Uluslararası Orman Kanunu ve İran’ın Nükleer Programı

İran’ın İsfahan’daki tesislerini yeniden aktif hale getirmesi, basında “Tahran’ın dünyaya meydan okuması” veya “İran’ın kriz başlatması” şeklinde yansıtıldı. Peki bu noktaya nasıl gelindi ve bundan sonra hangi muhtemel gelişmelere tanık olabiliriz?

İran, daha önce bir iyi niyet adımı olarak askıya aldığı İsfahan’daki nükleer tesislerindeki faaliyetlerini 8 Ağustos’ta yeniden başlattı. İngiltere, Almanya ve Fransa, bu adım karşısında ABD’nin tekrarlayıp durduğu söyleme sığındı ve İran’ın bu projesini BM Güvenlik Konseyi’ne taşıma tehdidinde bulundu.

 

İran’ın İsfahan’daki tesislerini yeniden aktif hale getirmesi, basında “Tahran’ın dünyaya meydan okuması” veya “İran’ın kriz başlatması” şeklinde yansıtıldı. Peki bu noktaya nasıl gelindi ve bundan sonra hangi muhtemel gelişmelere tanık olabiliriz? Buna cevap vermeden önce konuya zihinsel bir hazırlık yapmak açısından şu soruları da gündeme getirmek gerekiyor:

1-İran’ın nükleer projesinin kapsamı nedir?

2-Bu proje neden uluslar arası bir sorun olarak algılanıyor?

3-Bu projenin teknik hukukî ve siyasî dayanakları nelerdir?

4-Bu projenin uluslar arası düzlemde teknik, hukukî ve siyasî tarafları kimlerdir?

5-İran’ın nükleer projesinin teknik, hukukî ve siyasî muhataplarının konuyla ilgili yaklaşımları nedir?

 

İran’ın Nükleer Programı[1]

ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer programı ile ilgili öne sürdüğü iddialar, uluslar arası toplumu bu proje konusunda kaygılandırmayı amaçlıyor. ABD ve İsrail’in konu ile ilgili propagandaları, uluslar arası toplumun bu konudaki en kötümser algısını da en iyimser algısını da nükleer silah olgusuna kilitlemeyi hedefliyor.

 

İran’ın nükleer projesi, dayatılan verili enformasyona göre değerlendirildiğinde en kötümser algı şu şekilde oluyor:

 

İran’ın yürüttüğü nükleer program, savunma sanayisinin bir parçasıdır. Tahran nükleer teknolojiyi, sahip olduğu balistik füze sistemini bütünleyen bir araç olarak görmektedir. Bu projeyi tamamlaması halinde İran, menzili orta Avrupa’ya ve İsrail’e varan Şehab füzeleri sayesinde, kontrol edilemez bir askerî stratejik üstünlük kazanacaktır. İran’ın bölgede elde edeceği bu askerî stratejik üstünlük, kendisine Ortadoğu’da siyasî ve ideolojik belirleyicilik kazandıracaktır. Binaenaleyh, rejiminin İslamî niteliği göz önünde bulundurulduğunda nükleer silah sahibi bir İran, Filistin sorununun yarattığı çelişkilerden de beslenerek tüm Arap rejimlerinin ve bölge ülkelerinin siyasî geleceğini tehdit edecektir. O halde İran’ın nükleer programından sadece ABD ve İsrail değil, tüm bölge ülkeleri kaygı duymalı ve İran engellenmelidir.

 

Aynı verili enformasyon çerçevesinde oluşacak en iyimser algı ise şu şekildedir: ABD’nin 11 Eylül’den sonra ortaya koyduğu ulusal güvenlik ve dış politika stratejisi, Ortadoğu’da İsrail lehine ve diğer bölge ülkeleri aleyhine bir askerî ve siyasî güvenlik sorunu yaratmıştır. BM Güvenlik Konseyi iradesine rağmen başlatılan Irak savaşı, ABD’nin tek taraflı politikalarını geleneksel müttefiklerine karşı da uygulama kararlılığını ortaya koymuştur. ABD’nin tek taraflı ulusal güvenlik ve dış politika stratejisi karşısında kendini korunaklı kılmak için İran nükleer silah edinerek caydırıcılık kazanmak istemektedir. Nükleer silah caydırıcılığına sahip bir İran, ABD’nin Ortadoğu’daki “tek taraflıcılığını” dengeleyecek ve başta AB olmak üzere Rusya ve Çin gibi diğer küresel güçleri, yeniden aktif bir oyuncu haline getirecektir. O halde İran’ın nükleer programı, bölge ülkeleri açısından bir tehdit değil, ABD ve İsrail karşısında bir denge unsuru olarak görülebilir.

