Netanyahu, hırsları uğruna hem kendini hem de ‘devletini’ ateşe atarken, Biden hem kendini hem de İsrail’i kurtarmaya çalışıyor.
Bir tarihsel analojiyle başlayacağız. Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1915-1918 yılları arasında Cebel-i Lübnan bölgesini kasıp kavuran büyük kıtlık, hem gıda erişimini çok zorlaştırması, hem de yetersiz beslenme koşullarında salgın hastalıkların çok daha hızlı bir şekilde yayılması sebebiyle, savaşın diğer etkileriyle birlikte bölge nüfusunun yaklaşık üçte birinin ölümüne sebep olmuştu.
Kıtlığın muhtelif sebepleri vardı: Osmanlı ordusu tarafından buğday stoklarının müsadere edilmesi, yerel memurların görevini kötüye kullanmasıyla sıradanlaşan istifçilik ve karaborsacılık, tarımsal üretimi düşüren aşırı sıcaklar ve çekirge istilası bu sebepler arasındaydı.
Açlıktan ölümlere sebep olan bir başka faktör ise, başta Fransa olmak üzere İtilaf Devletleri’nin Lübnan’a uyguladığı deniz ablukasıydı.
Savaş bittiğinde ise Cebel-i Lübnan bölgesinin kontrolünü ele geçiren Fransız güçleri, sokaklarda cansız halde yatan insan bedenlerinin arasından geçerek, bölgenin dört bir yanına tonlarca erzak dağıttı.[1]
Bu şekilde, kendilerinin de müsebbipleri arasında yer aldığı kitlesel açlığı ortadan kaldıran ‘kahraman’ pozisyonuna büründü.
Amerika Birleşik Devletleri ise herkesin bildiği üzere hem ablukanın hem de soykırım saldırılarının bir numaralı destekçisi oldu.
ABD Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların, açlıktan ölümlerin başladığı Gazze Şeridi’ne 2 Mart Cumartesi gününden itibaren havadan gıda ve insani yardım indirmeye başlaması, genel bağlamın farklılığına rağmen, bu süreçle bazı paralel özellikler de taşıyor.
Gazze’de yaşanan kitlesel açlığın muhtelif sebepleri değil, tek bir sebebi bulunuyor: 2007 yılında başlayan ablukanın Gazze’yi kendi ayakları üzerinde duramaz ve dış yardımlara muhtaç hale getirmesi ve 7 Ekim sonrasında İsrail’in bu dış yardımları da bloke etmesi.
Amerika Birleşik Devletleri ise herkesin bildiği üzere hem ablukanın hem de soykırım saldırılarının bir numaralı destekçisi oldu.
Un katliamı
Buna rağmen 2 Mart’ta başlayan havadan yardım indirme operasyonları, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı tarafından, “Gazze halkına hayat kurtaran insani yardımlar sağlama çabalarının” parçası olarak resmedildi.[2]
Çoğu çocuk olmak üzere ondan fazla insanın şimdiden açlıktan hayatını kaybetmesine ilave olarak, 29 Şubat günü Harun el-Reşid caddesinde un dağıtımını bekleyen Filistinlilerin üzerine işgal güçleri tarafından ateş açılması ve 112 kişinin insanlığa karşı suç niteliği teşkil edecek şekilde öldürülmesi, ABD’yi bazı Arap ülkeleriyle koordineli bir şekilde bu yeni açılıma gitmeye sevk etti.
Bu tiyatro, Gazze’deki sivillerin zaten ihtiyaç duyduğu yardımlara erişebildiği algısının oluşmasıyla, uluslararası kamuoyunda özellikle ‘un katliamı’ sonrasında oluşan infial halinin soğumasını sağlayacak.
Ancak Biden yönetiminin, devamının da gelmesi muhtemel olan bu operasyonları tam olarak neden başlattığı konusunda birkaç farklı yorum yapmak mümkün.
