Yeni düzende İsrail’in hedef aldığı her bölge ülkesi Suriye modeline uygun şekilde ulusal bütünlüğü dar kimliklere göre parçalanabilir ve bu ülkeler çökmüş devlet (failed state) haline getirilebilir.
Bu yazı Irak'ta yayımlanan Al Ruaa dergisi için yazıldı.
Yüzyıllar içerisinde toplumların değişmesine paralel olarak sömürgecilik de büyük değişimler geçirdi. 15’inci yüzyılda başlayan klasik sömürgecilikte sömürgeciler ya daha önce hiç bilinmeyen bir ülkeyi ele geçiriyor veya zayıf gördükleri bir ülkeyi işgal edip oradaki kaynakları yağmalıyordu. Modern dönemle birlikte dünyada yaşanan büyük değişimler, bu sömürgecilik tarzının da değişmesine neden oldu.
Klasik sömürgeciliğin 20’inci yüzyılda sona ermesi ve yeni bir sömürgecilik tarzının ortaya çıkması, çağın şartlarından kaynaklanan bir zorunluluktu. Dünyada kurulan iki yeni düzen, 20’inci yüzyılda sömürgeciliğin şeklini de iki defa değiştirdi. Dünyadaki ilk düzen değişikliği I. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti. Bu savaş sonrasında klasik imparatorluklar ile birlikte klasik sömürgecilik de sona erdi; savaşın galipleri, kurdukları yeni dünya düzenine uygun yeni bir sömürgecilik modeli yarattı. Yeni modelde sömürgeciler artık eskiden olduğu gibi kendi başlarına gidip bir ülkeyi işgal etmiyordu. Bu işi ilgili tarafların da yer aldığı sözde bir uluslararası uzlaşmayla yapıyor; ayrıca yerli unsurlara da rol veriyordu.
I. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni ve ‘manda’ modeli
Yeni sömürgecilik modeli, Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nda ortaya kondu. I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa, yıkılan Osmanlı Devleti’nin topraklarını bu konferans ile aralarında paylaştı. Artık işgal edilen ülkelerdeki yönetimin adı ‘manda yönetimi’ (mandate government) idi. Manda yönetimleri sözde bu ülkeler kendi kendini yönetebilecek hale gelinceye kadar sürecekti. Tabii bu ülkelerin kendi kendini yönetebilir hale gelip gelmediğine mandater devlet karar verecekti. Bu yeni sömürgecilik modelinde öncekinden farklı olarak yönetimde yerli liderlere de rol veriliyordu. İngilizler, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı Irak’a; onun kardeşi Abdullah’ı da Ürdün’e kral tayin etti.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Asya bölgesi büyük bir emperyalist saldırı altındaydı; ancak bu saldırganlığa karşı sadece üç silahlı direniş oldu: 1919’da Anadolu’da Mustafa Kemal liderliğinde başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı, 1920’de Irak’ta Şii ulema liderliğinde başlayan 1920 Devrimi ve 1935’te Filistin’de İzzeddin el-Kassam liderliğinde başlayan silahlı mücadele. Elbette Suriye’de Sultan Paşa el-Atraş ile İbrahim Hananu’nun Fransızlara karşı başlattığı silahlı isyanlar da oldu; ancak bunlar emperyalist saldırganlığa karşı başlatılan isyanlar değildi. Bu liderler, İngilizlerin adamı olan Faysal’ın krallığı için Fransızlarla savaşmıştı; yani aslında Suriye’nin Fransız değil İngiliz mandası olması için savaşmıştı. Emperyalizme karşı bu üç direniş dışında, bölge liderleri çoğunlukla emperyalistlerle uzlaşmayı veya siyasi mücadeleyi tercih etti. Direnişin zayıf kalması ise emperyalist güçlerin hakim oldukları bölge ülkelerini kendi çıkarlarına uygun şekilde bölmesini, hatta yeni devletler icat etmesini kolaylaştırdı.