 

İran’ın nükleer programı, ABD ve İsrail iddialarıyla değerlendirildiğinde, en kötümser algı da en iyimser algı da ortak bir noktada buluşuyor: Binaenaleyh her iki algı da İran’ın nükleer programını, tam da ABD ve İsrail iddialarına uygun bir şekilde askerî sanayinin bir parçası olarak görmektedir.

 

Peki acaba gerçek böyle midir ya da nükleer programını barışçı amaçlarla sürdürdüğünü belirten İran’ın bu iddiasını, ABD ve İsrail iddialarından daha itibarsız kılan gerekçe nedir?

 

İran’ın nükleer programının teknik, hukukî ve siyasî olmak üzere üç boyutu bulunuyor. Bu üç boyut ayrı ayrı ortaya konup aydınlatılmadan İran’ın nükleer programı konusunda nesnel ve gerçekçi bir değerlendirme imkânına sahip olunamayacaktır.

 

İran Nükleer Programının Teknik Boyutu

Dünyadaki ülkeleri, nükleer teknoloji ile ilişkisi bakımından dört gruba ayırmak mümkün.

 

1-Nükleer teknolojiyi kendi başına üreten, başta yakıt olmak üzere nükleer teknolojinin ana ve yan ürünlerini ticarî bir meta olarak kullanan ve nükleer silahlara sahip olan ülkeler. ABD, Rusya, Fransa vb. ülkeler bu grup içerisinde yer almaktadır.

2-Nükleer mühendisliğe ve teknolojiye sahip olan, “yakıt çevrimi”[2] teknolojisine sahip olan, tesislerini kendi imkânlarıyla yapan, yakıt üretebilen ve NPT[3] üyeliği çerçevesinde nükleer silah sahibi olmayacağını taahhüt etmiş olan ülkeler. İran, hâlihazırda bu kategori içerisinde yer almaktadır.

3-Nükleer mühendisliğe ve teknolojiye sahip olmayan bu alanla ilgili tüm faaliyetleri dışarıdan satın alma yoluyla temin eden, kısaca tesis kurmadan, buna ilişkin teknisyenliğe, yakıttan, nükleer atıkları yok etmeye kadar her alanda dışarıya bağımlı olan ülkeler. Libya örneğinde olduğu gibi…

4-Hiçbir nükleer tesise ve imkâna sahip olmayan ülkeler.

 

İran’ın nükleer santral projesi, 1976 yılında yani İslam Devrimi’nden önce başlatılmış bir projeydi. O dönemde İran, Almanya ve Fransa ile anlaşmalar imzaladı. Yapılan anlaşmaya göre Alman Simens firması Buşehr’de 1200’er megavatlık iki reaktör, Fransız Oridef firması da Ahvaz’da 900’er megavatlık yine iki reaktör yapacaktı. O dönemde Amerika da teknik bilgi ve mühendislik desteği verecekti. Yani İslam Devrimi öncesinde İran’a biçilen nükleer konum yukarıdaki kategorilerden üçüncüsüne tekabül ediyordu.

 

Fakat devrimden sonra hem Almanya hem de Fransa, Amerika’nın baskısıyla bu projeyi durdurdu. İran, sekiz yıllık Irak savaşının ardından Rafsancanî’nin yapım onarım döneminde nükleer reaktör projesine büyük bir ağırlık verdi ve 1992 yılında Rusya ile yapılan anlaşmayla nükleer reaktörün yapımı sürdürüldü. Amerika ve İsrail’in Rusya’ya yaptığı baskılar, bu programı durdurmaya yetmedi.

 

İran aynı yıl Ahvaz’da 800 megavatlık bir nükleer santral ve İsfahan’da da UCF olarak adlandırılan yakıt çevrimi tesisi kurmak için Çin’le anlaşma yaptı. Yapılan anlaşma uyarınca Çin, 1992’de başlayacağı projeyi 2003 yılında tamamlayacaktı. 1996 yılına gelindiğinde Çin ABD baskısıyla önce santral, sonra da UCF tesisi kurma taahhüdünden vazgeçti. Bunun üzerine İran, tüm ulusal endüstrisini bu konuya seferber ederek üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde (2003 yılında) UCF projesini kendi imkânlarıyla yapar ve uranyum zenginleştirebilir hale geldi. Projenin tamamlanmasının ardından 20 gün içerisinde ilk UF-4’ü, 2004 yılının mayıs ayında da ilk UF-6’yı üretmeyi başardı.[4]

 

Ajans’ın, İran’ın nükleer alandaki bu yeterliliği, çok kısa bir süre içerisinde kendi mühendisleri ile kazandığına dair raporları, Batı’nın dikkatlerini İran’a çevirmesine sebep oldu.

