Nasrullah'ın Şehitler Günü konuşması

img
Nasrullah'ın Şehitler Günü konuşması YDH

YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, 11 Kasım’da Beyrut’ta düzenlenen Şehitler Günü törenleri münasebetiyle bir konuşma yaptı. Nasrullah’ın konuşmasının tam metnini sunuyoruz.




YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, 11 Kasım’da Beyrut’ta düzenlenen Şehitler Günü törenleri münasebetiyle bir konuşma yaptı. Nasrullah’ın konuşmasının tam metnini sunuyoruz.

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Direnişin vücut bulduğu ilk günlerde bu ayın on biri her sene kutlanılmak üzere şehitler günü ilan edildi. Bu değerli gün bize, her gün ve her saat hissettiğimiz bir duyguyu, bir direniş hareketin, direnen bir halkın ve direnen bir vatanın evlatları olduğumuzu iyice hissettirmektedir.

 

 

Biz bu gün burada toplanarak şehitlerimiz ile gurur duyduğumuzu, onlarla ne kadara övündüğümüzü ve iftihar ettiğimizi ve sürekli onları andığımızı izhar etmiş oluyoruz. Zira biz şehitlerimizi gizli olarak, açık olarak, dar günümüzde rahat günümüzde hatırlayan bir topluluğumuz.

 

 

Yani onları anmayı sadece bir yas merasimi olarak görmüyoruz. Biz onları düğünlerimizde de anıyoruz. Hatta ve hatta bütün konuşmalarımızda, edebiyatımızda, şiirlerimizde, sanat eserlerimizde, vicdanlarımızda ve basit toplumsal ilişkilerimizde bile sürekli anan bir topluluğuz. Biz onları anarak onların aziz ruhlarından ve kendilerini direnişe kurban edecek kadar derin bağlılıklarından ilham almaktayız.

 

 

Bu halk, bu ümmet ve bizler onlardan sabır azim ve irade dersleri alarak ayağa kalkacağız, biz burada bunu anlıyoruz. Onların üstün gayretlerine ve ettikleri cihada teşekkürlerimizi sunuyoruz. Çünkü yaratılana teşekkür etmeyi öğrenemeyen, yaratana teşekkür edemez. Onlara teşekkür etmeliyiz çünkü olar temiz ruhlarını ve kanlarını biz özgür yaşayalım diye, şerefli, onurlu, başı dik, anlı ak olarak güven ve huzur içinde, bu dünyada kimseye muhtaç olmadan yaşayabilelim diye feda ettiler.

 

 

Ben dünyada çok az sayıda direniş hareketinin ve halkın şehitlerini bizim kadar takdir ettiğini, onların mukaddes ruhlarını canlı tuttuğunu ve hatıraları ile bu kadar birleştiğini düşünüyorum. Çok az halkın kendi şehitlerinin isimlerini ve yaptığı işleri bu kadar bayraklaştırdığını ve sembolleştirdiğini düşünüyorum. Ancak benim inancım bunun bir tesadüf olmadığıdır.

 

 

Zira bu hareket bicimi bizim medeniyetimizin, kültürümüzün, inançlarımızın her şeyden önemlisi düşünme şeklimizin içinde derinlere kadar kök salmış bir kavrayış bicimidir ve bu kavrayış biçimi bizim ümmetimizin duygu dünyasında derin bir yer edinmiştir.

 

 

Yani aziz kardeşlerim sizlere Kerbela'yı hatırlatmak istiyorum. Yani şehitlerimize bu derin bağlılığımızın, onlarla içten birlikteliğimizin, yapıp etmelerimizde temel olan akıl, kalp, ruh ve fikriyatımızın harcı olan Kerbela’yı hatırlatmak istiyorum.

 

 

Biz bu gün burada şehitleri anmak için toplandık; fakat aziz kardeşlerim biz burada ölülerden bahsetmiyoruz, aksine hayatta olan insanlardan bahsediyor ve onları anıyoruz. Yani biz burada yaşayan şehitlerimizi anmak için toplandık. Zira Aziz kitabımız Kur’an bize şehitlerden bahsederken onların kıyamet günü dirilecek ve hayat bulacaklarını söylemiyor. Çünkü kıyamet gününde mahşer meydanında herkes Allah'ın önünde toplanmak üzere yeniden diriltilecek ve orada Allah'ın önünde yaptığı küçük büyük bütün şeylerden sorguya çekilecek.

 

 

Yalnız mahşer günü tagutlar ve şehitler, salihler ve salih olmayanlar, zalimler ve mazlumlar hep birden diri olarak var olacaklar. Yani o gün herkes hayat bulacak, bu nedenle biz şehitler yaşamaktadır derken o gün dirilecekler demiyoruz. Aksine şu an hayattalar ve mevcutlar demek istiyoruz.

 

 

Bütün insanların bildiği bir ayet var. Allah bu ayette İslam'ın ilk zamanlarında Allah için cihada çıkıp şehit düşenlerden, öldüler şeklinde bahseden insanları uyararak şöyle diyor;

ولا تحسبن الذين قتلوا في سبيل الله أمواتاً بل أحياء عند ربهم يرزقون فرحين بما آتاهم الله من فضله

 

 

Yani şu an yaşıyorlar, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklar ile rızıklanmaktalar ve çok rahatlar. Bunun yanında ayetin devamında belirtildiği gibi;

ويستبشرون بالذين لم يلحقوا بهم من خلفهم ألا خوف عليهم ولا هم يحزنون

 

 

Onlardan kendilerinden sonra gelecek olanlara bir müjdeci olarak bahsediyor. Onların kardeşlerinin kendilerine kavuşacağı yaşayan müminler olduğunu söylüyor. Elbette gidecek olanlar da onların beklemesine bir son vermek, kardeşlerine kavuşmak için can atıyorlar. Bir an önce onlara kavuşup Allah'ın nimetine vasıl olmak istiyorlar.