San Remo Konferansı’ndaki paylaşım sonunda Fransızlar kendi paylarına düşen Suriye’de bugünkü Lübnan’ı; İngilizler ise İsrail ve Ürdün’ü icat etti. Bu devletlerin icat edilmesi, emperyalist müdahaleyi daimi kılmaya yönelikti. Bu yeni dönemde sömürgeciler, klasik sömürgecilik döneminden farklı olarak işgal ettikleri ülkenin geleceğini de şekillendirmek istiyordu. Fransızların bu mühendisliği sonucunda ortaya çıkan Lübnan, 16 taifeden oluşan toplumsal çeşitliliği ve taifeciliğe dayalı siyasal yapısı ile kendi kendini yönetememesi için tasarlanmıştı. Bundan dolayı da bu küçücük ülke her zaman iç krizlerle hatta iç savaşlarla gündeme geldi. Barışçıl yollarla seçim yapıldığında dahi aylar sonra hükümet kurulabilen Lübnan, dış müdahalelere hep açık oldu.
İngilizler ise dünyanın her bir yerinden toplanıp Filistin’e getirilen yağmacı bir topluluğa yurt vaat ederek İsrail’in icadına zemin hazırladı. Bölgeye yabancı bu yağmacı topluluğun bölge tarafından kabul görmeyeceği ve İsrail adlı yeni varlığın hem Filistin halkıyla hem de komşu ülkelerle sürekli savaşa sebep olacağı açıktı. Fransızların icat ettiği Lübnan’ın kendi sınırları içinde, İngilizlerin icat ettiği İsrail’in ise hem Filistin sınırları içinde hem de dışında sürekli çatışma yaratması kaçınılmazdı. Bu emperyalist mühendislik, bölgedeki güvenlik ve istikrar sorunlarını ve bölge dışı güçlerin müdahalelerini daimi hale getirdi.
Soğuk Savaş düzeni ve ‘ittifak’a dayalı sömürgecilik modeli
I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sömürge modeli 1950’lere kadar devam edebildi. Çünkü II. Dünya Savaşı sona erince 1945’ten sonra yeni bir dünya düzeni kurulmuş ve sömürgecilik şekli de değişmek zorunda kalmıştı. Bir önceki dönemin sömürgecileri olan İngiltere ve Fransa’nın yerini Amerika almış, dolayısıyla manda yönetimlerine dayalı sömürgecilik modeli de ortadan kalkmıştı.
İngiliz veya Fransız mandası olan ülkelerin bağımsızlıklarını 1945’ten sonra kazanmaya başlaması tesadüf değildi. Bölgedeki manda yönetimlerinin bağımsızlık kazanmasında İngiltere ve Fransa’nın II: Dünya Savaşı’nda güç kaybetmesinin önemli bir etkisi vardı. Öte yandan Soğuk Savaş’ta Amerika’nın Sovyetlere karşı tüm dünyada olduğu gibi Arap ve İslam dünyasında da işbirliği yapacak güçlere ihtiyacı vardı. I. Dünya Savaşı sonrası kurulan sömürge düzeninin değişmesi bu yüzden de gerekliydi.
Amerikan tarzı emperyalist modelin şekillenmesinde Soğuk Savaş şartları, belirleyici oldu. Zira Soğuk Savaş’ta bir önceki yüzyılın Batılı sömürgecilerine de artık Amerika liderlik ediyordu ve Batı bloku, kendini Sovyet tehdidi altında görüyordu. Yeni sömürgecilik modelinde ‘sömürge’ veya ‘manda’ değil, ‘müttefik’ kavramı söz konusu edildi. Amerika, ‘Rimland Stratejisi’ (Çeverden kuşatma Stratejisi) ile Sovyetler Birliği’ni kuşatmak için NATO, CENTO ve SEATO ittifak sistemlerini kurdu. İttifak arayışı, emperyalistlerin daha önce sömürge olan ülkelerle ilişkilerini değiştirdi.
