YDH- İsrail’in sağcı gazetelerinden Jerusalem Post’ta, Anat Lapidot-Firilla imzasıyla yayımlanan ağıdaki makalede son gemi cinayetinin ardından İsrail’le Türkiye Arassındaki ilişkilerin durumu analiz ediliyor.
YDH- İsrail’in sağcı gazetelerinden Jerusalem Post’ta, Anat Lapidot-Firilla* imzasıyla yayımlanan ağıdaki makalede son gemi cinayetinin ardından İsrail’le Türkiye Arassındaki ilişkilerin durumu analiz ediliyor.
Türkiye’nin Gazze filolarıyla ilişkisi, AKP liderliği altında Türkiye’nin, Sünni Müslüman dünyasının yeni lideri olduğunu kanıtlamaya yönelik tasarlanmıştı.
Türkiye’nin 2 yıldır İsrail’e karşı tutumu gayet tutarlıydı. Bu ileriye dönük düşünerek takınılan bir tutumdu ve dış politika algısında genel bir dönüşümün mükemmel bir örneğiydi; ve tabii ki iç politikada da. Bu iki alan birbirine birden fazla yönden bağlantılı.
Türkiye’nin sürmekte olan İsrail karşıtı politikasının ve bunun uluslar arası alanda meşruiyetinin nedenlerini merak eden İsrailli ve diğer Batılı gözlemciler, bu politikayı İslam’a geri dönüş ya da yeni Osmanlı emperyalizminin uyanışı gibi dar çerçeveler içinde algılamamalılar.
Adalet ve Kalkınma Partisi, dış politikadaki kazanımlarla iç politika alanındaki yerini korumaya çalışıyor; malum dış politika alanı Kemalist askeri ve anayasal kurumların gözetim ve kontrol alanı dışında kalıyor.
Partililerin ve onun dış politika mimarlarının görüşleri, Türkiye’nin uluslar arası plandaki yeri de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde, bunların bugünün Müslüman dünyasında yaygın olan ‘uluslar arası arenada Müslümanlara karşı ayrımcılık’ iddialarını ve bu ayrımcılığın da ‘Batılı evrensellik’ kisvesi altında uluslar arası kuruluşlarla yürütüldüğü teşhisini yansıttığını görebiliriz.
Dahası bu görüşler, Venezüella ya da Brezilya gibi birçok Müslüman olmayan ülkenin küresel söylemleriyle de uyumluluk içeriyor. Yakın bir zaman önce yapılan Türkiye-Brezilya ve İran anlaşması da, bu ülkelerin küresel ve bölgesel anlamda ortak planları olduğunun bir göstergesi.
Aslında Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin liderliği, bir yandan İslami medeniyet ve bunun ahlaki değerlerle ilişkisi tartışmasını, diğer yandan da hem ulusal hem de uluslar arası düzlemde kimlik ve politika tartışmasını sosyo-politik tartışmaların merkezine getirdi.
Devlet organlarının kontrolünü elinde tutan AKP’nin İsrail karşıtı politikası ona pragmatik bir çok yeni hedef sağlıyor:
Öncelikle, savunma organlarının ve Kemalist bürokrasinin ‘ahlaksız’ İsrail’e desteğini ve Filistin’deki Müslüman kardeşlerinin içinde bulundukları duruma kayıtsızlıklarını vurgulamak, AKP’nin tabanındaki etkisini artırmasını sağlıyor.
Bir yandan Kemalizm ile ordu arasında, diğer yandan Siyonizm ve İsrail arasında kurulan ilişki, partinin Kemalizm’in kamusal alandaki baskıcı kontrolünü eleştiren söylemlerine uygun bir zemin hazırlıyor. Kemalist elitleri, ülkeyi İsrail ile ahlaksız bir işbirliği yapma noktasına getiren işlevselciliğe dayanan bir düzeni, ahlaki değerlere hiç önem vermeden, dayatmakla suçluyorlar.
Buna benzer bir eleştiri, bir Türk-İslam modeli olarak alternatifini teşkil eden ve serbest Pazar dinamikleriyle de uyum içinde olan küçük şehir işletmeleri ağlarını öne süren bir düzenle karşılaştırıldığında; zorba ve insanlığa aykırı olarak tarif edilen Batı kapitalizmine de yöneltiliyor.
İkincisi, İsrail’le olan ilişkileri ahlaki açıdan tartışmaya almak hem Türkiye’yi Müslüman dünyasında lider konumuna getirmeye, hem de bu sayede Amerika ve Avrupa Birliği üzerinde, Türkiye’nin bölgesel ve uluslar arası önemini kabul etmeleri için psikolojik bir baskı yaratmaya yarıyor.
Batı’da yaygın olan İslami terörizm ve Müslüman dünyasıyla karşı karşıya gelme endişesini göz önüne alarak, AKP Batı dünyasının değişmesi ve uluslar arası alanda, Türkiye’ninki başta olmak üzere, Müslüman demokrasilerine bir şans tanıması gerektiğini vurguluyor.
Üçüncüsü, İsrail algısı, Türkiye’nin mirasçısı olduğu; Osmanlı Müslüman dünyasının görüşlerinin, Müslüman dünyasının uluslar arası alanda algılanma biçimini değiştirmekte ve hak ettiği tanınma ve saygıyı sağlama yönünde, Batı’dan ve uluslar arası kuruluşlardan daha başarılı olduğuna dair bir inanca dayanıyor.
Bu düşünceye göre, doğru olan yaklaşım Müslüman dünyasının gerçek temsilcisine, yani Türkiye’ye, uluslar arası alanda ve küresel kuruluşlarda liderlik pozisyonu vermektir. Buna paralel olarak, bu kuruluşlar İsrail’in önemini azaltmalı, onun korunmasını desteklemeyi bırakmalı ve Hamas gibi İslami örgütlerin meşru kılınmasını kabul etmelidir. Diğer bir taraftan, İsrail, eylemleri yüzünden ve ayrıca sembolize ettiği şey yüzünden, dünya barışına bir tehdit olarak gösterilmektedir.
Türk otoritelerinin Gazze yardım filolarını organize etmeye olan katkıları İsrail’in kredilerini daha da yok etme ve İsrail- Filistin problemini enternasyonalize etme emellerine katkı sağlıyor.
Bu kampanyanın amacı İsrail’in imajını barbar ve uygarlaşmamış olarak göstermek ve onun tarihsel varlığının meşruiyetini sorgulatmak. Bu ayrıca, Filistinlilerin savunmasına destek vermeyen Arap rejimlerini de diktatörlük ve ahlaki meşruiyetten uzak olarak tanımlamaya da hizmet ediyor. Fakat esas olarak, bu AKP’nin liderliği altında Türkiye’yi, Sünni Müslüman dünyasının lideri, bölgesel bir süper güç, dünya barışı ile politik istikrarının merkez noktası haline getirmek için tasarlanmış bir şey.
Bu kampanyaya İsrail’in cevabı Türkiye’nin taktiklerini başarıya ulaştırdı. Bu da Türkiye’nin İsrail üzerinde baskısının büyüyeceği ve sadece birkaç yıl önce stratejik ortak olan bu iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulmaya devam edeceğinin bir göstergesi.
*Yazar Van Leer Enstitüsü’nün Akdeniz Bölümü’nde kıdemli araştırma görevlisi ve akademik direktördür. Ayrıca Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapmaktadır.
Çeviren: Gözde Nur Donat
http://www.jpost.com/Opinion/Op-EdContributors/Article.aspx?id=177087