Refah bölgesinde yaşanan çatışmalar, olası bir ateşkesin içeriğini belirlemenin çok ötesinde sonuçlar doğurabilir.
15 Mayıs 1948, Filistin tarihindeki en büyük kırılma sürecinin başlangıcını ifade ediyor.
Filistin halkının “Felaket” anlamında “Nakba” (yahut Türkçe metinlerde daha az kullanılan, ancak daha doğru bir seslendirmeyle “Nekbe”) adını verdiği bu süreçte, sekiz yüz bine yakın Filistinli yaşadığı yerlerden çıkarılıp mülteci durumuna düşürülmüş, ev ve arazilerine el konulmuş, aynı zamanda yirmiden fazla katliamlar gerçekleşmiş ve dört yüzü aşkın Filistin köyü haritadan silinmişti.
İsrail resmi tarih anlatılarına göre 14 Mayıs 1948 günü David ben Gurion tarafından İsrail’in “bağımsızlığının” ilan edilmesinin hemen sonrasında bölgedeki Arap devletleri (Irak, Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan) “Yahudi devletini doğar doğmaz boğmak” ve bir “İkinci Holokost” gerçekleştirmek üzere 15 Mayıs’ta İsrail’e saldırdı.
“Birinci Arap-İsrail Savaşı” esnasında pek çok Filistinli Arap, ya kendi isteğiyle çatışma bölgelerinden kaçtı ya da Arap orduları tarafından güvenli bölge olarak tanımlanan yerlere taşındı. Bir varlık-yokluk savaşı veren İsrail güçleri ise savaştan galip çıkarak hakimiyet alanını genişletti.
Oysa ki İsrail ordu arşivleri de dahil olmak üzere sayısız birincil ve ikincil kaynak, herhangi bir müphemliğe yer vermeyecek şekilde, bambaşka bir hikayeyi gözler önüne seriyor.
Her şeyden önce David ben Gurion liderliğindeki Siyonist güçler, savaşın patlak vermesinden çok önce detaylı hazırlıklara girişmişti.
Daha 1930’lu yıllarda Hagana tarafından kapsamlı köy dosyaları oluşturmuş, Filistin köylerinin topografik konumlarından irtibat yollarına, demografik ve sosyo-politik bileşiminden köy erkeklerinin hangi yaş aralıklarında olduğuna ve 1936 isyanına katılma düzeylerine kadar çok sayıda veri arşivlenmişti.
Bu veriler 1948 yılında başlayan etnik temizlik sürecinde aktif şekilde kullanıldı. Özellikle 1936 isyanına katılmış olan Filistinliler, “infaz listelerine” dahil edildi.
Nitekim 1948 yılının muhtelif zamanlarında köy baskınları gerçekleştiğinde Siyonist milisler tarafından bütün erkekler toplanıyor, listelerde yer alan kişiler derhal infaz ediliyordu.
İkinci olarak, kurulacak İsrail devletinin olası egemenlik alanı, 1948’den epey önce belirlenmişti.
Nitekim Ağustos 1946’da Siyonist liderleri Paris’teki Royal Monceau Oteli’nde toplayan David ben-Gurion, bu toplantıda liderlere “Filistin’in büyük bölümünü talep edeceklerini” ilan etmişti.
Buna göre, Yahudi hakimiyetinin güvence altına alınması şartıyla Filistin’in yüzde seksen ila yüzde doksanlık kısmı, yaşanabilir bir devlet kurmak için “yeterli” idi.
29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 13’e karşı 33 oyla kabul ettiği Filistin Taksim Planı, hiçbir meşru sebep olmadığı halde Filistin’i “Arap Devleti” ve “Yahudi Devleti” olarak ikiye bölmekle kalmamış, Filistin’in %56’lık kısmını da Yahudi Devleti’ne vermeyi kararlaştırmıştı.
Arap tarafı planı doğal olarak reddederken Siyonistler kararı desteklediklerini duyurdu. Ancak gündemlerinde olan şey Filistin’i paylaşmak ve bu %56’lık kısımda bir devlet kurmak da değildi.
Taksim Planı, gerçekte, ilan edilecek İsrail Devleti için bir “uluslararası meşruiyet” zemini olacaktı. Aynı zamanda da çok daha büyük bir alana yayılacak bu devlet için bir sıçrama tahtası işlevi görecekti.
Nihayet 10 Mart 1948 tarihinde Ben Gurion tarafından ilan edilen Dalet Planı’yla harekete geçildi ve Mart sonundan Mayıs ortasına kadar iki yüz civarında Filistinli köyü işgal edildi; sakinleri de tehcir edildi.
9 Nisan 1948 tarihli meşhur Deir Yasin katliamı da bu zaman aralığında gerçekleşti. Katliam bir yandan Kudüs’e giden yolu açmayı, diğer yandan Filistinli Araplar arasında dehşet ve panik duygusu oluşturmayı hedefliyordu.
Böylelikle başka yerlerde de Siyonist milislerin yaklaştığı haberini alan Filistinliler kaçacak, köy ve kasabalar kolayca işgal edilebilecekti.
