amerika-Türkiye ilişkileri.

 

Yeni NATO stratejik konumu doğru yönden atılacak bir adımdır ve daha kaliteli bir üçlü güvenlik işbirliği sağlayacaktır. Ama bu kadar ileri gitmeyecektir. Mesela enerji güvenliği ve senaryolar, anlaşmaya daha doğrudan bir odaklanmayla olmalıdır ve zoraki planlamacılar tarafından bir yol göstericilik yapılmalıdır.

 

Türkiye için de bu dört ortaklığa odaklanmış temel hedefler önemlidir. Türkler bu konu hakkında ciddi bir şekilde kafa yormaktadır. Ama onlar bunun getireceği sorumlulukları da kabul edeceklerdir. Bu onların amacına hizmet etmektedir. Bu hedeflere tek başına ulaşmaları mümkün değildir. Ve eğer bu önemli amaçlara uygun bir rol almazlarsa, ilişkilerinin güvenlik boyutu da bozulmaya başlayacaktır.

 

ABD’nin rolü ise -lider olarak ve bu hedefler için Türkiye, AB ve ABD arasındaki ilişkilere yeniden odaklanan katalist olarak- oldukça kritiktir. ABD tarafından böyle bir rol üstlenilmeden, Amerika-Türkiye-Avrupa arasındaki ilişkiye adaptasyonun önemli kısmı sağlanamamış olacaktır ve Batı, uluslararası arenadaki yeni meydan okumalarına ve hedeflerine bütünüyle daha uzak olacaktır.

 

 


 

[1] - Bkz. F. Stephen Larrabee, “U.S. Policy Toward Turkey and the Caspian Basin,” in Robert D. Blackwill and Michael Stürmer (eds.), Allies Divided: Transatlantic Policies Toward the Greater Middle East, Cambridge: The MIT Press, 1997, pp. 143–173.

[2] - Richard Holbrooke, as assistant secretary of state for European and Canadian affairs, was especially active in emphasizing Turkey’s role as Europe’s new “front line” state.

[3] - Bkz. Ian Lesser’s Chapter Two of this report; see also Lesser, “Turkey’s Strategic Options,” International Spectator, Vol. XXXIV, No. 1 (January-March 1999), pp. 79–88.

[4] - Refah hükümeti sürecinin değerlendirilebilmesi için, bkz. örneğin, Simon V. Mayall, Turkey: Thwarted Ambition, Washington, DC: National Defense University, January 1997.

[5] - International Energy Outlook, 1997, Washington, DC: Department of Energy, 1998.

[6] - Ermenistan’ın bir çok SCUD’ye sahip olduğu söylenmektedir. Bknz The Military Balance 1999–2000, London: International Institute for Strategic Studies, 1999. Rusya, İsrail ve Mısır da füze sistemlerine sahip  Türkiye’ye komşu ülkeler arasındadır.

[7] - New World Coming: American Security in the 21st Century, Arlington, VA: U.S. Commission on National Security/21st Century, 1999, p. 49.

[8] - Bkz. Ian O. Lesser and Ashley J. Tellis, Strategic Exposure: Proliferation Around the Mediterranean, Santa Monica, CA: RAND, MR–742-A, 1996.

[9] - Ibid.

[10] - Zalmay Khalilzad, “Challenges in the Greater Middle East,” in Gompert and Larrabee (eds.), Europe and America, pp. 205–206.

[11] - “Congagement” terimi ABD’nin Çin’e uyguladığı strateji ile ilgili olarak Zalmay Khalilzad tarafından önerilmiştir. The United States and a Rising China: Strategic and Military Implications, Santa Monica, CA: RAND, MR-1082, 1999. Bu terim Rusya uygulanan siyayettin sorulanmasında da kullanılabilecek bir terimdir.

[12] - Örnekler Rusya-İsrail birliklerinden taarruz helikopteri satın alımı Türkler tarafından düşünüldüğünü ve karadan havaya S-300 füzelerinin olası ortak üretimini göstermektedir. Geçmişte, Ankara Rusya’dan destek helikopterleri ve silahlı personel taşıyıcıları satın almıştır. Bkz. Lale Sariibrahimoglu, “Rusya Türkiye’ye S-300 Üretimi Antlaşması Teklif ediyor,” Jane’s Defence Weekly, Mart 8, 2000.