• 01/01/70 - 02:00
  • Yazar: Admin
  • Bu sayfayı yazdır img
    YDH

    YDH- Reda Eitani Lübnan’da yayımlanan el-Ahbar gazetesinde yayımlanan aşağıdaki yazısında Sa’d Hariri liderliğindeki el-Mustakbel Partisi’yle Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Lübnan kolu olan Cemaat-ı İslami arasındaki ilişkileri analiz ediyor. Yazının okumakta olduğunuz birinci bölümünde Lübnanlı Sünnilerin siyasal çelişkileri değerlendiriliyor.




    YDH- Reda Eitani Lübnan’da yayımlanan el-Ahbar gazetesinde yayımlanan aşağıdaki yazısında Sa’d Hariri liderliğindeki el-Mustakbel Partisi’yle Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Lübnan kolu olan Cemaat-ı İslami arasındaki ilişkileri analiz ediyor. Yazının okumakta olduğunuz birinci bölümünde Lübnanlı Sünnilerin siyasal çelişkileri değerlendiriliyor.

     

    Geçmişte olduğu gibi Araplar, bugün de krizle maluldür. Bir yanında cihatçı selefiliği, diğer yanında Batı liberalizmini taşıyanlar ise bazı sorulara muhatap olmaktadırlar. Hatta bu iş öyle bir noktaya varmıştır ki, devletin krizleri değerlendirmeden sorumlu bir departmanı, “siyasi Sünnilik” adı altında bir çalışma yürütmektedir.

    “Siz bu grupta yetki sahibisiniz”

     

    Nadir Hariri, Cemaat-ı İslami’de görev yapan yetkililerden biriyle yaptığı görüşmede böyle diyor. Bu diyalog, Milletvekili Sa’d Hariri’nin isteği üzerine bir ay süreyle medyadan uzak bir şekilde yürütülen bir görüşmede geçiyor.

    Önce görüşmeler çıkmaza girdi, sonra bunun sorumluluğu başkalarının üzerine atıldı. Cemaat-ı İslami’nin siyasi kanadı, bir aydır görüşmeleri ertelemeye başladı.

     

    Bıçak sırtından evvel

    El-Mustakbel ve Cemaat-i İslami arasındaki ilişkiler, bıçak sırtına gelmeden önce üzerinde durulması gereken uzun bir macera yaşandı.

    Sünni grubun başına kim geçerse tarihi yazma hakkını eline geçirmiş olduğu kuruntusuna kapılır ve hemen ardından Lübnan şiarını diline dolar; ancak bundan kastedilen Sünni Lübnan’dır.

     

    Liderleri, işleri yoluna koymaya soyunurlar, bu çerçevede Lübnan planı ve dolayısıyla da bu planın liderliği söz konusu edilir.

    Sa’d el- Hariri, siyasete babası merhum Refik Hariri’nin cenazesinde Fatiha okurken girdi. O girene kadar, henüz Velid Canbolat’tan, Kemal Canbolat suikastının aydınlatılması yönünde bir baskı sadır olmamıştı. (Bu baskı sadece Beyrut’taki Sovyet Elçisinin nasihatlerinden ibaretti) Sa’d Hariri, Velid Canbolat’ın o zaman benzer bir rol üstlenmesi yönündeki tavsiyelerini anlamamıştı.

     

    Kısaca eşyanın tabiatı gereği Sünniler, Lübnan’ın geleceğinin planlanmasında hiçbir zaman lider konumunda olamamıştır. Sünniler, ancak bu ülke için yapılan büyük ya da küçük planların yakıtı ya da askeri olabilmiştir.

    Bu planlar içerisinde Kemal Canbolat’ın hikayesini de zikretmek mümkündür. Kemal Canbolat, “Ulusal Hareket”i başlatmış, ancak başarısız olmuşsa da hayatta kalabilmeyi başarabilmiştir.

     

    Refik Hariri’nin ulusal birlik arzusu bir temenniden öteye gidememiştir ve yaptıkları eninde sonunda hep kendi toplumu için olmuştur. Suriye ve Suudi Arabistan arasında iyi bir denge kurmuştu. Amerikalıların rızası da bu yöndeydi. Bu ince denge bozulduğunda Hariri, bir kenara kondu ve durumun iyileşmesi beklendi.