1950’li yıllarda Mısır’da yaşanan gelişmeler, eski emperyalist ilişkilerin Soğuk Savaş döneminde nasıl değiştiğini açıkça ortaya koyuyor. Mısır’daki krallık rejimi, bir önceki dönemin sömürge modelinin ürünüydü. Krallıkla birlikte Mısır’daki İngiliz egemenliğine de son veren 1952’deki ‘Hür Subaylar Devrimi’, CIA ile koordineli gerçekleştirilmişti. Aslında II. Dünya Savaşı’ndan ağır hasarla çıkan İngiltere de zaten emperyalist liderlik rolünü Amerika’ya devretmekten yanaydı.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Planlama Komitesi’nde danışman olarak da çalışan CIA ajanı Miles Copeland, bu rol devrinin arka planını kendisinin de tanık olduğu bir mesajla açıklıyor. Hür Subaylarla koordinasyonunu da sağlayan CIA ajanı Copeland’ın naklettiğine göre Washington’daki İngiliz büyükelçisi, Şubat 1947’de doğrudan ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’a iletilmek üzere önemli bir mesaj getirmişti. Mesajın içeriği özetle şöyleydi:
“İngiliz hükümeti, Yunan ve Türk devletlerini komünistlerin gerilla savaşından veya işgalinden korumak için destek olarak ödediği 50 milyon doları artık vermeyecek. Bu boşluğu, Amerikan hükümetinin doldurması gerekiyor; yoksa Rusların doldurması pahasına boş kalacak.”
Copeland’ın naklettiği bu hatıra, aslında dünya tarihinin Soğuk Savaş’a nasıl geldiğinin hikâyesiydi. Çünkü İngiliz elçisinin bu ziyaretinden bir ay kadar sonra ABD Kongresi, 12 Mart 1947’de, tarihe Truman Doktrini diye geçecek olan kararları onaylayacak ve Soğuk Savaş’ı başlatacaktı. Truman Doktrini ile ABD, “komünist yayılmacılığın baskısı altında bulunan devletlere ekonomik ve askeri yardım” kararı alıyor; böylece Sovyetlere karşı Batı kampının liderliğini üstleniyordu.
Peki, İngiltere’nin malî yükümlülükleriyle birlikte liderliğini de devralan Amerika, bağımsızlığını kazanan ülkelere nasıl davranacaktı? Miles Copeland, anılarında bunu da şöyle açıklıyor:
“Hükümetimiz artık yeni Üçüncü Dünya devletlerinin bağımsızlığına kendi çıkarlarımıza halel gelmediği sürece saygı duyacak ve (bize göre) sorumsuz davranışlarını bu sınırlar içinde görmezden gelecektir.”[1]
Yani daha önceki bölge düzeninin kurucuları olan İngiltere ve Fransa’nın yaptığının aksine, artık Amerika başka ülkelerde manda yönetimleri kurmayacak; aksine devletlerin bağımsızlıklarını tanıyacaktı. Artık ülkeler işgal edilmeyecek; ama ülkelerin liderlikleri üzerinde nüfuz kurulacak, etkiye açık liderler yönlendirilecek; hiçbir şekilde işbirliği yapmayanların veya Sovyetlere meyilli olanların ise devrilmesine çalışılacaktı.
Hür Subaylar, CIA ile koordineli bir darbe sonucu iktidar oldu; ama Hür Subayların Amerika ile ilişkisi, Kral Faruk’un İngiltere ile ilişkisi gibi değildi. 1956’daki Süveyş Krizi sırasında İngiltere, Fransa ve İsrail; ABD ve Sovyetlerin baskısıyla işgal ettikleri Mısır’dan çekilmek zorunda kaldı. Bu, eski emperyalist ilişki modelinden yeniye geçildiğinin somut örneğiydi. Nasır, askeri açıdan savaşı kaybetmişti; ancak ABD ve Sovyetlerin işgalcileri çekilmeye zorlaması, Nasır’a siyasi bir zafer armağan etti. Zira Süveyş Kanalı İngilizlerden kurtarılmış ve millileştirilmişti.
ABD, hem ‘Hür Subaylar Devrimi’ hem de Süveyş Krizi sırasında verdiği destek karşılığında Nasır’a yeni dönemin emperyalist ilişkisini teklif etti. Bu teklif, Nasır’ın Amerika’nın Sovyetlere karşı vereceği rolü oynamayı kabul etmesinden ibaretti. Ancak Nasır, Mısır’ın bağımsızlığından taviz vermedi ve Washington’un tüm dayatmalarına rağmen Sovyetlere karşı ABD’den rol almayı reddetti. Tam aksine Soğuk Savaş şartlarındaki ABD-Sovyet çelişkileri kullanarak her ikisine karşı da kendi rolünü kendi belirledi.