 

 

Bu şehitler gününde adlarını zikretmeden geçemeyeceğimiz direnişin kahraman liderlerini de anmak istiyorum. Seyyid Abbas'ı, Şeyh Ragıp'ı, Hac İmad Muğniye'yi ve Ahmet Kasir'i burada zikrederek onlara minnettar olduğumuzu belirtmek istiyorum. Ayrıca direnen, sabırlı, azimli ve mücahit halkımızın şehit düşmüş bütün evlatlarını, direniş hareketimizin bütün şehitlerini ve dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir İslami ya da ulusal direniş hareketinin, kadın çocuk, genç, yaşlı ve erkek bütün şehitlerini burada anmak istiyorum.

 

 

Bu gün iştirak ettiğimiz bu Şehitler Günü 11 Kasım 1982'ye dayanmaktadır ve bu gün bütün şehitlerin, gazilerin, cihadın, zaferin ve direnişin ve düşmanın bütün yenilgilerinin bir imgesi olmuştur. Ancak neden 11 Kasım 1982 diye soracak olursak, neden Ahmet Kasir'in şahadeti diye soracak olursak şunları söylemek mümkün:

 

 

Çünkü o gün Lübnanlı gençlerin işgale karşı direnişinin şafağıdır. O gün ümmetin tarihte, şimdi ve gelecekte işgale karşı haykırışıdır. O gün aziz kardeşlerim işte o gün uzun bir istişhat geleneğinin doğum günüdür. O gün planlı programlı, azimli, sebatlı hırslı ve çok açık cihadi eylemler yumağının ve derin bir direniş anlayışının şafağıdır.

 

 

Ayrıca o gün direnişçi gençlerin, mücahitlerin ve istişhat eylemcilerin yaptıkları eylemlerin insani yönünün de bir nişanesindir ve Ahmet Kasir'in direnişin kimliğini derin idrakinin de sembolüdür.

 

O gün Araplar ve İsrail arasında uzun süredir devam eden savaşın en güçlü ifade edildiği gündür ve belki de bu savaş o günden sonra o gün ifade edildiği kadar kuvvetli bir şekilde ifade edilememiştir.

 

 

Şehit Ahmet Kasir 11 Kasım 1982'de İsrail karargâhına sızdığında, bütün karargâhı yerle bir etti. Bu eylem o güne kadar yapılanlar içinde bir ilkti. Çünkü o gün genç bir adam halkının canına kast eden, harimine saldıran, mukaddesatının ayaklar altına alan vatanının ve ümmetinin geleceğine ipotek koymak isteyen düşmana karşı kendi bedeninin bir bombaya dönüştürerek düşmanına karşı kıyam etmişti.

 

 

Bu istişhad eylemi Arap-İsrail savaşında ilk defa görülen bir eylem türü idi. Bu eylem askeri ve teknik olarak düşmanın karşı karşıya geldiği en güçlü eylemdi. Zaten düşman içerisinde subayların da bulunduğu 140 kişinin tek seferde öldürüldüğünü itiraf etmek zorunda kaldığında kendi yenilgisini kabullenmişti.

 

 

Bunun üzerine de zorunlu olarak üç gün yas ilan etmek zorunda kaldı ve Ahmet Kasir'in bu eylemi birçok yönden Hayber savaşında yaşanan olaya benzediği için Hayber Operasyonu olarak isimlendirildi ve ben şuna inanıyorum ki Lübnan'ın Mayıs 2000 ve Temmuz 2006 zaferleri Kasım 1982'de ifa edilen bu eylem üzerinde yükselmiştir. Bu nedenle bu gün Şehitler Günü olarak kabul edilmiştir. Direniş liderlerinden ulemaya, İsrail'e karşı her türlü direnme şeklini ifade eden bütün şehitlerin günü olarak belirlenmiştir.

 

 

Çok duygusal ve yoğun bir havanın mevcut olduğu bu değerli günde hepimizi ilgilendiren bazı önemli ve güncel konulara değinmek istiyorum.

 

 

İç meseleler

Öncelikle Lübnan'ın iç sorunları hakkında konuşacağım. Yalnız bu konuşmanın şehitlerimiz ve direniş ile yakından ilgili olduğunu söylemekte yarar var. Yani ben direnişten bahsettiğimde şehitlerimizden bahsetmiş oluyorum.

 

 

Biz iç meselelerde ortak maslahat adına sükûnetle hareket etmenin herkesin yararına olacağı kanısındayız. Birbirimize el uzatmamız eski ittifaklarımızdan ve anlayışımızdan vazgeçmek anlamına gelmez.

 

 

Seçimlerden önce bu sükûnet havası herkesin yararınadır. Açıkçası ulusal bir maslahat sağlayacaktır. Ben gittiğim her yerde konuştuğum kişilerin hepsine bunu söyledim. Elbette uzlaşma demek bir tarafın diğerinin, bir gurubun diğerine, bir partin diğerine boyun eğmesi demek değildir.

 

 

Haslı Lübnan'ın siyasi havasının sükûneti herkesin yararına olacaktır. Özellikle Cumhurbaşkanın seçilip ulusal birlik hükümetinin kurulmasının adından ve parlamento seçimlerinin arifesinde çok büyük öneme sahiptir.

 

 

Ancak bir sükûnet havasının meydana getirilmesi demek sadece sokaktaki çatışmaların sona erdirilmesi değil, ulusal anlamda karşı karşıya olduğumuz bütün krizleri çözmek için bütün alanlarda ve bütün düzlemlerde sükûnet havasının hâkim olması demektir.

 

 

Bir sükûnet havasının meydana gelebilmesin en önemli gereği karşılıklı olarak propagandist söylemin terk edilmesidir. Biz bununla bir taraf diğerini övsün demiyoruz. Ya da bir taraf diğerini siyasi olarak eleştirmesin demiyoruz. Fakat bunlar yapılırken siyasi ve ahlaki erdemlere riayet edilsin diyoruz. Ben bütün siyasi tarafların kendi görüşlerini açıkça ifade edebileceğini, siyasi faaliyetlerini rahat olarak yapabileceğini ancak bunu yaparken siyasi havayı germeden yapabileceğine inanıyorum.