 

Esasen İran’ın yakıt çevrimi ve zenginleştirme imkânına kendi başına sahip olması, son birkaç yıl boyunca Amerika ve İsrail’in diplomatik alanda kopardığı yaygaranın da temelini oluşturuyor. Peki teknik boyutuyla nükleer alandaki faaliyetlerini kendi mühendislik imkanlarıyla başaracak bir kapasiteye sahip olmuş olan İran’ın bu programının hukukî boyutu nedir?

 

İran Nükleer Programının Hukukî Boyutu

Soğuk Savaş döneminde NATO ve Varşova Paktı arasındaki nükleer silah rekabeti, tüm dünyayı tehdit edecek bir boyuta ulaşmıştı.

 

ABD Savunma Kaynakları Komisyonu’nun raporuna göre ABD, 1945’ten bu yana dünyada üretilen toplam nükleer başlık 128 binden fazladır. Bunun yüzde 55’i ABD tarafından, yüzde 43’ü Sovyetler Biriliği ve daha sonra da Rusya tarafından, yüzde 2’si de diğer ülkeler tarafından üretilmiştir. Yine aynı rapora göre ABD 1945’ten bu yana 1030 nükleer deneme gerçekleştirmiştir.[5]

 

Soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyetlerin dışındaki ülkelerin de nükleer silah edinme çabaları, dönemin iki süper gücünü, kendi belirleyiciliklerini tehdit eden bu süreci önlemeye itti ve 1968 yılında Nükleer silahların yayılmasını öngören NPT konvansiyonu imzaya açıldı.

 

İran’ın da üyesi olduğu bu konvansiyonun en önemli maddeleri şöyle:

Madde 1: Bu anlaşmaya taraf olan ülkeler, nükleer silahları ya da diğer nükleer patlayıcı maddeleri doğrudan veya dolaylı olarak başka ülkelere vermemeyi ve bu silahları ve maddeleri onların kontrolüne bırakmamayı taahhüt eder. Ayrıca nükleer silahlara sahip olmayan hiçbir ülkeyi, nükleer silahları ya da diğer patlayıcı maddeleri üretmeleri ya da onları kontrol etmeleri yönünde teşvik etmemeyi ve onlara bu konularda yardım etmemeyi taahhüt eder.

 

Madde 2: Bu anlaşmaya taraf, nükleer silahlara sahip olmayan ülkeler, doğrudan ve dolaylı olarak nükleer silahlara, ya da diğer nükleer patlayıcı maddelere sahip olmaktan ya da bunları kontrol etmekten uzak durmayı taahhüt ederler. Ayrıca nükleer silahları ve diğer nükleer patlayıcıları üretmemeyi, elde etmemeyi ve bunların üretilmesi konusunda hiçbir şekilde yardım almamayı taahhüt ederler.

 

Madde 4–1: Mevcut anlaşmanın hiçbir kuralı, Nükleer enerjiden barışçı amaçlarla yararlanmak isteyen, üretimde ve araştırmada bulunan anlaşmaya taraf devletlerin –hiçbir ayrım gözetilmeksizin, anlaşmanın 1. ve 2. maddesi gereğince- devredilemez haklarına zarar verecek şekilde yorumlanamaz.

 

Madde 4-2: Anlaşmaya taraf devletler, nükleer enerjinin barışçı yollarla kullanılması amacıyla nükleer teçhizatın, maddelerin, bilimsel ve teknolojik bilginin en geniş şekilde mübadele edilmesini kolaylaştırmayı ve bu mübadeleye katılma hakkına sahip olmayı taahhüt ederler. Ayrıca anlaşmanın tarafları, bireysel olarak veya diğer devletlerle yahut uluslar arası örgütlerle birlikte -nükleer enerjiden barışçı yollarla daha fazla istifade etmek isteyen özellikle anlaşmaya taraf olup nükleer silahlara sahip olmayan kalkınmakta olan ülkelerle- teşrik-i mesai içinde olmalıdır. [6]

 

Görüldüğü gibi nükleer teknolojiye sahip olan ülkeler, NPT’nin 2. maddesiyle nükleer teknolojiden silah olarak yararlanmamayı taahhüt eden ülkelere, 4. maddenin 1. ve 2. bentleri gereğince destek vermekle yükümlü kılınmaktadır. NPT üyesi olan ve nükleer programı konusunda BM Atom Enerjisi Ajansı’yla tam bir işbirliği içerisinde bulunan, tesisleri sürekli olarak Ajans’ın denetiminde bulunan İran, bu konuda destek yerine tehditle karşılaşmaktadır.