Elbette büyük güçlerle ilişkilerinde ülkelerinin bağımsız rolünü koruyan Mısır Lideri Cemal Abdunnasır ve Suriye Lideri Hafız Esed, birer istisnaydı. Diğer bölge liderlerinin büyük çoğunluğu, Soğuk Savaş döneminde Amerika ile onun öngördüğü modele uygun bir ilişki kurdu. Bu model, Amerika’nın tayin ettiği rolü oynama karşılığında iktidarın bekasının garanti edilmesini öngörüyordu. Bölge ülkeleri artık ne ‘sömürge’, ne de ‘manda’ idi; ‘bağımsızdı’. Ama ABD tarafından verilen rolü oynayabilecek kadar bağımsızdı!
Amerika’nın uydusu olmayı kabul edenlerle bunu reddedenlerin başına neler geldiğini anlamak için Mısır’la İran’ın 1979’dan sonraki durumunu kıyaslamak yeterlidir. Nasır, kendi döneminin süper güçleri olan hem ABD ve hem de Sovyetlerle ilişki içindeydi. Ancak Mısır’ı ABD’ye de Sovyetler de uydu yapmadı; bağımsızlığını hep korudu. Mısır, Nasır döneminde Sina yarımadasını kaybetmişti. Buna rağmen bağımsız Mısır, tüm Arap dünyasının lideriydi. Kahire en büyük bölgesel aktörlerden biriydi. Bölgeyle ilgili her türlü gelişmede görüşüne başvurulması gereken ilk Arap ülkesi Mısır’dı. İran ise 1979’a kadar Amerika’nın ve İsrail’in bölgedeki yakın ‘müttefiki’ olarak kabul ediliyordu. Ancak bu yakınlık İran’ı bölgede sözü geçen bir ülke haline getirmedi. Tam aksine İran, Safeviler döneminden beri egemenlik iddia ettiği Bahreyn’den Şah döneminde vazgeçti.
Mısır, Nasır’dan sonra Camp David’de İsrail’le barış yaptı, bağımsızlığını feda ederek Sina Yarımadası’nı kurtardı. Ama Mısır’ın Nasır dönemindeki etkisinden, gücünden ve belirleyiciliğinden eser kalmadı. Çünkü Mısır, artık Amerika’nın ‘müttefiki’ olmuş yani yeni sömürge ilişkisini kabul etmişti.
İran, 1979’daki devrime kadar Amerika’nın bölgedeki jandarması olarak anılıyordu. İran 1979’da Amerika’nın dayattığı sömürge ilişkisini reddederken Mısır aynı yıl Camp David Anlaşması ile bu ilişkiyi kabul etti. Yaklaşık yarım asırdır savaşlar, ambargolar ve savaş tehditleri altında olan İran, bağımsızlığı sayesinde kendi imkanlarıyla geliştirdiği nükleer teknolojiye, uzay teknolojisine ve milli savunma sanayisine sahip oldu.
Amerika’nın sömürge ilişkisini kabul ettiği için dünyanın tüm kapılarının açıldığı Mısır ise Körfez ülkelerine bağımlı bir ekonomiye ve Amerikan diktesine bağlı bir güvenliğe sahip. Aynı durum Amerika ile sömürge ilişkisini kabul eden diğer bölge ülkeleri için de geçerli. Petrol zengini bölge ülkeleri ne üretime dayalı bir ekonomiye ne de ulusal sanayiye sahip; bunlar, Amerika’ya servet naklederek ondan güvenlik satın alıyor. Aslında Amerika bu ülkelere güvenlik bile satmıyor; tehdit algısı satıyor. Bu ülkeleri kimin tehdit ettiğine, bunlar için kimin dost kimin düşman olduğuna Amerika karar veriyor. Onlar da Arap topraklarını işgali altında tutan İsrail’i değil, Filistin’i savunan İran ve Yemen’i düşmanlaştırıyor ve her yıl Amerika’dan milyarlarca dolarlık silah satın alıyor.
Tek kutuplu dünya düzeni ve klasik sömürgeciliğin güncellenmesi
Sovyetlerin çöküşü ve Soğuk Savaşın bitmesi ile dünyada yeni bir düzen ortaya çıktı. Ancak bu, önceki gibi ‘büyük güçlerin uzlaşmasına’ dayalı bir düzen değildi. Çünkü Sovyetlerin çökmesiyle birlikte Amerika’nın artık kendini uzlaşmak zorunda gördüğü bir büyük güç kalmamış; iki kutuplu dünya, tek kutuplu olmuştu.