 

 

Sükûnet ve barış havası parlamento seçimlerinin zamanında yapılmasına yardımcı olacaktır. Biz Hizbullah olarak parlamento seçimlerinin vaktinde yapılmasında ısrarcıyız. Yani biz muhalefet olarak erken secim de talep ettik ve kimse bizden bunun tersini de bekleyemezdi. Kısacası beklentiler ve sonuçlar ne olursa olsun, kamuoyu yoklamaları ne yönde işaretler verirse versin biz parlamento seçimlerinin tam vaktinde yapılmasında ısrarcıyız. Çünkü seçimlerin her ne şatla olursa olsun ertelenmesi Lübnan için büyük bir tehlike anlamına geliyor.

 

 

Siyasi guruplar içerisinde bunu talep eden herhangi bir siyasi gurup yok. Bu nedenle bu söylediklerimiz bir itham sayılmaz. Çünkü seçimlere zamanında gidilmesi herkesin yayarına olacaktır.

 

 

Bu çerçevede secimler konusunda iki noktaya daha işaret etmek istiyorum:

 

İlki; Oy kullanma kullanmasının 18'e çekilmesinde ısrarcı olmamızdır. Çünkü kardeşimiz Ahmet Kasir Hayber Operasyonu diye isimlendirdiğimiz o tarihi eylemini yaptığında 19 yaşındaydı. Fakat Lübnan anayasasına göre Ahmet Kasir'in oy kullanma hakkı yok. Ama o şehitler o günde bu gün de Lübnan'ın kaderini belirliyorlar.

 

 

Fazla zamanımız yok bu nedenle bu talebi delillendirme yoluna gitmiyorum, çünkü buna gerek yok. Siyasi hayatın birçok alanında aktif faaliyet gösteren bu gençlerin bu gerçekle örtüşecek şekilde semce haklarının olması gerekmekte. Hatta bu gençler düşmanla savaşta en ön saflarda görünmekteler.

 

 

Bazılar bazı teknik ve idari nedenler dolayısıyla gençlerin önümüzdeki seçimlere giremeyeceğini söylüyorlar. Fakat biz milletvekillerinin gerekli anayasa değişikliğini yapmaları gerektiği konusunda ısrarcıyız ve bu gençlerin önümüzdeki secimde oy kullanmaları gerektiği konusunda ısrarcıyız. Eğer bu teknik ve idari engeller çok ciddi engeller ise eğer bir kanun değişikliğine gidilerek gençlerin seçimlerde oy kullanması gerekebilir. Bunun herhangi bir nedenle engellenmesi gençlerin parlamento, hükümet ve siyaset üzerindeki en temel haklarını elinden almak olacaktır.

 

 

İkincisi; seçimler arifesinde mevcut ittifaklarımız meselesidir. Bu konuda kardeşlerim gerekli açıklamaları yaptılar; ama ben bir defa daha tekrar etmekte fayda görüyorum. Biz Hizbullah olarak muhalefet ile yaptığımız ittifakı kesin ve kati bir şekilde sürdürmekteyiz. Orada burada söylenilenler yazılıp çizilenler bir kafa karışıklığı ve endişe meydana getirmek için uydurulan şeylerdir ve aslı astarı yoktur. Seçimler arifesinde bazı taraflar diğerleri aleyhinde psikolojik savaş verdikleri için bu tip şayialar çıkmakta.

 

 

Tekrardan bizim muhalefet içerisindeki ittifaklarımızın kati ve kesin olduğunu ve bunda hiçbir tereddüde mahal olmadığını söylemek istiyorum. Herhangi bir bağlamda yapılacak olan buluşma, uzlaşma ve diyalog gelecek seçimlerde muhalefet içerisindeki siyasi anlamda kesin ve kati ittifakımıza hiçbir şekilde gölge düşürmeyecek, halele vermeyecektir.

 

 

Güvenlik sorunları

İç meselelerle alakalı olarak son olarak güvenlik meselesine değinmek istiyorum. Son zamanlarda meydana gelen bazı güvenlik sorunları var. Bu sorunlar içerisinde Lübnan güvenlik güçlerini ve sivilleri hedef alan bazı saldırılar ve patlamaların yanında Suriye'deki askeri ve sivil merkezleri hedef alan saldırıları saymak mümkün.

 

 

Birçok tutuklama oldu, birçok itiraflar yapıldı birçok yöne ithamlar yöneltildi. Fakat biz bu tür konularda sürekli ciddi bir tahkikat yapılmasından yana olduk. Ancak bu şekilde halk gerçekleri öğrenebilecektir. Çünkü halkın gerçeği bütün açıklığı ile öğrenme hakkı var.

 

 

Şu anda Lübnan güvenlik birimleri ve Suriye güvenlik birimleri arasında tam bir işbirliği var. Biz bu işbirliğini destekliyoruz ve diğerlerini de bunu desteklemeye çağırıyoruz. Çünkü bu tür bir işbirliği iki ülkenin de güvenlik ve emniyet yönünden menfaatine olacaktır. Ancak yapılacak bütün soruşturmaların ve tutuklamaların siyasi olmaktan uzak adalet çerçevesinde yapılması taraftarıyız.

 

 

Lübnan ve Suriye güvenlik birimleri bu adalet çerçevesinde yaptığı ve yapacağı tutuklamaları gerçekleştirmelidir. Böyle bir ittifak gerçeğe ulaşmak için gerekli görünmektedir ve bu noktada hep birlikte hareket edilmelidir.

 

 

Lübnan ile ilgili yapacağım konuşmayı burada kesmek ve İsrail konusuna dönmek istiyorum. Yani İsrail derken İsrail- Lübnan ilişkileri ve İsrail-Direniş ilişkileri balgamında konuya yaklaşmak istiyorum.