    Herkes şunu gördü ki Refik el-Hariri, ülke için bir plan sunmadı. Bazı ticari aracılıkları olmuş olsa da aslında faydalı bir ekonomik plan sunduğu da görülmedi.

     

    Ancak Ehl-i Sünnet, daima küçük ve büyük planların bir karşılığı olmuştur. Nasırcılığın yükseliş döneminde rahmetli Cemal Abdunnasır’ın yanında yer almışlardı. Daha sonra Yaser Arafat ve FKÖ’nün yanında yer aldılar.

     

    “Filistin’in kurtuluşu için devrim” sloganının dillerden düşürülmediği dönemlerde FKÖ’ye Beka, Akkar, Trablus, Şuf, Sayda ve diğer bölgelerden binlerce savaşçı verdiler. İslamcı hareketlerin yükselişe geçtiği dönemlerde de oyunun bir parçası oldular; ancak oyunun kurucusu değildiler. İç barış döneminde de böyle oldu.

     

    Refik Hariri, ülkeye yerel planları olan bir lider olarak dönmemişti. Sünniler, ülkede izlenen ekonomi politikaları sebebiyle bir hayli fakirleşti. Fakirlikleri şu üç sebepten dolayı daha da arttı.

     

    1- Genel eğitim seviyesindeki düşüklük,

    2-doğum oranlarındaki artma,

    3- Evlilik yaşının düşmesi.

     

    Bununla birlikte “Suriye’nin velayet dönemi” ismiyle müsemma, iç barış döneminin bir tarafı idiler.

     

    Refik Hariri suikastının yarattığı depremle birlikte “Lübnan” demeye başladılar. Bununla birlikte aradan geçen zaman, bu “Lübnan” söyleminin yüksek bir para karşılığında dillendirildiğini ortaya çıkardı.

     

    Onlar henüz buna sahip olamadılar, belki de hiçbir zaman sahip olamayacaklar. El-Mustakel, oyların çoğunu alıp da parlamentodaki sandalyelerin çoğuna sahip olunca, Cemaat-ı İslami’ye bir sandalyeden fazla vermedi. Çünkü el-Mustakbel’e göre Cemaat-ı İslami, el-Mustakbel’in temsil ettiği paravanın sadece bir kapısıydı. Zira el-Mustakbel’in arkasında Lübnan sokaklarının gerçek sahipleri vardı!

     

    Bir örnek olarak Cemaat-ı İslami ile ilişkiler

    Gazze savaşı sırasında Filistin’de yaşananlar nedeniyle, Beyrut sokakları ve Filistinliler hareketlendi. Önce Delal Muğribi’nin cesedinin Hizbullah’ın geleneksel düşmanı İsrail’le yaptığı anlaşma sonucu teslim edilmesi sesleri yükselmekte idi; ancak daha sonra bu sesler kesildi.

     

    Saldırının ilk günlerinde Beyrut ve diğer bölgelerde Sünnilerin sesi çıkmıyordu. Sonra Cemaat-ı İslami’nin kadrolarının tepkisi genelleşmeye başladı ve Mısır elçiliği bile protestolara maruz kaldı.

     

    Geçtiğimiz dört seneye bakacak olursak Cemaat-ı İslami belki de kendisine en çok o zaman yakın oldu. Çünkü 14 Martçıların tabelası altında durmaktan çok Müslüman Kardeşler Hareketi’nin mantığına yaklaşmışlardı.

     

    El-Mustakbel, Gazze Savaşı’na aldırışsız bir tavır takındı. Bütün kurum ve kuruluşlarıyla o dönemde adeta başka bir alemde yaşıyorlardı. Çünkü orada katledilenler “ılımlı Araplar”dan değildi.

     

    Cemaat-ı İslami, her ne kadar Müslüman Kardeşler Hareketi’nin bölünmez bir parçası olan Hamas gibi Müslüman Kardeşler’in bir versiyonu olsa da el-Mustakbel paravanının arkasında duran güç Hamas’a uygun bir darbe indirmek için fırsat kollamaktadır. Hamas’ı devirmek için Muhammed Dahlan’ı Gazze’ye göndermek örneğinde olduğu gibi…

     

    O dönemde Cemaat-ı İslami kadrolarından bazılarının ifadesiyle Cemaat-ı İslami bir alemde, el-Mustakbel, başka bir alemde yaşıyordu.