Tek kutuplu dünya düzeni ile birlikte doğal olarak Amerika’nın Soğuk Savaş dönemindeki emperyalist ilişki tarzı da değişti. Tek kutuplu dünyada artık geçmiş yüzyıllardaki tüm sömürgecilik modellerinin karması uygulanacaktı. Tutsak alınmak istenen ülkeler daha kolay ve açık şekilde darbelerin, iç karışıklıkların hatta doğrudan askeri müdahalelerin hedefi olacaktı. Bu dönemdeki Amerikan emperyalist müdahale tarzının en somut örneğine 2003’teki Irak işgali ile tanık olduk. Irak işgali, klasik sömürgecilik modelinin güncellenmiş şekliydi; çünkü Amerika, 20. Yüzyılda oluşturulmuş uluslararası mekanizmaları bile çiğneyerek Irak’ı işgal etmişti. 8 yıl boyunca Amerika tarafından İran’a karşı vekil güç olarak kullanılması, Saddam rejimine güvenlik kazandırmamıştı.
Amerika, uluslararası yasalara aykırı ve tek taraflı bir şekilde işgal ettiği Irak’ta bir manda yönetimi kurmaya çalıştı. Hem klasik sömürgeciliğin hem de ‘manda’ modelinin güncellenmiş şeklinden oluşan bir karma (hibrid) sömürgecilik modeli yaratıp, bu modeli Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adıyla tüm bölgeye yaymak istedi. Haziran 2004’de Sea Island’da düzenlediği G-20 zirvesinde projenin tüm bölgede uygulanması için ‘müttefiklerine’ roller paylaştırdı.
General Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis’in liderliğinde örgütlenen Irak’ın siyasi güçleri ve işgale karşı başlatılan Irak direnişi, Amerika’nın Irak’ta kurmaya çalıştığı modelin başarısız olmasına yol açtı. Irak’ta istediği modeli kuramayan Amerika, 2009’da büyük kentlerden 2011’de de Irak’ın tamamından çekileceğini açıklamak zorunda kaldı. Böylece bölgeye yaymayı hedeflediği BOP projesi de çökmüş oldu.
Büyük Ortadoğu Projesi’nden ‘Arap Baharı’na
Amerika’nın Soğuk Savaş döneminde kurduğu ‘ittifak’a dayalı sömürge modeli, 2011’de çöken BOP’un küllerinden doğmasını sağladı. BOP, çok özetle İsrail liderliğinde bir bölge düzeni kurmayı hedefliyordu. Bunun için bölge ülkelerinin askeri ve siyasi altyapısının çökertilmesi ve bu ülkelerin bölünmesi veya çökmüş devlet (failed state) haline getirilmesi gerekiyordu. 2005’te BOP’a karşı çıkan bölge ülkelerini ve İslamcı grupları kullanmak için mezhepçilik yeterli oldu. Bölge ülkeleri ve İslamcı gruplar 2011’den itibaren Suriye’ye karşı Amerika tarafından örgütlenen vekalet savaşının gönüllü askeri oldu.
Amerikan liderliğindeki bölge ülkeleri, 2003’te işgalci olarak nitelenen Amerika’yı, bu kez ‘kurtarıcı’ olarak Suriye’ye askeri müdahaleye çağırdı. Dünyanın her bir yerinden toplanan on binlerce militan, bölge ülkeleri tarafından Suriye’ye sokuldu. Amerika’nın Irak işgaline bahane yaratan el-Kaide örgütünün ideolojisine mensup on binlerce militan Körfez ülkeleri, Türkiye ve Ürdün merkezli olarak örgütlendi, Körfez ülkelerinin parası ve ABD koordinasyonu ile silahlandırıldı.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin hedefi olan İsrail liderliğinde bölge düzeni, bizatihi bölge ülkeleri tarafından kuruluyordu ve Amerika ise 2003’teki Irak işgalinin aksine ne asker ne de dolar harcıyordu. Sadece bu projeye taşeron olan müttefiklerini yönetip koordine ediyordu.