 

 

İsrail meselesi

Aziz kardeşlerim Siyonistler Temmuz Savaşı’ndan bu yana ortalamanın çok üzerinde tatbikat yapıyorlar. Birçok alanda eğitimler ve tatbikatlar durmadan devam etmekte. İsrailliler bunu Temmuz Savaşı’nda açılan gedikleri kapama eksikleri tamamlama olarak niteliyorlar. Bu nedenle Siyonistlerin işgal altındaki Filistin'in kuzeyinde Suriye'nin işgal edilmiş Golan Tepeleri’nde çokça tatbikat yaptığını görmekteyiz.

 

 

Yani Lübnan'ın işgal edilmiş Filistin toprakları ile sınırında sıkça boy göstermekteler. Özellikle son olarak İsrail'in hava, kara ve istihbarat kuvvetleri arasında koordineli bir tatbikat yapıldı. Peki, neden böyle bir tatbikat yapılma ihtiyacı hissedildi. Çünkü İsrail'in Temmuz Savaşı’ndaki başarısızlığının temel nedeni muhtelif kuvvetleri asındaki koordinasyon eksikliği idi.

 

 

Mesela bu koordinasyon eksikliğine en basit örnek olarak İsrail helikopterlerinin öndeki birliklere erzak atacakken bazen yanış yerlere hatta bazen mücahitlere atmasını örnek gösterebiliriz. Hâsılı bu son tatbikatlarla çeşitli kuvvetleri arasındaki koordine eksikliğini gidermeyi hedefliyorlar.

 

 

Yine bu tatbikatların herhangi bir savaşta Lübnan ve Suriye ile birlikte savaşabilmek için yapıldığı söylenmekte. Bir de bu tatbikatlar yapılırken İsrailliler çıkıp tehditler savurmayı da ihmal etmiyorlar.(Bu konuya daha sonra döneceğim)

 

 

İkinci bir konu ise İsrail'in bilgi toplamak için gösterdiği çabadır. Bilgi toplamak için casus uçakları kullanıyorlar. Hatta şu anda bile güney bölgesinde casus uçakları dolaşıyordur. Bilgi toplamak için kullandıkları başka bir yol ise casus şebekeleridir. Bu şebekeleri takviye etmeye çalışıyorlar. Eskilerini kuvvetlendirip onlara yenilerini eklemek için çalışıyorlar.

 

 

Son zamanlarda ortaya çıkartılan şebeke bölgede birçok farklı alanda çalışan birçok casusu şebekesinden biridir. Bu deşifre operasyonu Lübnan ordusu istihbarat birimi için önemli bir başarıdır. Bu operasyon için onla teşekkür ediyoruz. Lübnan ordusu istihbarat birimi halen farklı şebekeleri çökertmek için uğraşmakta, çalışmalarına devam etmekte.

 

 

Tabi bu casusluk birimleri endişeye yol açmakta. Çünkü öyle insani ve seçilmeyecek şekilde kamufle ediyorlar ki kendilerini doğal olarak bir endişeye neden olmakta. Bu nedenle bu casusluk meselesi önemli ve üzerinde durulup dikkat edilmesi gereken bir mesele.

 

 

Üçüncü konu ise Siyonistlerin yaptığı suikastlara değinmek istiyorum. İmad Muğniye gibi direnişin liderlerine suikastlar düzenleyerek güvenlik zafiyeti oluşturmaya çalışıyorlar. Bu tür suikastlar ile Lübnan'ı yıpratmaya çalışıyorlar. Ben bu konuda iyi düşünülmesini, iyi tahlil ve analiz yapılması gerektiğini düşünmekteyim.

 

 

Bu konuda iyice düşünülmesi, bizlere Lübnan'da olan birçok suikastın arkasında İsrail’in olduğu gerçeğine götürecektir. İsrailliler bunu yaparak kaleyi içerden yıpratmaya çalışıyorlar ve ulusal birliğimizi bozmaya çalışıyorlar; zira ancak Lübnan'ı bu şekilde içten yıpratarak zafere ulaşabilirler.

 

 

Dördüncüsü ise bize karşı yürütülen psikolojik harptir. Bu harpte birçok basın yayın organı kullanılmaktadır. Bunlar içerisine televizyon kanallarından gazetelere, gazetelerden internet adreslerine kadar birçok farklı unsur katabiliriz.

 

 

Bu psikolojik harp ile direniş hareketinin kendine güveni sarsılmak ve kısıtlanmak istenmekte, halkın ona teveccühü engellenmeye çalışılmaktadır. Bu konuya burada çok fazla örnek verebiliriz. Çünkü bu türden yalan, uydurma, iftira ve karalamaya o kadar çok örnek var ki saymakla bitmez. Ama çoğunu siz biliyorsunuz ve fazla zamanımız da yok bu nedenle kısa kesiyoruz.

 

 

 

Ulusal savunma stratejisi

Düşman bunları yaparken biz Lübnan olarak, Lübnanlılar olarak neler yapıyoruz? Eğer şöyle bir dönüp bakacak olursak düşmanın halen topraklarımızın bir kısmını işgal ettiğini, sınırımızı ve egemenlik haklarımızı ihlal ettiğini, güvenliğimizi ve istikrarımızı tehdit ettiğini görürüz. Bu adamlar bunu ciddi ve her gün sürekli olarak yapmaktalar.

 

 

Peki, biz Lübnanlılar olarak buna mukabil ne yapıyoruz. Siyonistler onlar için bir terör dalgası oluştururken, talim yapıp kendilerini geliştirirken, Lübnanlılara düşmanlık ederken maalesef Lübnanlıların ciddi bir şeyler yaptığını söylemek güç. Her şeyden önce çok az özeleştiri yapıyoruz.

 

 

Lübnan'daki siyasi güçler genel olarak iç kavgalarla meşgul vaziyetteler. Hep birlikte kendimizi iç kavgaların içerisinde tüketiyoruz. Özellikle bütün gücümüzü önümüzdeki parlamento seçimlerine hasretmiş vaziyetteyiz. İş bununla da kalsa iyi bizi Lübnan olarak daha kuvvetli yapan güç unsurlarını kendi içimizde yıpratmaya çalışıyoruz.