    Cemaat-ı İslami liderleri, Gazze Savaşı sırasında Hamas’ın İran Devrim Muhafızlarının bir kolu olmadığına ikna etmek için el-Mustakbel ile bir dizi görüşme başlattı. Her ne kadar Sa’d Hariri, Hamas’tan uzak durma konusunda ısrar etse de, Cemaat-ı İslami’nin birçok söyleminden rahatsız olsa da yapılan baskılar sonunda Gazze’de öldürülen çocukları zikretme lutfunda bulundu. Yani Gazze’de sadece bazı çocuklara kötü muamelede bulunuluyordu; yoksa bir halka soykırım uygulanmıyordu!

     

    Cemaat-ı İslami ile el-Mustakbel arasındaki ilişkiler ağırdan ağıra başladığında Cemaat-ı İslami bu görüşmeleri açığa vurmama taraftarı idi; çünkü gençlere kesintiye uğramış olan vaatlerini gerçekleştirme imkanı vermek istiyordu.

     

    Bütün bu suskunluğa rağmen, sokaklar “Cemaat’in Suudi Arabistan ve el-Mustkbel’den para yardımı aldığını” duydular. Sonra Cemaat-ı İslami durumu açıklamak amacıyla bu yardımın bütün bölgesel cemaatlere yapılan yardımlardan biri olduğunu; Suudi Arabistan konsolosluğundan teslim edilen yardımın talim ve terbiye kurumlarına bir bağış olarak verildiğini söyledi. Onların açıklamasına göre bu yardımlar bir sene önce başlamıştı ve yardımların siyasi tutumla bir alakası yoktu.

     

    Görüşmelerde milletvekili sayısı nedeniyle taraflar arasında ipler gerilmeden önce Cemaat-ı İslami, Sa’d el-Hariri’den Sünni kesimin birliği (Vahdet-i Taifiye) söylemini duymaya başladı. Ona göre bu çok önemliydi ve bu birliğin korunması gerekiyordu. Sağın kendisi için bir örtüye dönüştürdüğü genç lider için, ne Lübnan öncelikli idi ne de ulusal birlik.

     

    Genç lider Sünni kesimin birliği (Vadet-i Taifiye) için uğraşmaktaydı. Necib Mikati Trablus’ta diyalog halinde idi. Necip Mikati Suriye ve benzeri yerlere yardımlaşma imkanının varlığı iletmesi için elçi olarak gönderilmekte idi. Misbah el-Ahdep Fransızların kulağın bir şeyler fısıldamakta idi.

     

    Fuad Sinyora vekillik koltuğuna oturmuş birilerine el uzatmakta idi. Elbette bütün bunlarda Sa’d el-Hariri’nin de payı vardı.

     

    Sünni kesimin birliği (vahdet-i taifiye) gibi bir söylemi Beşir el-Cumeyyil gibi iç savaş yaşayan bir ülkede yönetime gelmek gibi bir planı olan bir genç için anlamak mümkün. Ancak Ehli Sünnet gerçekliğinde durum biraz farklı; zira Sa’d el-Hariri bu söylemi şiar edindiğinden Cemaat-i İslami’den bazıları bu durumdan hoşlanmadı.

     

    Siyasi bürodan bazıları ve diyalogu yürüten bazı kadrolar bu söylemden rahatsız oldular. Hatta Cemaat’in büyüklerinden bazıları “Neden Sünni kesimin birliği (vahdeti taifiye) bunun arkasında hangi plan var” şeklinde sözler sarf etti. Hatta kendisine “bu planın ardında Hamas’ı katletmek gibi bir gaye olabilir mi?” şeklinde sorulan bir soruya “maalesef evet” şeklinde cevap verdi.

     

    Ancak Cemaati İslami’de bazı gençler var ve el-Mustakbel ile safların bir tutulmasının zorunluluğuna vurgu yapıyorlar. Çünkü bu iki grubun ortak çıkarlar için hareket ettikleri kanısındalar.

     

    Ancak bugün bu söz Cemaat’in büyükleri için anlamını yitirdi; çünkü bu tavrı gerekçelendirmek için üretilmiş bir söylem olarak görülmeye başlandı.

     

    Çeviren: Emrah Kekilli