Tamara Nassar ve Ali Abunimah’ya göre bu yardımların getireceği sonuç, “kasıtlı olsun veya olmasın, İsrail’i ve destekçilerini, Tel Aviv’in mümkün olan en fazla sayıda insana acı ve ölüm getirme yönündeki açık niyetle kıyı şeridine [Gazze’ye] uyguladıkları topyekûn ablukanın kaldırılması için uygulanan baskıdan kurtarmak” olacak.[3]
Bir başka deyişle bu tiyatro, Gazze’de yaşayan Filistinli sivillerin zaten ihtiyaç duyduğu yardımlara erişebildiği algısının oluşmasıyla, uluslararası kamuoyunda özellikle ‘un katliamı’ sonrasında oluşan infial halinin soğumasını sağlayacak.
İlk yardımların 38 bin öğünlük olduğunu, dolayısıyla içerdiği malzemeler süt tozu veya son kullanma tarihi geçmiş hazır yiyecekler değilse bile, 2 milyondan fazla insanın bir günlük ihtiyacının yüzde birine bile denk gelmediğini de eklemek gerekiyor.
İkinci olası açıklama, başlangıç kısmında sözünü ettiğimiz ‘kurtarıcılık’ misyonuyla ilintilidir.
Herhalde Gazze’de yaşayan Filistinlilerin bu yardımlar için Biden’a minnet duymasını bekleyecek hiç kimse yoktur.
Ancak “hayat kurtarıcı yardım” anlatısının uluslararası kamuoyunda ve özellikle ABD iç kamuoyunda bir karşılık bulması muhtemeldir ve tam bu noktada Biden, kamuoyu algısında meydana gelecek bir değişime hararetle ihtiyaç duymaktadır.
Özellikle yaklaşan başkanlık seçimi öncesinde ABD’de giderek yoğunlaşan tepkiler sebebiyle Biden, soykırım ortağı yaftasından kurtulmanın yollarını aramaktadır.
Nitekim Biden’ın İtalya Başbakanı Georgia Meloni’yle birlikte düzenlediği basın toplantısında, un katliamına referansla timsah gözyaşlarıyla telaffuz ettiği “Masum insanlar, korkunç bir savaşın içinde ailelerini besleyemiyorlar ve yardım almaya çalıştıkları zaman yanıtın ne olduğunu gördünüz. Daha fazlasını yapmamız gerekiyor ve Amerika Birleşik Devletler daha fazlasını yapacak” sözleri dikkat çekmişti.[4]
Biden-Netanyahu çatlağı
Öte yandan, ABD’nin bu politika değişikliği, buraya kadar söylediklerimizle son tahlilde ters düşmemekle birlikte, Biden ve Netanyahu arasındaki çatlağın yeni ve belki de geri dönüşsüz bir merhaleye geldiğinin göstergesi olarak da kabul edilebilir.
Zira bu yardımlar, bir başka sembolik anlamı itibariyle atipik bir nitelik de taşıyor. Nitekim savaş esnasında kuşatma altında bulunan bir topluluğa havadan yardım ulaştırma ilk kez görülen bir uygulama olmasa da, bunun müttefik bir gücün kuşatması altındaki bir bölgeye uygulandığı görülmemiştir; bilakis hava yardımları düşman bir kuvvetin kuşatması altındaki halka ulaştırılır.
Netanyahu’nun bu savaştaki beklentilerinden biri de kendi siyasi ömrünü olabildiğince uzatmaktı.
Bunu, Netanyahu’nun Biden’ın düşmanı hale geldiği anlamında söylemiyoruz, ancak bu sıra dışı ve teamül dışı eylemi, köprüleri atma göstergesi olarak yorumlamak için belli bir zemin mevcuttur.
Netanyahu’nun 7 Ekim öncesinde de Washington’da istenmeyen adam konumunda olduğu ve ‘yargı reformu’ sebebiyle düzenlenen protestoların ABD tarafından güçlü bir şekilde desteklendiği biliniyor.