 

 

Bunun için bizler ulusal savunma stratejisi noktasında ve çeşitli ihtimaller ve tehditlerin tartışılması noktasında oturup konuşulması konusunda son derece ısrarcıyız. Bazılar bizi bu tartışmayı ertelemeye çalışmakla itham ediyorlar. Oysa biz Hizbullah olarak bu tartışmayı yapmayı en çok isteyen gurubuz.

 

 

Bu tartışmayı yapalım ki düşmanlarımıza karşı nasıl konumlanacağımız nasıl savaşacağımız çok açık olarak ortaya çıksın. Bunlar içerisinde en belirgin olan düşman İsrail'dir, ona karşı ne yapacağımızı hep birlikte bilelim ki elimiz kuvvetlensin. Bu konuları oturup masada tartışalım. Mesela bu son sefer Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, eski ordu komutanı olması nedeniyle Mişel Aun'dan savunma stratejisi talep etti.

 

 

Mişel Aun yoğun bir caba harcayarak ulusal savunma stratejisi üzerine fikirlerini ihtiva eden ilmi ve akademik bir rapor hazırladı. Fakat bu rapor maalesef diyalog masasında tartışılmadı. Bunun yerine basın yayın organlarında ve bazı siyasi demeçlerde tartışıldı.

 

 

Hâsılı hak ettiği değeri bulamadı. Gerektiği gibi tartışılmadı. Bu diyalog masasına oturan tarafların ayıbıdır. Yani eğer bu konularda bir şey tartışılacaksa bu diyalog masasında tartışılmalıdır. Öyle orda burada değil. Bu konuları tartışmak için bir sonraki oturumu beklemelimizi, hatta birisi bir şeyler soracak olursa bu konuyu gelecek oturumda konuşacağız demeliyiz. Fakat maalesef Lübnanlıları ilgilendiren önemli konularda saldırgan bir tutum takınılabiliyor, hatta bazen alay konusu bile yapılabiliyor.

 

 

Düşünün Lübnan'ın varlığını, egemenliğini, güvenliğini, huzurunu ve ulusal savunma stratejisini ilgilendiren meseleleri alay ve eğlence konusu yapabiliyorlar. Bu tür meseleleri seçim meydanlarında kolayca harcayabiliyorlar ki bu gerçekten çok üzücü bir durum. Ulusal savunma stratejisini böyle bir tavırla ele almak kesinlikle doğru değil.

 

 

Şehitler gününde beni bu konuya dikkat çekmeye Mişel Aun'un savunma stratejini ilen etmesi ve bu raporun içerisinde askerin silahlandırılması meselesine değinmesi ve özellikle hava savunması ağırlık veresinin ardından maliye bakanının yaptığı açıklamadır. Diyor ki; “Lübnan ordusu hava savunmasını kuvvetlendirmek için yeterli mali kaynaklara sahip değildir. Hava savunması ise çok ciddi bir külfet demek ki bizim buna gücümüz yetmez. Lübnan'ı korumanın yolu alınan uluslar arası kararlara uymaktan geçer.”

 

 

Ben burada bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum. Şimdi eğer bu savunma bakanının şahsi görüşü ise tamam bir sorun yok söyleyebilir özgürdür. Ancak eğer bu görüş mensup olduğu siyasi gurubun görüşü ise bu büyük bir musibettir.

 

 

Peki, ne için büyük musibettir? İki önemli nokta var. Birincisi; ulusal savunma stratejisi konusunda her ne kadar bazı noktalarda ihtilaf olsa da bazı temel meselelerde ittifak var. Bu Lübnan ordusunun ulusal savunma için çok önemli olduğu ve bu nedenle güçlü bir ordumuzun olması gerektiği konusudur.

 

 

Güçlü bir ordumuzun olması demek donanımlı, eğitimi ve silahlı bir ordumuzun olması demektir. Silahlı ordu demek makineli tüfek, roketatar ve bazuka sahibi ordu demek değil. Silahlı ordu demek savunması iyi olan ordu demektir. Hava savunması ve zırhlı birliklere karşı savunması güçlü bir ordu demektir. Bunun dışında ordu asker elbisesi giymiş iç güvenlik birimi anlamına gelir.

 

 

İşte bütün tarafların üzerinde ittifak ettiği noktalardan biri Lübnan ordusunun silahlandırılması gerektiğidir. Şimdi yani silah alacak para yok demek de neyin nesidir? Kolumuzu kırıp dilenmeye mi çıkalım orduya silah parası bulmak için. Yani eğer güçlü bir ordumuz olmazsa ülkemizi nasıl savunacağız. Yoksa ulusal savunma konusunda ciddi değiller mi?

 

 

Öncelik ordumuzun silahlandırılmasına verilmelidir. Hükümet başka bir şeye para buluyor. Mesela orda burada sokaklar finanse ediliyor. Yani eğer Lübnan'ın savunmasını mümkün kılmak istiyorsak ordunun silahlandırılmasına öncelik vermek zorundayız. Bu nedenle bu konu eğer tartışmalı hale geldi ise ulusal savunma stratejisindeki ortak nota düşmüştür.

 

 

İkici nokta ise; uluslar arası kararlara uymamız gerektiğinin dillendirilebilmesidir. Biz uluslar arası kuralların 1948'den bu yana Filistin, Suriye, Lübnan'da ne işe yaradığını. Bu gün Irak, Afganistan ve İran'da ne gibi işlev gördüğünü görmekteyiz. Şimdiye kadar çıkan kararlar buraların halklarının ya da dünyanın herhangi bir yerinde zumla uğramış hangi halkı, hangi devleti korumak için, hangi hakkı hak sahibine iade etmek için çıkarıldı.

 

 

Altmış sene sonra bölge halklarının İsrail ile Washington'daki ve Washington dışındaki liderlerle, BM Güvelik kurulu ve uluslar arası karalarla ilişki yaşadığı acı tecrübeler bize bu karaların kimseyi korumadığını öğretmiştir.