İsrail liderliğinde bölge düzenin model liderliği ve Colani
Colani liderliğindeki Suriye, tarihin en güncel ve en masrafsız sömürge modelini temsil ediyor. Öncekilerin karması olan bu sömürgecilik modeli iki aşamalı vekalet ilişkisine dayandığından dolayı Amerika, devlet altyapısını çökertmek ve Suriye’yi kontrolüne almak için hiç masraf etmedi; tam aksine ekonomik kazanç dahi elde etti.
Amerika, 2003’te Irak’ta yaptığı gibi Suriye’yi asker göndererek işgal etmedi. Suriye’nin devlet altyapısını vekalet savaşı yoluyla çökertti. Suriye’nin işgali Amerikan askerlerine vekaleten büyük çoğunluğu yabancı İslamcı militanlar tarafından gerçekleştirildi. Bu, iki aşamalı vekalet ilişkisinin ikinci aşamasıydı. Birinci aşamada sahaya sürülecek vekil güçlerin örgütlenmesi ve para, silah ve eğitim bakımından desteklenmesi söz konusu olmuştu. Bu görevi de bölgedeki Amerikan müttefiki devletler üstlendi. Böylece Amerika hiçbir ekonomik masrafa girmediği gibi finansını bölge ülkelerinin sağladığı silahları satarak ve sahadaki vekilleri aracılığıyla Suriye’nin petrolünü ve tahılını yağmalayarak ekonomik gelir de elde etti.
Suriye’deki sömürge modeli, İsrail liderliğinde bir bölge düzeni kurarken bölge ülkeleri için nasıl bir gelecek tasarlandığına ışık tutuyor. 18 Temmuz 2012’den 8 Aralık 2024’e kadar süren vekalet savaşına liderlik eden Amerika, Suriye’nin bunan sonraki geleceğini de yine iki aşamalı vekalet ilişkisiyle şekillendiriyor. Amerikan askerlerine vekaleten savaşan militanlara geleceği kurma rolü veriliyor.
Tüm dünyanın terör listesindeki el-Kailde komutanı Colani, Recep Tayyip Erdoğan ve Muhammed bin Selman’ın aracılığıyla ABD Başkanı Donald Trump tarafından sıcak ve samimi şekilde kabul ediliyor [2] İsrail’e en fazla yardım eden ABD başkanı olmakla övünen Donald Trump tarafından Beyaz Saray’a davet ediliyor.[3] Irak’ta el-Kaide militanı olarak kendisini tutuklayan CENTCOM komutanı David Petraeus, artık Colani’nin “kişisel sağlığı konusunda endişelerini dile getiriyor ona yeterince uyuyup uyumadığını soruyor.”[4]
Peki Amerika 11 Eylül saldırısının sorumlusu olan el-Kaide örgütünün komutanına neden Suriye’nin geleceğini kurma rolü veriyor, ona nasıl güveniyor? Bu sorular, bize vekalet modeline dayalı sömürge modelinin araçlarını tanıma imkanı veriyor. El Kaide ve türevi örgütler, ABD ve Suudi istihbarat servisleri tarafından Direniş Ekseni oluşturan örgütlerin ‘panzehiri’ olarak üretildi. CIA, 1980’lerde onları doğrudan, daha sonra ise müttefik istihbarat servisleri aracılığıyla kullandı. Colani’nin boynuna kravat takanlar onu istedikleri yöne sürükleyebileceğinden emin olduğu için Suriye’nin geleceğini kurma rolü ona veriliyor.
Suriye şu an olduğu gibi fiili olarak bölünmüş bir çökmüş devlet (failed state) olarak mı kalacak? Resmi olarak mı bölünecek? Ya da 2011 öncesinde olduğu gibi tek parça bir merkezi hükümetle mi yönetilecek? Bunlar, Colani’nin cevap verebileceği sorular değil. Çünkü bu soruların cevabı öngörülen hedef doğrultusunda Amerika’nın liderliği ve vekil güçlerin koordinasyonu ile netlik kazanacak.