Hatta pek çok yorumcunun haklı bir şekilde işaret ettiği üzere Netanyahu’nun bu savaştaki beklentilerinden biri de kendi siyasi ömrünü olabildiğince uzatmaktı.
Ancak bu kendisi için aynı zamanda bir kumar niteliği taşıyordu ve savaşın her bakımdan açmaza varması, hem Netanyahu’nun başbakanlık koltuğuna er ya da geç veda etme ihtimalini epey kuvvetlendirdi, hem de bir entite olarak bizatihi İsrail’i orta ve uzun vadede ciddi sonuçları olacak büyük bir krize soktu.
Bu açılardan bakıldığı zaman Washington’da Netanyahu’suz bir İsrail arayışının kuvvetlendiğine kesin gözüyle bakabiliriz.
Eski ‘muhalif’ liderlerden, şimdiki savaş kabinesinin üyelerinden Benny Gantz’ın, protokollere aykırı bir şekilde Netanyahu’nun onayı olmadan Washington’a yapacağı ziyaret de bu arayışlarla yakından ilintili gibi görünüyor.
Biden aynı zamanda en başından beri şerh düştüğü Itamar ben Gvir’den ve öteki ‘aşırılıkçı’ bakanlardan da kurtulmak istiyor. Aksi halde bu kontrol edilemez hükümetin uzun vadede İsrail’in varoluşunu riske atacağını da açıklıkla ifade ediyor.[5]
Beyaz Saray bir yandan da savaş sonrasında Gazze’nin kimin tarafından yönetileceği konusunda kendi yol haritasını çizmeye başladı.
‘Ertesi gün’ planında Gazze’yi yönetecek Filistinlilerin hem Tel Aviv’de, hem Körfez’de kabul görecek, ABD’nin de uyum içinde birlikte çalışabileceği Filistinliler olması gerekiyor.
Bilindiği gibi Netanyahu’nun en başından beri peşinden koştuğu hedefler, Gazze’den mümkün olduğunca fazla insanın tehcir edilmesi, bölgenin bir kısmının veya tamamının İsrail askeri kontrolüne geçmesi ve hatta 2005 öncesinde olduğu gibi Gazze’ye İsrailli yerleşimcilerin taşınmasıydı.
ABD ise işgal devletine bu amaçlara hizmet edecek muazzam miktarlarda silah temin edip başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olmak üzere her platformda kalkan olurken, savaşın amacını “Hamas’ın bir daha saldırı düzenleyemez hale getirilmesi” ile sınırlı tuttu.
Aynı zamanda savaş sonrasında Gazze’nin Filistinlilerin yönetiminde kalması gerektiğini vurguladı.
ABD’nin Oslo sürecinden beri kendisine biçtiği sözde hakem rolü ve Güvenlik Konseyi’nin geçmişteki bağlayıcı kararları, Beyaz Saray’ın bu pozisyonu benimsemesinde etkili faktörler arasında yer alıyor.
Öte yandan ‘ertesi gün’ planında Gazze’yi yönetecek Filistinlilerin hem Tel Aviv’de, hem Körfez’de kabul görecek, ABD’nin de uyum içinde birlikte çalışabileceği Filistinliler olması gerekiyor.
Ramallah’ta istifanın anlamı
Son günlerde bu yöndeki girişimler de hızlandı. El Fetih kontrolündeki Ramallah hükümetinin başbakanı Muhammed Iştiyye’nin görevinden istifa etmesi kuşkusuz bu girişimlerin bir parçası.
Iştiyye, istifa mektubunu sunarken, Gazze’deki gerçeklik temelinde, Filistinliler arasında birlik ve konsensüsün sağlanması gerektiğini ifade etmişti.