 

 

Yani aziz kardeşim seni koruyacak olan senin kuvvetindir, halkındır, askerindir ve direnişindir ve altmış sene boyunca yaşadığımız tecrübe bu kanaatimizi değiştirmemiştir. Şimdi bu tip söylemler tartışmaya değer mi bunu değerlendirmeyi size bırakıyorum.

 

 

Yalnız bizim için gerekliliği tartışılmaması gereken bir konu var o da; ulusal savunma stratejisinin yapılandırılması zorunluluğudur. Ben maliye bakanın vatan savunması büyük külfet ister sözüne katılıyorum.

 

 

Evet, doğrudur vatan savunması büyük külfet ister. Vatan büyük bedeller ödenerek savunulur, bu uğurda canlar feda edilir ve büyük caba sarf edilir. İşte biz bu nedenle diyalog masasının genişletilmesini talep ettik. Bunu talep etmekteki amacımız diyalog masasını işlevsizleştirmek değil, çok büyük bir bedel ödeyeceğimiz bu büyük sorumluluğu taşıyan insanların sayısının artırarak daha taşınabilir hale gelmesini sağlamaktı.

 

 

Şehitler günü münasebetiyle toplandığımız bugün, şehitler bu büyük yüke şahittir. Başkentinin özgürlüğüne kavuşturmak isteyen herhangi bir halk, bu ağır yükü yüklenirse Beyrut özgürleştirildiği gibi Sayda'dan Sur'a, Nebatiya'ya, Cizzin'e, Merceiyyun'a, Bint Cubeyl'e ve Hasibaya'ya kadar tüm güney Lübnan da özgürlüğüne kavuşacaktır. Vatan savunması böyle yapılır. Halk bu şekilde savunulur. Şeref ve namus böyle korunur.

 

 

Diyalog masasının genişletilmesi meselesine çağrı yapmakla yetiniyorum. Bu tartıştığımız konu sadece şu veya bu gurubu ilgilendiren bir konu değil bütün Lübnanlıları ilgilendiren geniş kapsamlı bir konudur. Savunma strateji konusu savaş veya barış kararları ile direkt ilişkili bir karardır. O halde neden bazı temel siyasi unsurların liderlerinin bu kararın alınmasını iştiraki engellenemeye çalışılmakta.

 

 

Bu tür meselelerin farklı açılardan ele alınması gerektiği sürekli dillendirilmekte. O zaman bu diyalog masasının genişletilmesini bir karara bağlayalım. Sonra oturup ulusal savunma stratejini ciddi ciddi konuşalım. Sonra bu işi pratiğe dökelim, hayata geçirelim. Hayata geçirelim ki, bölgede ve dünyada gelişen hızlı değişim ve dönüşümlere karşı gülcü bir ülke savunması yapabilelim.

 

 

Direniş her zamankinden daha güçlü

Başka bir yerde değil, bütün bu tartışmalardan, çekişmelerden kargaşadan uzak, burada Lübnan'da tıpkı düşman oluşumun yaptığı gibi Temmuz Savaşı’ndan bu yana gece gündüz savaşan yiğitler var. Bütün bu ciddiyetsizliklerin yanında biz Lübnan halkı olarak ciddi bir halkız ki ciddi direnişçi erlerimiz var.

 

 

Lübnan'da bu işi ciddiye alan ve vakit kaybetmeye vakti olmayan Lübnan daha güçlü olsun diye sesi daha gür çıksın diye gece gündüz çalışan yiğitler var. Bu yiğitler gece gündüz talim yapmakta, silahlanmakta ve sizlerin yani halkımızın ve askerlerimizin yanında ülkemizi nasıl savunabiliriz diye düşünmekteler.

 

 

Ben geçmişte muhtelif zaman ve mekânlarda sarf ettiğim sözleri, her ne kadar psikolojik savaşa hizmet etse de, psikolojik savaş unsuru olarak etmedim. Bütün söylediklerim de ciddi idim ve şimdi yenden tekrar ediyorum.

 

 

2008'in sonuna geldiğimiz bu günlerde Lübnan'da öncekine nazaran çok daha güçlü bir direniş var. Direniş bu gün her zamankinden daha güçlü ve kudretlidir. İsrail'in Lübnan'a uzanan elleri kırılacaktır tıpkı Ensariye'de ayakları kırıldığı gibi.

 

 

Bu bitmeyecek bir çabadır ve durmadan yoluna devam edecektir. Bu nedenle ben Lübnanlılara diyorum ki; azizi kardeşlerim rahat olunuz orada gece gündüz durmadan çalışan akıllar, kalpler, gözler ve kulaklar var. Bu yiğitler hepinizin evlatlarıdır ve hepinize kucak açmışlardır ve sizin için uğraşmaktalar. Bu kadar çalışma ile herhalde Siyonist düşmanın ne yaptıklarından habersiz olmaları imkânsızdır.

 

 

Güvenlik konusunda özellikle casusluk şebekelerinin deşifre edilmesi için Lübnan Ordusu İstihbarat birimlerine ve Lübnan'daki çeşitli güvenlik kurumlarının istihbarat birimlerine destek verilmelidir ve bu konuda Lübnan halkı ve çeşitli siyasi guruplara tarafından Lübnan ve Filistin arasındaki bu konudaki gelişme desteklenmelidir.

 

 

Psikolojik savaş meselesine gelince onların ellerini ağızlarına, yalanlarını kendi boyunlarına çevirmeliyiz. Bunu bakın biz buradayız, kendi ülkemizde kalbimizde iman, ellerimizde silah ayaklarımız vatan topraklarına sımsıkı basıyor diyerek yapabiliriz. Bu psikolojik savaş bize hiçbir zarar veremeyecek, yerimizden bir adım geri bizi oynatamayacaktır. Çünkü biz, İsrail'in de itirafıyla, 33 gün boyunca daha önceki Arap- İsrail savaşlarında düzenlediğinin kat kat fazlası hava ve kara saldırısı düzenlediği halde bir adım geri atmamış insanlarız.