İsrail liderliğinde bir bölge düzeni için gönüllü sömürgeleşme
Amerika, 2003’te işgal ettiği Irak’ta kuracağı model ile Büyük Ortadoğu Projesi’ni tasarlamıştı. İsrail’e bölgede mutlak hareket serbestliği ve bölge liderliği kurmayı hedefleyen bu proje, Suriye’de kurulan modelle hayata geçiyor. Bu yüzden 8 Aralık 2024, İsrail liderliğinde bölge düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor. Filistin ve Lübnan direnişini destekleyen tek Arap devleti olan Suriye, bu tarihte el-Kaide militanı ve IŞİD’in komutanı olan Ebu Muhammed Colani’ye armağan edildi. 8 Aralık 2024’ün İsrail liderliğinde bölge düzeninin kuruluş tarihi olduğunu sembolize eden somut olaylar şunlar:
Nevatim Havaalanından Tahran’a ve Katar’a kadar tüm bölgenin hava sahası artık İsrail açısından tıpkı Gazze’nin hava sahası gibi oldu. Lübnan ve Suriye toprakları, İsrail kara birlikleri için tıpkı Gazze ve Batı Şeria gibi oldu. İsrail’in Katar’a saldırısı şunu ispat etti ki bölgede sadece İran gibi İsrail’in düşmanı olan ülkeler değil, İsrail’in istediği ve onayladığı sınırlar içerisinde ‘arabulucu’ rolü oynayan ülkeler bile artık güvende değil. Suriye’nin düşmesinden sonra bugün ‘terörizm’ bahanesiyle Doha’yı bombalayan İsrail rejiminin yarın Riyad’ı, Amman’ı hatta Dubai’yi bombalamasını önleyebilecek ne bir askeri ne de bir siyasi bariyer kaldı. Çünkü İsrail liderliğinde bölge düzeni, İsrail’in bölgede mutlak bir irade ve hareket özgürlüğüne sahip olmasını öngörüyor.
Yeni düzende İsrail’in hedef aldığı her bölge ülkesi Suriye modeline uygun şekilde ulusal bütünlüğü dar kimliklere göre parçalanabilir ve bu ülkeler çökmüş devlet (failed state) haline getirilebilir. Elbette bu yeni düzen Amerika’nın veya İsrail’in başarısı değil, bölge ülkelerinin on beş yıllık çalışmalarının sonucuydu!
Bölge ülkeleri, Amerika’nın Irak’ta BOP için model devlet kurmaya çalıştığı 2004’te Direniş Ekseni’nin adını ‘Şii Hilali’ koydu. Mezhepçi argümanlarla İsrail karşıtı direnişi yalnızlaştırmak için propaganda savaşı başlattı. Arap medyası kamuoyunu Arap dünyası için İsrail’in değil, İran’ın tehdit olduğuna inandırdı. 2011 yılına kadar yoğun şekilde sürdürülen bu kültürel propagandanın etkisi sayesinde dünyanın her yerinden on binlerce militan Suriye’ye ve Irak’a akmaya başladı.
Filistin direnişine silah bırakmayı ve siyasi çözümü tavsiye eden bölge ülkeleri, Amerika’dan Suriye’ye askeri müdahale yapmasını ve gönderilen militanları silahlandırmasını istedi. Bu büyük propaganda, para, silah ve istihbarat desteği sayesinde 2010 yılında yok olmak üzere olan Irak el-Kaide’si, 2014’te IŞİD adıyla hilafet devleti kurdu. Irak ve Suriye’nin askeri ve ekonomik altyapısı çökertildi, demografik yapısı değiştirildi. General Kasım Süleymani liderliğindeki Direniş Ekseni güçlerinin müdahalesi olmasaydı; Irak Suriye’den on yıl önce düşebilirdi. Suriye ise askeri bir yenilgiyle değil, yine bölge ülkelerinin yarattığı şartlarda içeriden çökertildi ve bir el-Kaide liderine teslim edildi. Bu yeni modele işte bu yüzden kendi kendini sömürgeleştirme modeli de denebilir.
[1] Miles Copeland. Devletler Oyunu, Bir CIA Ajanının Anıları. çev. Bedirhan
Muhib. İstanbul: Nehir Yayınları, 1995., s. 28-21.
[2] Al Jezeera, 14 Mayıs 2025, Trump meets Syria’s al-Sharaa, eyes normalisation of ties with Damascus
[3] Fox News, 2 Kasım 2025, Syria's interim President al-Sharaa expected to meet with Trump in first visit by Syrian leader to White House
[4] Al Jezeera, 25 Eylül 2025, Syrian President al-Sharaa sits down with US general who arrested him