YDH- İran’daki Sistemin Yararını Belirleme Kurulu Başkanı Ayetullah Haşimi Rafsancani, kişisel internet sitesinde aralarında Ayetullah Beheşti’nin de bulunduğu 72 üst düzey yetkilinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan 7 Tir (28 Haziran 1981) kanlı saldırısıyla ilgili bir yazı yayımladı.
YDH- İran’daki Sistemin Yararını Belirleme Kurulu Başkanı Ayetullah Haşimi Rafsancani, kişisel internet sitesinde aralarında Ayetullah Beheşti’nin de bulunduğu 72 üst düzey yetkilinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan 7 Tir (28 Haziran 1981) kanlı saldırısıyla ilgili bir yazı yayımladı.
İslam Devrimi’nin en etkili isimlerinden biri olan Ayetullah Haşimi Rafsancani, o dönemle ilgili anılarını naklettiği yazısının sonunda günümüzle ilgili olarak da son derece çarpıcı değerlendirmelerde bulunuyor.
29 yıl önce, 28 Haziran (7 Tir) öğleden sonra, savaşla ilgili gelişmelerin ve dışişleri bakanlığına yapılacak seçimin görüşüldüğü; iki dava arkadaşım Dr. Ayetullah Beheşti ve Dr. Ayetullah Bahoner’in yanı sıra o dönemin yetkililerinden oluşan birçok arkadaşımın da katıldığı İslam Cumhuriyeti Partisi’nin Merkez Kurulu toplantısının sonlarına doğru, bir gün önce Ebu Zer Camii’nde bombalı bir saldırıya uğrayan diğer dava arkadaşım Ayetullah Hamenei’nin durumunun ağır olduğu haberi ulaştı.
Ahmed (Humeyni) Bey’le evde görüşmeyi kararlaştırdığımız halde eve çok geç geldim ve onun oturup beklemekte olduğunu gördüm. Beni Sadr’ın azledilmesinden sonra cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında görüşecektik.
Ne kadar geçtiğini bilmiyorum, çalan telefonun sesine yöneldim. Telefonun diğer ucundan gelen yorgun ses, üzgün ve bitkin bir şekilde bana hadiseyle ilgili haberi verdi.
Gözlerimi kapattım, o toplantıya katılması beklenenlerin isimleri ve yüzleri zihnimde canlandı. Özellikle de çıkış kapısındaki son görüşmemizde “Sen git, orası daha önemli, burayı ben idare ederim” diyen Dr. Beheşti…
İnanamıyordum, Muutahhari’den, Mufettih’ten, Haşiminejad’dan ve hayatta kalıp kalamayacağı belli olmayan Hamenei’den sonra şimdi de Beheşti ve Bahoner mi gitmişti?
Adeta gökyüzü üzerime yıkılmıştı. Acı ve üzüntü, bütün ağırlığıyla kalbime baskı yapıyordu ve ara sıra çalan ve kızım Fatıma’nın cevap verdiği telefonlardan gelen çelişkili haberler yaralı kalbime su ve ateş döküyordu.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Güvenlik görevlileri olay yerine gitmeme izin vermiyordu. Benim “ne olmuş?” şeklindeki defalarca sorduğum sorulara, onların tekrar tekrar verdiği cevaplar şuydu: Ambulans sesleri kesilmiyor; halk, yaralıları ve cenazeleri enkaz altından dışarı çıkarmaya çalışıyor…
O heyecanlı anların sıcaklığında çalan telefona yöneldim. Telefondaki, sevgili Dr. Bahoner’in sesiydi ve adeta semadan geliyordu. Şaşkınlık içerisinde selamlayıp hal hatır sordum. Ben onun da toplantıda olduğunu sanıyordum.
Ona neler olduğunu sordum. Dedi ki, “Sayın Dırehşan [saldırıda hayatını kaybedenlerden biri] benim aşırı yorgun olduğumu görünce gidip dinlenmem konusunda ısrar etti. Nizamiye kapısından çıkıp arabaya yaklaştığım sırada patlama meydana geldi. Alevler çıkış kapısına kadar ulaştı. Binanın camları parçalandı, salon duvarları geri gitti ve tavan tek parça halinde çöktü. Elektrikler kesildi. Enkazın altından iniltiler, dua ve zikir sesleri geliyordu. İtfaiye geldi, tavanı komple kaldırmak için vinç gerekiyordu. Devrim karşıtlarının tehlikesi devam ediyor. Halk, tanınmış simaların olay mahallinde bulunmasını istemiyor. Zorla veya yalvararak oradakileri uzaklaştırıyorlar.”