 

Gerek başkan Muhammed el-Beradeî ve gerekse Ajans, İran’ın nükleer programının askerî amaçlara dönük hiçbir sapma göstermediğini defalarca rapor etmiş, dolayısıyla ABD bu konuda münzevî kalmıştır.

 

Irak Savaşı öncesi BM Güvenlik Konseyi’ni bir ayak bağı olarak algılayan ABD İran’ın nükleer programı konusunda da BM Atom Enerjisi Ajansı’nı bir ayak bağı olarak algılamaktadır. ABD, İran’ın nükleer programının barışçı olduğunu ve uranyum zenginleştirmenin NPT konvansiyonunu ihlal etmediğini belirten Atom Enerjisi Ajans’ını ödeneği kesmekle tehdit etmektedir.[7] ABD’nin bu konudaki en büyük destekçisi de NPT üyesi olmadığı halde 200’den fazla nükleer silaha sahip olduğu bilinen İsrail’dir.

 

İran’ın Nükleer Programının Siyasî Yönü

ABD ve İsrail’in, İran’ın nükleer programını teknik ve hukukî boyutuyla engelleyebilecek hiçbir veriye sahip olmadığı biliniyor. Bu yüzden de Washington, meseleyi siyasî bir sorun olarak ortaya koymaya çalışıyor.

 

İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak teknik düzeydeki muhatabı BM Atom Enerjisi Ajansı, hukukî olarak da NPT konvansiyonudur. Bu iki uluslar arası merciin İran’a sorun yaratamadığını gören ABD, Ajans’ın Yöneticiler Kurulu’nda (Board of Governors) yer alan İngiltere, Fransa ve Almanya üzerinden İran’ın nükleer programını durdurmaya çalışmaktadır.

 

ABD, İran’ın NPT’nin dışına çıkarak programını askerî amaçlar için yürüttüğünü uluslar arası topluma kabul ettirmek ve İran’ı inzivaya iterek meseleyi Güvenlik Konseyi’ne taşımak istemektedir.

 

Üç Avrupa ülkesi, İran’la müzakerelerde bütünüyle ABD söylemini dile getirmiyor olsa da Richard Armitage’ın açıkça söylediği gibi ABD İran’a karşı “kötü polis” İngiltere, Fransa ve Almanya ise “iyi polis” rolü oynamaktadır.

 

İran, Ajans’ın ek protokolünü imzalamayı prensip olarak kabul edip hatta bir iyi niyet jesti olarak geçici bir süre için uranyum zenginleştirmesini askıya alarak, Ajans’ın Yöneticiler Kurulunda yer alan Rusya, Çin ve bağlantısız ülkeler den oluşan diğer bloğa nükleer programı konusunda güven verdi.

 

İran’ın teknik ve hukukî haklılığı ve Ajans’ın yönetim kurulunda yer alan Batı bloğu dışındaki ülkelerin müstakil tutumu, Amerika’nın İran’ın nükleer programını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşımasına olanak vermekten oldukça uzak gözükmektedir. 

 

Gerek İsrail ve ABD’nin gerekse İngiltere, Almanya ve Fransa’nın, İran’ın nükleer programından duyduğu kaygının temelinde de aslında nükleer silah değil, İran’ın kendi kendine yeten nükleer bir güç olmasından duyulan endişe bulunmaktadır.

 

Amerikan eski başkanı Jimmy Carter’in Ulusal Güvenlik danışmanı, Brezezinsky, 29 Ağustos 2004 tarihinde basına akseden raporunda İran’ın nükleer programı konusunda ilginç değerlendirmelerde bulunmaktadır.

 

Brezezinsky’nin başkanlığını yaptığı özel grup, hazırladığı raporunda İran’ın 2003 yılında Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Ajansıyla yaptığı görüşmeler doğrultusunda bir iyi niyet adımı olarak askıya aldığı uranyum zenginleştirme programını sürekli olarak durdurmasını sağlamak için, İran’a makul bir fiyatla yakıt satılması gerektiğini önermektedir.

 

Rapora göre yakıtın satılmaması konusunda yapılan baskılar, İran’ı bu teknolojiyi kendi başına üretir hale getirmiş ve durumun ABD ve Avrupa’nın kontrolünden çıkmasına sebep olmuştur. Bu çerçevede eğer İran’a nükleer reaktör yakıtı satılmasına izin verilecek olursa, hem İran’ın bu teknolojide bağımlı hale gelmesi sağlanacak, hem de İran’ın nükleer gücü ve kapasitesi sürekli olarak kontrol altında tutulabilecektir.[8]

 

ABD ve İsrail’in zaman zaman askerî tehditleri söz konusu olsa da üç Avrupa ülkesi ile İran’ın müzakereleri artık İran’ın nükleer programının durdurulması noktasından tamamen uzaklaşmış bulunmaktadır.