 

 

Siz de biliyorsunuz 33 gün boyunca içimizden birinin korktuğu, geri döndüğü, bir sarsılma alameti gösterdiği olmamıştır. Hayır asla….

 

 

Dinler arası diyalog

Dinler arası diyalog konusu ve diyalog konferanslarına Şimon Perez, Tzipi Livni ya da bunlardan başka Siyonistlerin bu konferanslara çağrılması konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Elbette Suudi Arabistan sefirinin bu konuda yaptığı açıklama takdire şayandır; ancak ben buradan Suudi Arabistan'a, İran İslam Cumhuriyeti’ne, Suriye'ye ve bu konferanslara katılmaya niyetlenen tüm Arap ve Müslüman devletlere sesleniyorum; bu terörist, ırkçı ve savaş suçlusu Siyonistlerin bu konferanslara katılımını engelleyin.

 

 

Lübnan ve Filistin'de katliamlar işleyen Şimon Perez ile dinler arası diyalog arasında ne gibi bir alaka olabilir? Ya da ikinci Kana katliamının sorumlusu olan bakanlar kurulunun bir parçası Livni ve Olmert'in dinle veya dinler arası diyalogla ne alakası olabilir? Her ne kadar Arap Devletleri Birliği ve İslam Konferansı Örgütü bu tanımlamadan kaçınsa da İsrail, ırkçı terörist ve mücrim bir devlettir. Zira Siyonist hareketler zatı itibariyle ırkçı hareketlerdir. Şimdi mesela bir İslami direniş hareketi dinler arası diyaloga katılmak istese Amerika şöyle bir duracak ve "Bu hareket, terörist bir harekettir" diyecektir. Arap ve İslam devletleri de Amerika vetosunu kabulleneceklerdir.

 

 

Niçin kendimize saygı göstermiyor ve İsrail'e veto uygulamıyoruz? Dünyaya “Biz dinler arası diyalog istiyoruz" diyen bizleriz. Dünyada o kadar çok Yahudi fikir ve din adamı var ve bu insanların ne Siyonizm ile ne de İsrail'in işlediği suçlar ile bir alakası yok.  Dinler arası diyaloga onları çağıralım onlar katılsınlar.

 

 

Ben, bu Şehitler Gününde, şehitlerin kanına saygımdan dolayı İslam ve Arap devletlerinden İsrail'i bu konferanstan men etmeleri için çalışmalarını talep ediyorum. Şimon Perez gibi katil ırkçıların kürsüye çıkıp dinler arası diyalogdan söz etmelerini engellemelerini istiyorum.

 

Perez dinler arası diyalogdan hangi şartlar dâhilinde konuşacak? Kudüs'ün Yahudileştirildiği, Filistinlilerin evlerinden çıkartıldığı, evlerinin yıkıldığı, evlerin enkazı üzerinde bağnaz yerleşimcilerin kutlamalar yaptığı, 1,5 milyondan fazla Gazzeli üzerindeki ambargonun şiddetlendirildiği, karanlıklara boğulduğu, açlığa mahkûm edildiği, Siyonist yerleşimcilerin düşmanın yönetiminin gözleri önünde Batı Şeria'daki Filistinlilere saldırdığı bir dönemde Peres'e dinler arası diyalogdan söz etme imkânı verilmektedir.

 

 

Sizlere bahsettiğimiz hal böyle bir haldir. Ayrıca Araplara ve Müslümanlara sormak istiyorum Temmuz Savaşı iki yıl önce olmadı mı? Evet, yüz sene önce değil iki sene önce oldu. Peki, sizler neden bu kan dökücü zalim teröristler ile el sıkışıp onları selamlıyorsunuz? Onlarla aynı çatı altında oturup onların azgından dinler arası diyalog sözünü duyma eziyetine katlanıyorsunuz.

 

 

ABD seçimleri

Şimdi de Amerika'daki son secimden bahsetmek istiyorum. Bu seçimlere iki yerden bakacağız. Birincisi Amerikan halkını hükümetteki partiyi hesaba çekmek için bir fırsat olarak sahip oldukları hak olması bakımından seçimler.

 

 

Şimdi Amerikan halkı bu seçimlerdeki oyları ile hâkim partinin yani Bush'un Cumhuriyetçi Partisinin ve Bush hükümetinin dış politikada ve iktisadi anlamda başarısız olduğunu ilan etmiş oldu. Bu hükümet Amerikan halkının ve dünya halklarının başına savaştan başka bir şey getirmedi. Afganistan'dan Irak'a savaş ve yüz binlerce ölü getirdi ve bu ölümler halen daha devam etmektedir. Ayrıca Temmuz savaşı da başlaması, desteği, savaşın süresi ve başarısızlıkla, hezimetle sonuçlanması yönüyle tamamen bir Amerikan savaşıydı.

 

 

Hâsılı Amerikalılara bu seçimle hükümetlerinin başarısız olduğu kanısında olduklarını dünyaya söylemiş oldular. Ben Amerika'nın dünyada ve bölgede çökmüş olan planlarından bahsetmiyorum. Fakat hayalleri gerçeklerinin önüne geçmiş, kendilerine düşünür ve aydın diyen bir gurup insan bu sözün abartı olduğunu söylüyor. Fakat Amerikalılar hükümetlerinin dünyada, özellikle de bölgemizde başarısızlığa uğradığını itiraf ediyorlar.

 

 

Amerika'nın başarısızlığının sebebi acizliği, imkanlarının yetersizliği veya plan yapma yetisinin zaafı ya da bölgedeki destekçi ve yardakçılarının eksikliği değildir. Aksine bu başarısızlığa uğratan ve planlarını çıkmaza sokan Amerika tarafından hedef tahtasına oturtulan bölgenin direnen halkları ve devletleridir.

