YDH- İngiliz araştırmacı gazetecilik portalı Declassified UK'e göre, Gazze söz konusu olduğunda, Filistinliler insan olmayanlar olarak görülüyor, zira onları desteklemek İngiliz planlamacılar için çok az değer ya da kazanç sağlıyor.
Declassified, İngiltere'nin, en büyük müttefiki ABD'ye itaatini ve yararlılığını İsrail'i destekleyerek gösterebildiğini, İsrail'in ise İngiliz silahlarının bir alıcısı, bölgede polislik yapan stratejik bir vekil ve giderek artan bir ticaret ortağı olduğunu vurguladı.
Birleşik Krallık parlamentosundaki milletvekillerinin dörtte birinin İsrail lobisinden fon aldığını zaman zaman haber yapan Declassified, Birleşik Krallık'ta politika belirleme üzerinde Filistinlilerin yaratabileceğinin çok ötesinde bir etkinin İsrail tarafından üretildiğini kaydetti.
Declassified UK'den Mark Curtis, bu bağlamda, İsrail'in Gazze'deki Filistinlilere yönelik soykırımında İngiltere bir suç ortağı rolü üstlendiğini açıklarken Birleşik Krallık kurumlarının soykırımlardaki suç ortaklığının yeni bir olgu olmadığını duyurdu.
Soykırımdaki suç ortaklığına dair bir farkındalığın olmayışının bir medya suçu olduğunu ifade eden Curtis şunu yazdı:
''İngiltere'nin ulusal, etnik, ırksal ya da dini bir grubu yok etme girişimi olarak tanımlanan soykırım yapan güçleri desteklemesinin uzun bir geçmişi vardır.''
1967-70 yılları arasında, en kötü insani krizine yol açan acımasız bir soykırım kampanyası olan Nijerya'nın ayrılıkçı Biafra bölgesine yönelik saldırısını gizlice silahlandıran ve destekleyen Harold Wilson yönetimindeki İngiliz İşçi Partisi hükümetiydi.
Üç yıl süren savaş boyunca, Nijerya'nın Biafra'ya uyguladığı abluka nedeniyle üç milyona yakın insan öldü ve bu da yaygın bir açlığa neden oldu.
Yetersiz beslenen ya da ölen çocukların resimleri Birleşik Krallık basınında yer alsa da, İngiliz rejimi Nijerya hükümetine sürekli destek verme politikasına karşı kamuoyundan ciddi bir muhalefet gördü.
Curtis'e göre, kamuoyu protesto etmekte haklıydı çünkü daha sonra gizliliği kaldırılan dosyalar İngiliz rejiminin ne kadar suç ortağı olduğunu ortaya koydu.
Bu belgeler, İngiliz bakanların Nijerya'ya gizlice büyük miktarlarda silah sağlayarak katliamları kolaylaştırmaya yardımcı olduklarını gösteriyor.
Bunu ülkenin birliğini korumak ve Nijerya'nın liderlerinin gözüne girmek, özellikle de BP ve Shell gibi İngiliz petrol çıkarlarını desteklemek için yaptılar.
Biafra'dan hemen önce İngiliz Muhafazakâr rejimi Irak'ta bir başka soykırımı silahlandırdı.
İngiliz bakanlar, 1963 yılında İngiliz yetkililerin Kürtlere karşı bir “terör kampanyası” başlatmasının ardından Irak yönetimine silah ihracatını hızlandırdı.
Gizliliği kaldırılan dosyalar, İngiltere'nin ülkenin kuzeyindeki Kürt köylerini yok etmek için kullanılacağını bile bile Bağdat'a binlerce roket gönderdiğini gösteriyor.
İngiliz bakanlar ayrıca, “gerektiğinde Kürtlere karşı kullanılabilecek” yüzlerce zırhlı personel taşıyıcının ihracatını da onayladılar.
Harold Macmillan hükümetinin Dışişleri Bakanı Alec Douglas-Home, bir dosyaya göre “genel olarak Irak'ın silah ihtiyacının mümkün olduğunca çabuk karşılanması konusunda endişeliydi”.
Bir bakanlık komitesi “kazanılacak önemli ticari avantajlar var” ve “askeri ihracatın kapsamı önemli” dedi.
İngilizler ayrıca Birleşmiş Milletler'in Irak'taki soykırım iddialarını tartışmamasını sağlamaya çalıştı.
Ve 1965'te savaş devam ederken, Wilson yönetimindeki yeni İşçi Partisi hükümeti, Kürt lider Mustafa Barzani'nin Irak'ın Kürtlere karşı olası kimyasal silah saldırılarına başlamasını önlemeye yönelik ricalarını görmezden geliyordu.