 

Şimdi yazının başında gündeme getirilen beş soruyu maddeler halinde özetleyelim:

1-İran’ın nükleer projesi, ABD ve İsrail iddialarının aksine, BM Atom Enerjisi Ajansı’nın da teyidiyle savunma sanayi ile ilgisi bulunmayan barışçı bir projedir.

 

2-Bu proje, İran’ın nükleer teknolojiye kendi mühendislik imkânları sayesinde sahip olmasından dolayı, ABD ve İsrail baskıları sebebiyle uluslar arası bir sorun olarak gündeme getiriliyor. Çünkü dünyadaki bilinen petrol rezervlerinin 50-60 yıl sonra tükeneceği tahmin edilmekte ve nükleer yakıt, stratejik bir enerji kaynağı olarak gündeme gelmektedir. Söz konusu güçler, İran’ın nükleer teknolojiyi üreten sayılı ülkeler arasında yer almasını istememektedirler.

 

3-İran’ın nükleer projesi teknik düzeyde kendi mühendislik imkânlarına, hukukî olarak NPT konvansiyonuna dayanmaktadır. İran, bu konuda gerginlik yaratmamak ve konuyu diplomatik yollarla halledebilmek için kendini hukukî açıdan ilzam edecek bir durum olmadığı halde İngiltere, Almanya ve Fransa ile görüşmelere başlamıştır.

 

4-Bu projeye teknik düzeyde BM Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı ve hukukî düzeyde NPT konvansiyonu taraf olurken; siyasî düzeyde ise İngiltere, Almanya ve Fransa’dan oluşan üç Avrupa ülkesi müzakere muhatabı sıfatıyla dejure olarak; sürekli tehditler savuran ABD ve İsrail ise defacto olarak muhatap olmaktadır.

 

5-İran’ın nükleer projesi ile ilgili olarak ne teknik ve hukukî düzeyde ne de Atom Enerjisi Ajansı ve NPT konvansiyonu çerçevesinde herhangi bir sorun bulunmamaktadır. İran’ın nükleer tesisleri, Ajans tarafından kameralarla 24 saat izlenmekte ve Ajans denetçileri tarafından da denetlenmektedir. Ajans’ın, İran’ın NPT çerçevesinde işbirliği ile ilgili herhangi bir olumsuz beyanı veya raporu söz konusu değildir.

 

İran’ın nükleer projesinin defacto siyasî muhatapları olan ABD ve İsrail, baştan beri bu projenin askerî amaçlı olduğunu iddia etmekte ve bunu BM Güvenlik Konseyi’ne taşımaya çalışmaktadır.

 

Üç Avrupa ülkesi, İran ve ABD zıtlaşmasından doğan çözümsüzlüğü üçüncü bir yol önererek ve konuyu siyasî yollarla çözme vaadiyle müzakere sürecine dâhil oldu. İran da, bu üç Avrupa ülkesiyle müzakereyi, herhangi bir hukukî zorunluluktan dolayı değil, Ajans’ın ABD karşısındaki zayıflığını bu üç Avrupa ülkesiyle aşabileceğini düşünerek kabul etti.

 

Bununla birlikte İran’la konuyu müzakere etmeleri açısından dejure muhataplar olan üç Avrupa ülkesi ise İran’ın teknik ve hukukî haklılığı ile ABD baskıları arasında sıkışmış bulunmaktadır.

 

İran’ın söz konusu üç AB ülkesiyle müzakereleri, Tahran’ın hukukî ve siyasî açıdan elini güçlendirirken, bu meseleyi BM’ye taşımaya çalışan ABD ve İsrail’i münzevi bırakmıştı.

 

İran’ın teknik ve hukukî zemindeki sağlam konumu ile ABD talepleri arasında sıkışıp kalan İngiltere, Almanya ve Fransa müzakereleri uzatıp fiilî çözümsüzlük dayatmaktan başka bir çözüm üretemedi.

 

Çünkü BM Atom Enerjisi Ajansı Yönetim Kurulu’nun 29 Kasım 2004 tarihli kararnamesinde ortaya konan şu hususlar, İran’ın elini oldukça güçlendirmişti.

1-İran’ın nükleer programı barışçı amaçlıdır.

2-İran, BM Atom Enerjisi Ajansı ile tam bir işbirliği içerisindedir.