Kastettiği ise direniş örgütleri de dahil olmak üzere tüm Filistinlilerin içinde yer alacağı bir hükümetin kurulması değil; hem Gazze hem de Batı Şeria’yı yönetecek, ABD dahil tüm aktörlerin birlikte çalışabileceği yeni ve farklı tipte bir hükümete zemin oluşturulmasıydı.[6]
Böyle bir planın direniş tarafından kabul görme ihtimali hemen hemen sıfır;
Kulislerde konuşulan senaryoya göre, bunun hiçbir fraksiyona mensup olmayan isimlerden müteşekkil bir teknokratlar hükümeti olması, başına da ABD’de iktisat eğitimi almış ve geçmişte Dünya Bankası’nda çeşitli görevler üstlenmiş Muhammed Mustafa’nın geçmesi bekleniyor.
Böyle bir planın direniş tarafından kabul görme ihtimali hemen hemen sıfır; ancak bu girişimler de Biden ve Netanyahu’nun kendi yollarından gittiğinin bir göstergesi olduğundan, önem taşıyor.
Hatta kurulması arzulanan teknokratlar hükümetiyle yeni bir “iki devletli çözüme” giden yolun bile inşa edilmek istendiği ileri sürülebilir.
Savaşın beşinci ayını doldurmak üzere olduğu bu günlerde, geçici bir ateşkesin yürürlüğe girip giremeyeceği de dahil olmak üzere bir dizi husus belirsizliğini koruyor ve orta ve uzun vadeli gelişmeler bir yana, kısa vadeli gelişmelere dair bile her türlü öngörüde bulunurken ihtiyatlı olmak gerekiyor.
Ancak bir husus artık netleşmiş gibi görünüyor: Beyaz Saray’ın kendisine ait, Tel Aviv’inkinden farklı bir yol haritası var.
Bu çatlak, dolaylı ve sınırlı şekillerde de olsa Filistin halkının ve direnişinin fayda sağlayacağı bir zemin de meydana getirebilir.
Ancak bu çatlağın gerçek niteliğini kesinlikle gözden kaçırmamak gerekiyor: Netanyahu, hırsları ve hülyaları uğruna hem kendini hem de ‘devletini’ ateşe atarken, Biden hem kendini hem de son kertede İsrail’i kurtarmaya çalışıyor.
Makalelerdeki düşünceler yazarına aittir ve YDH’nın politikasını yansıtmayabilir.
[1] Konuyla ilgilenebilecek olanlara özellikle şu çalışmayı incelemelerini öneririm: “Graham Auman Pitts, “’Make Them Hatred in All of the Arab Countries’: France, Famine, and the Creation of Lebanon”; Richard P. Tucker, Tait Keller, J. R. McNeill, Martin Schmid (ed.). Environmental Histories of the First World War (Cambridge: Cambridge University Press, 2018) içinde, s. 175-190.
[2] Resmi Twitter (X) hesabından yapılan paylaşım: https://twitter.com/CENTCOM/status/1763950219547287820
[3] Tamara Nassar & Ali Abunimah, “Demeaning airdrops over Gaza are humanitarian aid theater”, Electronic Intifada, 3 Mart 2024, https://electronicintifada.net/content/demeaning-airdrops-over-gaza-are-humanitarian-aid-theater/44946.
[4] “Biden says US will begin humanitarian aid airdrops into Gaza”, The Independent, 1 Mart 2024, https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-politics/biden-gaza-aid-airdrops-us-b2505638.html
[5] “Netanyahu'yu kaygılandıran Washington ziyareti”, Yakın Doğu Haber, 2 Mart 2024, https://ydh.com.tr/d/18644/netanyahu-nun-rakibi-gantz-washington-yolcusu.
[6] “Palestinian PM Shtayyeh hands resignation to Abbas over Gaza ‘genocide’”, El Cezire, 26 Şubat 2024, https://www.aljazeera.com/news/2024/2/26/palestinian-pm-submits-resignation-to-mahmoud-abbas-over-gaza-aggression.