Sağ kaldığı için Allah’a şükür ifadelerimi dile getirdim mi yoksa içimde mi kaldı bilmiyorum. Ancak onun da çok yakında yolcu olacağını nereden bilebilirdim. “Beheşti ne oldu?” dedim. Dedi ki: “Bilmiyorum, haberler çelişkili, kimi yaşadığını söylüyor, kimi yaralı diyor kimi ise şehit olduğunu ifade ediyor.”
O gece, benim için adeta aşıkların gecesi haline gelmişti. Ama şu farkla ki sabahında kavuşma yerine bana ayrılık haberini ulaştırdılar. Gece yarısı saat 2’de Beheşti’nin cennete gittiğini söylediler. Ben, iki erk başkanının yokluğunda ülke işlerinde sorun çıkmaması için onun gidişiyle oluşan dağı omuzlandım. Güneş doğmak üzereyken hem daha fazla bir şeyler öğrenmek hem de neler yapabiliriz diye görüşmek için başbakanın yanına gittim.
Radyodan halka hitaben konuşma yapmam ve halkı teskin etmem kararlaştırıldı. Ondan sonra meclise gittim. Halkın evi olan meclis, artık bir matem evi olmuştu. Ülkenin çeşitli yerlerinden 27 milletvekili gelmişti, milletvekilleriyle biraz konuştum. Kalpleri teskin edene, yani Cemaran’a [İmam Humeyni’nin evinin bulunduğu yer] giderek dostlardan ayrılığın tesellisini o sabır dağı olan İmam’dan dinlemeye karar verdik. Sabah 7.30’da İmam’ı dışarıdaki küçük odasında gördüm.
Mazlum Beheşti’nin ayrılığının acısıyla ümmetin kalbi olan kalbi duracak diye içimiz titriyordu. Nasıl oldu bilemiyorum, onu görünce aklıma şu şiir geldi:
Kırıldıysa eğer benim gönlüm, senin süzgün gözün sağ olsun
Şarabın fıçısı sağ olsun, kırılmış olsa da bir kadeh
İnanılır gibi değildi, zamanın Eyyub’u, üzüntü ateşinin tüm varlığını sardığını bildiğimiz halde Necef İlmiye havzası tarihinden bir latife anlatarak ve peygamberlerin ve evliyanın hayatından örnekler vererek bize sükunet ve güven kazandırdı.
Hayal güvercinim, hala ölü mü sağ mı olduğunu bilemediğim her dostumun hatıra dallarına konuyordu. Çünkü patlamanın olduğun günden o zamana kadar orada bulunduğunu ve şehit olduğunu düşündüğüm kişileri gördüğüm gibi, ismini yaralılar listesinde gördüğüm veya toplantıda olmadığını sandığım kişilerin ise şehit olduğu haberini alıyordum.
Zihnim Beheşti’yle meşguldü; sesi, hayali, bakışı, mazlumiyeti ve yıllardır onunla paylaştığım hatıraları bir an olsun zihnimden gitmiyordu. Bir gün ona “Seyyid, bunca iftira ve hakarete nasıl katlanıyorsun?” demiştim. O da gülmüş ve “değirmen çalışıyor” diye cevap vermişti.
Sanıyorum, salı günü şehitlerin cenazelerini defnedecektik. Üç görüş vardı, kimisi İsfahan’a götürelim diyordu, kimisi Kum’a götürmeyi teklif ediyordu, çoğunluk ise Beheşt-i Zehra’ya nurun merkezine defnedilmesini istiyordu.
Meclisteki büromda oturuyorken şehitlerin cenaze törenine katılmak üzere büyük bir halk kitlesinin toplandığı haberini verdiler. Halka konuşma yapmam istendi. Halkla yüz yüze geldiğim anda, halkın feryadı öyle yükselmişti ki ben ömrüm boyunca böylesine bir matem görmemiştim, bunun bir benzerini daha sonra İmam’ın vefatında gördüm.
Halkın elleri havada öylesine hareket ediyordu ki, adeta bir buğday tarlasında esen fırtına gibi dalgalar yaratıyordu. İnsanlar, “Haşimi Haşimi, Beheşti’n nerede?” diye slogan atıyordu.
Ağlamamaya çalışıyordum; ama gözyaşlarım aman vermiyordu, içeride ve dışarıda tüm gözlemcilerin bugün benim yapacağım konuşmaya kilitlendiğini biliyordum. Konuşma öncesinde Uhud savaşı ile ilgili ayetleri tekrar ederek kendimi sakinleştirdim. Benim o gün yaptığım konuşmanın belgeleri halen duruyor, isteyenler ona müracaat edebilirler. Konuşmamı bitirdikten sonra halk, Beheşti’yi 72 şehitle birlikte omuzlarında Beheşt-i Zehra’ya kadar taşıdı.