3- Kararnamenin I ve H bentlerinde açıkça ortaya konduğu üzere İran’ın uranyum zenginleştirmesini askıya alması, İran açısından hukukî bir taahhüt değil, iyi niyet ifadesi olarak atılmış gönüllü ve geçici bir adımdır.

4-İran’ın nükleer programı dosyası, acil ve zarurî bir durum olmaktan çıkmış, normalleşme aşamasına gelmiştir.

5-Atom Enerjisi Ajansı başkanının raporu doğrultusunda son kararname, İran’ın nükleer yakıt çevrimi teknolojisine sahip olduğunu kabul etmektedir. Yani İran, UF-4’ü UF-6’yı üretebilmekte ve nükleer reaktör yakıtı için gerekli olan UF-6’yı santrifüjlerle zenginleştirebilmektedir.[9] 

 

Bugünkü Sürece Nasıl Gelindi

İran, üç AB ülkesiyle yürüttüğü müzakerelerde nükleer projesinin barışçıl amaçlarla sürdürüldüğünü göstermeye dönük bir iyi niyet adımı olarak 2004 Kasım’ında uranyum zenginleştirmeyi gönüllü olarak askıya aldığını bildirmişti.

 

Aynı tarihte söz konusu üç AB ülkesinin dışişleri bakanları, üç ay içerisinde nükleer projeyle ilgili teknik, güvenlik ve ekonomik alanlarda İran’ın haklarını korumayı ve AB ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeyi öngören bir komisyon kurulmasını kabul ettiler. Bu komisyon belirlenen çerçevelerde kapsamlı bir plan hazırlayacak ve bunu dışişleri bakanlarına sunacaktı.

 

Komisyonun hazırlayacağı bu kapsamlı plan dışişleri bakanlarına sunulduktan sonra İran’la söz konusu AB ülkelerinin ilişkileri belli bir anlaşmayla çözüme bağlanacaktı. Fakat yaşanan süreçte ilgili AB ülkelerinin hiçbir planının ve anlaşmaya dönük hiçbir hazırlığının olmadığı görüldü.

 

Bunun üzerine İran, Paris Anlaşması’nda da işaret edildiği üzere kendisinin nükleer silah peşinde olmadığını ortaya koymaya dönük objektif bir garanti olmak üzere dörtlü plan adlı yeni bir plan önerdi.

 

Buna göre İran AB ülkelerine “objektif garantiler” verirken, AB ülkeleri de İran’ın bu faaliyetlerinin niteliğini garanti eden “güçlü taahhütler”de bulunacaktı. İran bu objektif garanti kapsamında NPT’de ve katılım protokolünde yer almamasına ve hiçbir ülkeyle ilgili olarak böyle bir uygulama olmamasına rağmen İsfahan ve Natanz’daki tesislerde nükleer üretim çalışması sırasında Ajans denetçilerinin hazır bulunmasını teklif etti.

 

AB ülkeleri bu teklifi inceleyeceklerini ve en kısa sürede cevap vereceklerini bildirdiler. AB ülkelerinin cevap verme taahhüdü daha sonra gerçekleşen Londra toplantısında da yerine getirilmedi ve üç Avrupa ülkesi teklifi incelemeye devam ettiklerini bildirerek İran’dan nükleer faaliyetlerini askıda tutmasını sürdürmesini istediler. AB ülkeleri, bu tavırlarıyla müzakereleri 2-3 yıla yayma peşinde olduklarını ortaya koydular. Londra görüşmesinden sonra müzakereler Cenevre’de sürdürüldü.

 

25 Mayıs’ta Cenevre’de yapılan görüşmelerde söz konusu üç AB ülkesi 2004 Kasım’ında imzalanan Paris Anlaşması çerçevesinde kapsamlı bir çözüm planı sunmak için İran’dan 2 ay süre istedi. İran talep edilen bu süreyi vererek Paris Anlaşması çerçevesinde gönüllü olarak askıya aldığı uranyum zenginleştirmesini askıda tutmayı kabul etti.

 

Bununla birlikte İran artık bunun son süre olduğunu ve bu ülkelerin herhangi bir plan sunmaması durumunda gönüllü olarak askıya aldıkları nükleer faaliyetlerine başlayacaklarını bildirdi.

 

İran’ın tutumunda kararlı olduğunu gören AB ülkeleri, bu kez kapsamlı bir nihai plan için kendilerine dört ay süre verilmesini talep ettiler. İran, bunun süre kazanmaya dönük bir taktik olduğu değerlendirmesini yaptı; dört aylık süreyi uzun bulduğunu, bununla birlikte herhangi bir bahane bırakmamak adına haziran ayına kadar bir süre verebileceğini bildirdi.