 

 

Maalesef Lübnan'da bazıları birçok açıklama yapılmasına beyanatta bulunulmasına rağmen Seyyid Ali Hamenei'nin “Biz İranlılar olarak Amerika'yı Lübnan'da hezimete uğratacağız” dediğini iddia ediyorlar. İmam Seyyid Hamenei kesinlikle böyle bir şey söylemedi o “Amerika Lübnan'da başarısızlığa uğrayacaktır dedi”

 

 

Bu nedenle Lübnan'da Amerika'yı hezimete uğratacak olanın Lübnan halkı olacağı, Amerika'yı Filistin'de hezimete uğratanın Filistin halkı olacağı ve Amerika'nın Irak ve Afganistan'daki projelerini başarısızlığa uğratacak olanlar Irak ve Afganistan halkı olacağı için buradan ne anlaşılacağı aşikârdır.

 

 

Bu bağlamda İmam Seyyid Hamanei, İslam ve Arap halklarının gücüne inanmaktadır. Bu halkların gücüne, kudretine, iradesine ve azmine güvenmektedir. Bundan ötürü işgalcilerin ve gasıpların hezimetini beklemektedir. Sabreden, direnen ve azmeden mazlum halklar için de zafer beklemektedir. Bundan ötürü ona teşekkür edilir kınanmaz. Bunun için İran'ın, Amerika projesini hezimete uğratmak için Lübnan'ı kullandığını iddia etmek doğru olmaz.

 

 

Lübnan halkı Amerika'nın projelerinden rahatsızdır. Zira bu projeler birinci derecen İsrail'in projeleridir. Lübnan halkı bu sefer bu projeleri başarısızlığa uğratmıştır. İnşallah gelecekte de başarısızlığa uğratacaktır.

 

 

Amerika seçimleri ile ilgili olarak değinmek istediğim ikinci mesele ise kimsenin kendisini sevinmekten alıkoyamadığı McCain'in düşüşü meselesidir. Evet, herkes buna sevindi; çünkü bu Bush ve çetesinin düşüşü anlamına geliyor. Ancak bu nedenle sevinçten dört köşe olmak ve yeni başkanın değişim vaatlerine inanmada ileri gitmek ne kadar doğru olacak?

 

 

Ne karanlık bir tablo sunmak istiyorum ne de son derece ümitli olmak gerekiyor. Akılcı ve reel politika "bekle ve gör" demektedir. Ancak bürokratik ve stratejik sabitelerin olduğu Amerika'dan köklü bir değişim ummak zor görünüyor.

 

 

Arap dünyası, üçüncü dünya ülkeleri ve Afrika ülkeleri, geçmişi ve teninin rengi nedeniyle Obama'ya sempatiyle yaklaşabilirler; ama siyaset ve çıkarlar başka bir olaydır. Ben derim ki; beklentilerinizi abartmayın, insanlara, kimsenin düş kırıklığına uğramasına ya da yanlış hesaplar yapmasına neden olacak türden büyük umutlar yüklemeyin. Bu şehitler günüde söylemek istediğim siyasi, fikri ve kültürel şeyler halkımız ve ümmetimiz için önemli.

 

 

Kardeşlerim zalimin, zorbanın, mütekebbir ve müstekbirlerin değişimine bel bağlamak pek akıl işi değildir. Yani öyle bir köşeye oturup, tamam şimdi bir şeyler değişmeye başladı, bu yeni gelen ötekine benzemiyor. Bize bir önceki zalimin baktığı çerçeveden bakmayabilir şeklinde bir tavır takınmak zayıf milletlere has bir tutumdur.

 

 

Ümitlerini başkalarının değişimine bağlayan milletler kendi zaaflarını kabullenmiş milletlerdir. Yalnız, yaşayan bir millet olmanın mantığı dünyada her ne olursa olsun, nasıl bir değişim yaşanırsa yaşansın tek başına güçlü olmak için çalışmayı gerektirir. Yani o millet kültüründe, ekonomisinde, sosyal hayatında, askeri gücünde, ilminde, devletin organizasyonunda, ümmetine olan bağlılığında güçlü olmalı ki dünya ona saygı duysun, zalim de ona saygı duysun. Hatta tagut kapısının eşiğinde dursun ama içeri girmeye cesaret edemesin. Cesaret edemesin, çünkü bilsin ki; o bu toprakların ve bu halkın koruyucusudur.

 

 

Bu şehitler gününde şehitlerinin önünde sizlere sesleniyorum ey Lübnan halkı ve bölge halkı İslam halkları; Sakın ola ki bu türden değişimlere bel bağlamayın. Bu türden değişimlerin eğer siz zayıfsanız size bir faydası olmayacaktır. Şehitler gününde bu şehitlerin size canları kanları ve cihatları ile sunduğu mesaj, vatanımızın, hürriyetimizin, izzetimizin ve şerefimizin var olmasını sağlayabilecek tek şey damarlarımızda akan kanlardır.

 

 

Şimdi sormak istiyorum damarlarımızda akan bu kan Abbas Musavi'nin, Ragıb Harb'ın, İmad Muğniye'nin Ahmed Kasir'in, Delal Muğribi'nin, Fethi Şikaki'nin, Ahmed Yasin'in, Ebu Ali Mustafa ve bu yolda katledilmiş şehitlerin kanı mı? Yoksa hainlerin, zayıfların ve korkakların kanı mı? Hâsılı kardeşlerim damarlarımızda akan kan bizim ne olduğumuzu gösterecek. Ya başı dik yiğitler olacağız, ya da başı önde zeliller olacağız.

 

 

Bu gün bu şehitler gününde bizden önce şahadet şerbetini içmiş olan bütün kardeşlerimize ahdimiz olsun ki onların arkasından biz de yürümekteyiz. Ve onların kanı bizim damarlarımızda akıyor.

 

 

Lübnan zafer üzerine and içmiştir ve Allah'ın izniyle zafer bizim olacaktır. Allah'ın bereketi içinde kalın. Hepinize geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Özellikle şehit ailelerine vatanları uğruna evlatlarını kurban verdikleri için teşekkür ediyorum

 

 

Allah'ın rahmeti ve bereketi sizinle olsun.

Çeviren Emrah Kekilli