Pek çok yerde ise “kendiliğinden” kaçmayan Filistinliler zor kullanılarak sürülüyordu.
Siyonist güçler ayrıca, İngiliz memurları tarafından da doğrulanan Akka kuyularının zehirlenmesi örneğinde olduğu gibi, biyolojik savaş yöntemlerine dahi başvurdu.
İsrail anlatılarında tersyüz edilen üçüncü önemli husus da Arap devletlerinin bu felaketi engelleyecek neredeyse hiçbir girişimde bulunmadığı gerçeğidir.
Nitekim İngiliz manda yönetiminin son haftalarında Arap ordularının Filistin’i kurtarmak için gelişinin eli kulağında olduğu şayiaları dolaşıyor olsa da, beklentilerin aksine sadece az sayıda birlik, gönülsüz olarak Filistin’e gitti.
14 Mayıs’ta İngiliz mandasının son bulmasının ve Ben Gurion’un “devlet ilanının” akabinde Birleşik Arap Gücü altında İsrail’e resmen savaş ilan edilse de, toplam 30 bin kişilik Hagana güçlerinin karşısına çıkarılan “birleşik” gücün toplam asker sayısı 20 binden fazla değildi.
Dahası, bu “birleşik” gücü oluşturan Arap ordularının askerleri birbirinden tamamen kopuk halde hareket ediyordu.
En önemlisi, özellikle Ürdün Haşimi Krallığı, zahiren İsrail’le savaşıyor gibi görünürken en başından itibaren İsrail’le el altından temas ve pazarlık halindeydi. Üzerinde anlaşılan formül, Batı Şeria’nın Ürdün kontrolünde kalması, diğer bölgelere ise Ürdün güçlerinin girmemesiydi.
Ürdün rejimi, bir başka Haşimi monarşisi tarafından yönetilen Iraklı askerlere de savaşmamalarını telkin etti. Bu çağrıya uyan Iraklı generallerden bazıları, 1958 yılında Haşimi monarşisini deviren milliyetçi darbe sonrasında ihanet suçlamasıyla idam edilecekti.
İşte İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs dışında Filistin’in tamamına hâkim olması ve kontrol sağladığı bölgelerden yerli Arap nüfusu büyük oranda sürmesi, tüm bu faktörlerin sonucunda mümkün olabildi.
1950 yılından başlayarak çıkarılan bir dizi yasayla, Filistinlilerden geriye kalan ev, arazi ve diğer mülkler “devlet mülkü” haline getirildi.
On yıllar boyunca mezarlıklar da dahil olmak üzere Filistinlilere ait olan ve bu şehir ve köylerin bir zamanlar Arap şehirleri ve köyleri olduğunu gösteren neredeyse her unsur sistematik olarak yok edildi.
1967 yılında da Filistin’den geriye kalan bölgeler işgal edildi.
***
Nakba’nın tarihte kalmış bir olay değil, süregiden bir gerçeklik olduğu sıklıkla ifade edilir. Zira işgaller, mülksüzleştirme, yerli halkın tehciri ve toplu kıyımlar on yıllar boyunca devam etmiştir.
İsrail rejiminin, Filistin’in mümkün olan en geniş kısmına sahip olma ve ele geçirdiği bölgeleri yerli halktan mümkün olduğunca arındırma siyaseti, 76 yıldır Siyonist rejimin bütün politika ve uygulamalarının merkezinde olmuştur.
Nakba’nın süregiden niteliği, Ekim ayından beri Gazze’de tüm şiddeti ve dehşetiyle kendisini gösteriyor.
Filistin tarihinin hiçbir döneminde tanık olunmayan büyüklükte bir yıkıma ve intifada süreçleri de dahil olmak üzere hiçbir dönemde gerçekleşmeyen düzeydeki can kayıplarına ilave olarak Siyonist rejim, en başından itibaren Gazze’de yaşayan 2 milyondan fazla Filistinliyi bu bölgeden sürme yönelimi içinde oldu.
Arap rejimleri ise 76 yıl sonra yeni bir felaket yaşanırken, 1948’dekinden daha da pasif, etkisiz, hatta işbirlikçiliğe varan tutumlar sergiledi.
Ancak eşi benzeri görülmeyen bu yıkımı gerçekleştiren İsrail ordusu, aynı zamanda bütün niyet ve girişimlerini suya düşüren tarihi bir direnişle karşı karşıya kaldı ve sekiz aya yakın bir süre zarfında, siyasi amaçlarından hiçbirini gerçekleştiremedi.
Bu satırların yazıldığı an itibariyle özellikle Refah bölgesinde yaşanan çatışmalar, olası bir ateşkesin içeriğini belirlemenin çok ötesinde sonuçlar doğurabilir. Belki de Gazze direnişi, yalnızca yeni bir işgal girişiminin değil, Filistinlilerin makus talihinin de yenilmesiyle ve 76 yıl sonra Nakba’nın durdurulmasıyla, hatta tarihin akış yönünün tersine çevrilmesiyle sonuçlanacaktır.
Makalelerdeki düşünceler yazarına aittir ve YDH’nın politikasını yansıtmayabilir.