 

AB ülkelerinin bunu kabul etmesi üzerine, İran, artık verilen bu süre sonunda herhangi bir plan sunulmaması durumunda İsfahan’daki tesislerde nükleer faaliyetlerine başlayacağını bildirdi. Hatta İran’ın bu konudaki baş müzakerecisi Hasan Ruhanî, toplantıda kendilerine sunulacak planda İsfahan ve Natanz’daki tesislerin faaliyetleriyle ilgili açık bir taahhütte bulunulmaması durumunda bu planı şimdiden reddedilmiş saymaları gerektiğini bildirdi.

 

Verilen sürenin dolmasına iki hafta kala Londra’da yapılan komisyon toplantısında Avrupa ülkelerinin İran’ın nükleer projesiyle ilgili hiçbir beklentisine cevap vermeyen ekonomik ilişkilere dair küçük bazı noktaların gündeme getirildiği görüldü.

 

Söz konusu AB ülkeleri, talep ettikleri süre dolmasına rağmen, yine hiçbir plan sunmamışlardı. Bunun üzerine İran, Ajans’a başvurarak İsfahan’daki tesislerde askıya aldıkları faaliyetleri yeniden başlatacaklarını bildirdi. Ajans, kameraların ve gerekli ekipmanın yerleştirilmesi için birkaç günlük süre istedi ve Ajans’ın hazırlıklarını tamamlamasından sonra da İran, İsfahan’daki tesislerini aktif hale getirdi.     

 

İran’ın İsfahan’daki nükleer tesisini faaliyete geçirme kararı alması öncesinde üç AB ülkesi, İran’ı BM Güvenlik Konseyi ile tehdit etti.

 

Sonuç 

 

“İran dünyaya meydan okuyor” değerlendirmesine konu olan İran’ın nükleer projesinin işte bu hikâyesi, şu an yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor.

 

Aslında İsfahan’daki tesisin aktif hale getirilmesi, uranyum zenginleştirme faaliyetinin başlatılması anlamına gelmiyor. İsfahan’daki tesisler, nükleer yakıtın AUC maddesinden, UF6 maddesine kadar olan üretimini, yani uranyumun zenginleştirilme aşamasına getirilmesini ifade ediyor.[10]

 

Uranyumun zenginleştirilmesi ise, Natanz’daki tesislerde gerçekleştirilmesi gereken bir süreçtir. İran şu an İsfahan’daki tesisi aktif hale getirerek nükleer yakıt üretme sürecini başlatmasına rağmen müzakereye açık olduğunu belirtmekte ve müzakerede herhangi bir sonuç alamazsa Natanz’ı da aynı şekilde faaliyete geçireceğini bildirmektedir.

 

İran’ın teknik ve hukukî haklılığı ile ABD baskıları arasında sıkışmış bulunan AB ülkelerinin bu sorunu çözümsüzlüğe iterek çözümsüzlüğü de İran’ın yeni cumhurbaşkanına fatura etmek istediği söylenebilir.

 

Üç AB ülkesi, İran’ın nükleer projesini BM Güvenlik Konseyi’ne götürmekle tehdit ediyor olsa da buna ilişkin hiçbir hukukî ve siyasî dayanağın bulunmadığı açıkça ortadadır.

 

Zira iki yıldan beri İran’ın Ajans’a bildirmeden yüksek oranda uranyum zenginleştirmesi yaptığı yönündeki iddia, Ağustos sonlarında bizzat Ajans tarafından çürütülmüş oldu.

 

Daha önce İran’ın nükleer tesislerindeki santrifüjlerde Ajans tarafından yapılan ölçümlerde yüzde 36 oranında zenginleştirme yapıldığı belirlenmiş, bu da başta ABD olmak üzere söz konusu üç AB ülkesinin İran’a yönelik baskılarına gerekçe teşkil etmişti.

 

Ajans denetçilerinin ve Pakistanlı bilim adamlarının yaptıkları ortak incelemede, İran nükleer tesislerinde görülen bu yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum ölçümünün, İran’ın Pakistan’dan aldığı cihazlardan kaynaklandığı tespit edildi.

 

Yani İran tesislerinde tespit edilen yüzde 36’lık ölçümün, İran’ın Pakistan’dan aldığı cihazlara bulaşan radyoaktif kirlilikten kaynaklandığı saptandı. BM Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Baradeî’nin bu durumu rapor etmesi, eylül başında yapılacak Ajans Yöneticiler Kurulu toplantısı öncesi, İran’ın elini oldukça güçlendirdi.