Ben, bu acı haberin dava arkadaşım Ayetullah Hamenei’ye ulaşmasını engellemek için hastaneye döndüm. Durumu iyi değildi; ama gazete ve radyo istiyordu. Ben, şimdi bunları ne yapacaksın? Dedim, o da “dışarıda olup biteni öğrenmek istiyorum” dedi. Artık gözyaşlarımı tutamıyordum, zorla kendime hakim olmaya çalışarak evet dışarıda bilmen gereken çok şey oluyor dedim.
Ben gittikten sonra öğrenmiş; ama öğrendikten sonra neler olduğunu ben bilmiyorum.
Meclise gittim, mecliste yeterli sayıya ulaşılamıyordu. Hükümet vardı; ama toplantılarında dört üye ve birkaç bakan yardımcısından başka kimse yoktu. Yargı Gücü Başkanı Seyyidu’ş- Şuheda [Ayetullah Beheşti] Serçeşme [patlamanın gerçekleştiği semt] yolcularının arasındaydı.
Savaş ateşi batıda ve güneyde alevlenmişti. Yetersizlikleri ortaya çıkmış olan siyasi rakipler, devranı döndürmek ve Uhud darboğazından çıkmak için devrimin 72 Hamza’sını şehit ederek İmam’dan ve dostlarından yana rahata ermek istemişlerdi.
Çok acı günlerdi; ama o acılarda ve zorluklarda Allah Teala, nizama tatlı anlar da bahşediyordu. Özellikle de yaralı milletvekillerini meclis yeter sayısına ulaşılabilmesi için sedyeyle meclise getirdikleri gün… Toplantının başlama zilini çaldığım zaman coşkularıyla devrim denizini durgunluktan kurtaran şehitlerin yüce kanına selam gönderdim.
Devrim’in Pir-i Kenan’ı, Yusuf’unun hicranıyla yaptığı konuşmasında söylediği sözlerle bizim gönlümüze teselli verdi. Özellikle de dostu da düşmanı da yakan “Beheşti mazlum yaşadı, mazlum öldü” cümlesiyle…
Onun ölümü için kullanılan mazlum tabiri, nifakın tüm örümcek ağlarını darmadağın etti. Hayatı için kullanılan mazlum tabiri ise aldanarak ona tertemiz hayatı sırasında iftira ve töhmetlerde bulunanların gönüllerinin nihan hanesinde bir ah olarak kaldı.
Şimdi o günlerin üzerinden 29 yıl geçiyor. Defterinin her gününün yaprağında, sinesinde hadiseler bulunan 29 yıl…
Genç Devrim, tüm iniş ve çıkışlarıyla tekamül yolundadır. İmam yok; ama onun vasiyetnamesi, eserleri, konuşmaları, yazıları, görüşmeleri bizim yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.
Düşmanlar hala var, ama renk ve şekil değiştirdiler. Hala düşmanlıklarının sadağında; hakaret, töhmet, iftira ve yalan okları bulunuyor ve kimi zaman gözü kapalı kimi zaman da gözü açık olarak bu okları atıyorlar. Bunlar da kimi zaman hedefe isabet ediyor, kimi zaman ise taşa çarpıyor.
Bizde ise, pirimizin tavsiyelerini gönlümüzde taşımamıza rağmen, belki dönemin sıkıntılarından dolayı, eski yürek genişliliği kalmadı. Düşmanlarımız arttı; ama düşmanı tanıma dairemiz sınırlandı. Dost görünümlü düşmanlar içimize sızdı. Uzaklara bakmak için kullandığımız pencere, çamur tuttu, her günümüzü ızdıraba çevirdi.
En müşfik eleştirilere katlanmıyoruz, dost görünümlü düşmanlarımızın uğursuz planlarını anlamıyoruz. Nifakı sadakat, töhmeti şecaat, hakareti açıklık, yalanı dirayet, sloganı basiret sanıyoruz. Ama bu kızgın pazarda İslam Devrimi ve İmam’ın idealleri öyle azizdir ki:
Eğer onu koruyan benim bildiğim koruyucu ise
Camı taşın kucağında bile korur
O dönemde Devrim, Mutahhari’nin, Beheşti’nin, Bahoner’in ve Recai’nin gidişiyle boşluk hissetse de –Nitekim İmam’ın varlığı sayesinde hissetmiyordu- bugün Mutahhari’ler, Beheşti’ler, Bahoner’ler ve Recai’ler çoktur. Töhmet ve iftira okları ve kişilik terörleri ne kadar zehirli de olsa halkın panzehiri bu nurlu ağacın, yani devrimin kurumasına, hatta yapraklarının solmasına bile izin vermez.
Devrimin pınarı hala kaynamaktadır, bu akan berrak pınar yolda belki biraz bulanmış olsa da şu, Allah’ın değişmez vaadidir. «استعینوا بالصبر و الصلاه» ve «ان تنصروا الله ینصرکم» ve İnşaallah hakkın zuhuru okyanusuna katılacaktır.
Çeviren: Alptekin Dursunoğlu