Çeyrek yüzyıl sonra, Irak'ın diktatörü Saddam Hüseyin Kürtlere karşı yeni bir soykırım kampanyası başlattığında da benzer öncelikler ortaya çıktı.
En alçakça olanı da, güçlerinin Mart 1988'de Kürt kasabası Halepçe'ye karşı kimyasal silah kullanması ve 3 binden fazla insanın ölmesiydi.
Curtis, ''Margaret Thatcher yönetimindeki Birleşik Krallık hükümeti nasıl tepki verdi?'' diye sorarak, Halepçe'den beş ay sonra Irak ve İran'ın, aralarında uzun süredir devam eden savaşı sona erdiren bir barış anlaşmasını imzaladığını belirtiyor.
Whitehall Saddam'ın kimyasal saldırılarını kınamış olsa da, İngiltere Dışişleri Bakanı Geoffrey Howe, Thatcher'a gönderdiği gizli bir raporda “İran ve Irak'a savunma teçhizatı satışı için önemli fırsatlar olacağını” belirtti.
Bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, “Halepçe'de Kürtlere yapılan muamele konusunda öfkemizi dile getirdikten hemen sonra, silah satışları konusunda daha esnek bir yaklaşım benimsememiz çok alaycı görünebilir” dedi.
İngiltere 1980'lerin başında Saddam'a zaten bir dizi silah sağlamıştı.
Ekim 1989'da Dışişleri Bakanı William Waldegrave, “Birleşik Krallık'ın potansiyel olarak bu kadar iyi bir konumda olduğu herhangi bir yerde gelecekte bu ölçekte bir pazar olduğundan şüpheliyim. Irak'ın politikamızdaki önceliği çok yüksek olmalıdır.” dedi.
İngiltere o zamana kadar çok sayıda İngiliz şirketinin Nisan 1989'da Bağdat'ta düzenlenen ve hükümetin Savunma İhracatı Hizmetleri Örgütü'nden silah satıcılarının da katıldığı silah fuarında ekipman sergilemesine izin vermişti.
İnsan Hakları İzleme Örgütü 1987-9 yılları arasında “Kuzey Irak Kürtlerine karşı yürütülen imha kampanyasını” belgeledi.
Belgelerle beraber, 2 bin köyün toptan yok edildiği ve yüz binlerce kişinin zorla yerinden edildiği sonucuna varıldı.
Bir önceki on yıl, General Suharto yönetimindeki Endonezya askeri rejiminin 1975 yılında Doğu Timor topraklarını vahşice işgal etmesiyle savaş sonrası dünyanın en kötü toplu katliamlarından birine daha tanıklık etmişti.
Gizliliği kaldırılan dosyalar Wilson hükümetinin bu işgali desteklediğini gösteriyor.
İngiltere'nin Jakarta Büyükelçisi John Ford şöyle yazmıştı:
“Buradan da görüldüğü üzere, Endonezya'nın Doğu Timor topraklarını “mümkün olan en kısa sürede ve göze batmadan” ele geçirmesi İngiltere'nin çıkarınadır. Eğer iş başa düşer ve Birleşmiş Milletler'de bir tartışma çıkarsa, başımızı öne eğmeli ve Endonezya Hükümetine karşı cephe almaktan kaçınmalıyız”
İngiltere'nin yaptığı buydu ve sonraki birkaç yıl içinde yaklaşık 200 bin Timorlu öldürüldü.
Wilson'un başbakan olarak halefi James Callaghan, Endonezya'ya savaş uçakları satmaya devam etti ve bu uçaklar devam eden baskı kampanyasında kullanıldı ve Timorluların bağımsızlığı için başlatılan halk hareketinin yenilgiye uğratılmasına yardımcı oldu.
İngiliz politika yapıcıları, her ikisi de Afrika'da gerçekleşen ve tarihsel hafıza boşluğuna düşen diğer iki soykırımda da parmağı vardı.
Robert Mugabe yönetimindeki yeni bağımsız Zimbabve, 1983-87 yılları arasında ülkenin güneybatısındaki Matabeleland'da yaşayan Ndebele halkına karşı bir dizi toplu katliam gerçekleştirdi.
Belgeler, Birleşik Krallık yetkililerinin ve sahadaki İngiliz Askeri Danışma Eğitim Ekibinin, 10 bin ila 20 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Matabeleland katliamları hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olduğunu gösteriyor.
Ancak bu yetkililer vahşetin boyutunu küçümsedi ve bu vahşete karşı kasıtlı bir körlük politikası benimsemeyi tercih etmişlerdi.