 

Çünkü bu raporla ABD ve AB ülkelerinin artık İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili bahane edecekleri hiçbir somut gerekçeleri kalmamış oluyordu. 

 

İran’ın nükleer projesi, AB ülkeleri açısından bir diplomatik başarı sınavı olarak gözükmektedir. Çünkü AB ülkeleri daha önce Bosna ve Kosova meselelerinde de görüldüğü üzere, ABD’nin müdahalesi olmaksızın henüz hiçbir uluslar arası sorunu kendi başına çözememiştir.

 

Eğer bu çözümsüzlük ve topu taca atma tavrı, üç AB ülkesinin bu meseleden kurtulma ve diplomatik yenilgiyi kabul etme adımı değilse, söz konusu ülkelerin İran’la müzakereleri sürdürmekten başka seçenekleri bulunmamaktadır.

 

Bununla birlikte Fransa, 23 Ağustos’ta ilginç bir manevrayla İran’ın Paris Anlaşması’na sadık kalmadığı gibi tuhaf bir gerekçeye sığınarak artık Tahran’la müzakereyi sürdürmeyeceğini bildirdi.[11] Fransa’nın bu adımıyla 3 Eylül’de yapılacak olan UAEA Yöneticiler Kurulu toplantısına kadar veya ondan sonra farklı bir gelişme olmazsa İran-AB müzakereleri fiilen bitmiş gözüküyor.

 

AB-İran müzakerelerinin bu şekilde fiilen biterse, bir başka deyişle Avrupalılar diplomasi minderinden kaçarsa kuşkusuz bu, İran açısından büyük bir zafer olacaktır. Zira böylesi bir durumda İran’ın daha önce bir iyi niyet adımı olarak durdurduğu Natanz’daki tesisleri de aktif hale getirmesinin önünde somut hiçbir engel kalmamış oluyor.

 

Son yaşanan gelişmelerle gerek ABD’nin ve gerekse AB ülkelerinin İran’ın nükleer faaliyetlerini BM Güvenlik Konseyi’ne götürme tehdidinin artık tümüyle içi boşalmış oluyor. 

 

Görünen o ki en kötü ihtimalle tüm hukukî ve siyasî gayri meşruluğa rağmen bu dosya BM Güvenlik Konseyi’ne taşınacak olsa bile, bu İran’ın nükleer projesini durdurmaya yetmeyecektir. Çünkü İran nükleer yakıt dönüşümünü kendisi açısından bir kırmızı çizgi olarak tanımlamış ve yaşanan müzakerelerde de bundan ödün vermemiştir.

 

Normal şartlar altında BM Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi mümkün olmayan bu dosyanın, Güvenlik Konseyi’ne taşındığı farz edilse bile buradan İran’ı zora sokabilecek herhangi bir yaptırımın çıkabileceği beklenmemektedir.

 

ABD Başkanı Bush’un askerî seçeneği ihtimal dahilinde gören tehditleri, artık ABD’deki çevreler tarafından bile ciddiye alınmamaktadır. Bush’un son olarak İsrailli bir gazeteciye yaptığı İran’a yönelik askerî seçeneğin hâlâ masada durduğuna dair açıklamaları, ABD’deki etkili yayın organları tarafından sert bir şekilde eleştirildi ve Bush’un bu tür içi boş tehditlere başvurarak ABD’nin itibarını zedelediği belirtildi.

 

Dünyadaki petrol fiyatlarının önlenemeyen yükselişi ve Dünya Bankası verilerine göre hâlihazırda sadece 14 milyar dış borcu bulunan İran’ın nükleer faaliyetlerini kendi imkânlarıyla başarmış olması gibi etkenler ortadayken, Güvenlik Konseyi’nden İran’a yönelik çıkacak muhtemel bir ekonomik yaptırımın da ciddiye alınır bir yanı olmayacaktır.



[1] “Dördüncü Dünya Savaşı ve Ortadoğu” adlı çalışmamda bu sorulara ilişkin cevaplar vermeye çalışmıştım. Konuyu bir bütünlük içerisinde ele almak ve son yaşanan gelişmeleri bu çerçeve içerisinde değerlendirebilmek açısından kitabın ilgili bölümünü alıntılamayı ve ardından da son yaşanan gelişmeleri incelemeyi uygun gördüm.

 

[2] Adına UCF süreci de denen ham uranyumun çıkarılmasından nükleer reaktör yakıtı olan UF-6’nın üretimine kadar olan süreci ifade eden teknoloji. İran hâlihazırda dünyada bu teknolojiye sahip sekizinci ülke olarak kabul ediliyor.



Makaleler

Güncel