İngiltere, eğitim ekibini ülkede tutmak ve Mugabe ile olumlu bir ilişki geliştirmek istiyordu.
Curtis'e göre, Zimbabve'nin otoriter liderinin kısa süre içinde İngiltere'nin baş belası haline gelmesi biraz ironikti.
On yıl sonra daha da feci bir soykırım meydana geldi.
Ruanda'da 1994 yılında yaşanan katliam, belki de son zamanlarda kamuoyunda en çok bilinen soykırım vakasıdır, ancak Birleşik Krallık'ın bu olaydaki rolü hala yaygın olarak anlaşılamadı.
Nisan 1994'ün başlarında Ruanda'da Tutsi etnik grubuna mensup kişilerin öldürülmeye başlanmasının ardından BM Güvenlik Konseyi, ülkedeki barış misyonunu güçlendirmek ve müdahale için daha güçlü bir yetki vermek yerine, asker sayısını 2 bin 500'den 270'e düşürmeye karar verdi.
İngiltere'nin BM Büyükelçisi Sir David Hannay, BM'nin gücünü geri çekmesini önerdi ve ABD de bunu kabul etti.
Bu karar, soykırımı planlayanlara BM'nin müdahale etmeyeceğine dair yeşil ışık yaktı; küçük bir BM askeri gücü sadece göçmenleri kurtarmak için geldi ve sonra ayrıldı.
Belçika'nın BM barış misyonundaki üst düzey subayı, bu güç geri çekilmeseydi ölümlerin durdurulabileceğine inanıyordu.
Ruanda'daki BM gücüne komuta eden Kanadalı general Romeo Dallaire daha sonra bu tahliyenin “BM'yi oluşturan egemen devletlerin affedilemez ve ahlaki olarak kabul edilemez bir ilgisizlik” gösterdiğini söyledi.
Mayıs 1994'e gelindiğinde, belki de yüz binlerce kişi ölmüşken, katliamların durdurulmasına yardımcı olmak üzere 5 bin 500 askerin gönderilmesi için bir başka BM önerisi daha vardı.
Bu sevkiyat, başta ABD büyükelçisinin baskısı ve İngiltere'nin desteğiyle ertelendi.
Dallaire, bu birlikler hızla konuşlandırılmış olsaydı, on binlerce kişinin daha hayatının kurtarılabileceğine inanıyor.
Bugün Gazze'de ve 1960'larda Irak'ta olduğu gibi, İngiliz yetkililer BM'nin Ruanda'daki katliamı tanımlamak için “soykırım” kelimesini kullanmamasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar; bu, devletleri suçluları “önlemek ve cezalandırmakla” yükümlü kılacaktı.
Nisan 1994'ün sonlarında, İngiltere tarafından hazırlanan ve “soykırım” teriminin kullanılmasını reddeden bir güvenlik konseyi kararı ABD ve Çin'in desteğiyle kabul edildi.
Temmuz 1994 tarihli bir kararda “olası soykırım eylemlerinden” bahsedilmiş ve diğer güvenlik konseyi belgelerinde de benzer şekilde ölçülü bir dil kullanıldı.
Batı'nın Ruanda'daki soykırımdaki rolü gazeteci Linda Melvern tarafından dikkatle belgelenmiş olsa da, yıldönümlerinde ve atıflarda medyada yer almaktan büyük ölçüde kaçınıyor.
Birleşik Krallık hükümetlerinin denizaşırı ülkelerdeki soykırıma suç ortaklığı boyutunda desteğinin sorgulamasını yürüten Curtis, İngiltere'nin uluslararası hukuk ya da insan haklarının desteklenmesi gibi kaygılarla hareket etmediğini öne sürüyor.
Petrol çıkarlarını korumak, silah ihracatını kolaylaştırmak veya jeopolitik hedeflere ulaşmak gibi daha acil öncelikler olmadığında söz konusu ilkelerin zaman zaman periferik politika kararlarını etkileyebileceğini savunan Curtis'e göre, eski/yeni İngiliz bakanlar denizaşırı ülkelerde işledikleri suçlardan dolayı hiçbir zaman sorumlu tutulmuyor ve dolayısıyla mevcut bakanlar için caydırıcı bir unsur olmuyor.
Curtis şunları yazdı:
''Yaptıklarının yanlarına kar kalacağını biliyorlar. Aslında bu cezasızlık İngiliz sisteminin içine yerleştirilmiştir. Birleşik Krallık'ın yazılı olmayan anayasasına Kraliyet dokunulmazlığı kavramı nüfuz etmiştir.''