Saddam’ın yargı sürecinin mezhebi şiddetle ilişkisi

Devrik Irak lideri Saddam Hüseyin’in yargı aşamaları ile Irak’ta gerçekleştirilen mezhep eksenli şiddet arasındaki doğru orantılı ilişki, Saddam’ın idamından sonra avukatları tarafından yapılan açıklamalarla bir yorum olmaktan çıkarak nesnel bir gerçeklik halini aldı.

Devrik Irak lideri Saddam Hüseyin’in yargı aşamaları ile Irak’ta gerçekleştirilen mezhep eksenli şiddet arasındaki doğru orantılı ilişki, Saddam’ın idamından sonra avukatları tarafından yapılan açıklamalarla bir yorum olmaktan çıkarak nesnel bir gerçeklik halini aldı.

 

Mayıs 2003’te Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi Başkanı Ayetullah Muhammed Bakır el-Hekim’e Hz. Ali camiinde gerçekleştirilen bombalı saldırı, yine aynı yılın Muharrem ayında Aşura merasimleri sırasında düzenlenen ve 80’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırılar söz konusu olduysa da 2005 Aralığına kadar sivillere ve kutsal mekânlara yöneltilen saldırılar sistematik bir nitelik arz etmemişti.

 

ABD saldırısı karşısında üç hafta içinde adeta buharlaşan ünlü Cumhuriyet Muhafızları’nın kaybedilen iktidarın hıncını çıkaracak saldırılar yapması beklenen bir şeydi; ama Jay Garner, Paul Bremer ve ABD tarafından atanan İyad Allavi’nin geçici hükümeti döneminde Iraklılara yöneltilen terör saldırıları belli bir kesimi hedef alan adı konulmuş bir savaş haline dönüştürülmemişti.

 

30 Ocak seçimleri öncesindeki durum, Irak’ın siyasi geleceğinin demokratik temsile göre değil, güç dengelerine ve siyasi pazarlıklara göre şekillendirilebilmesine imkân veren bir sürece işaret ediyordu ve böylesi bir ulusal uzlaşma süreci içerisinde şiddet ve kaosun tırmandırılmasından kaçınılmıştı.

 

30 Ocak 2005 seçimleri, Irak’ın siyasi geleceğini ulusal uzlaşma çerçevesinde güç dengelerine ve siyasi pazarlıklara göre belirlenebilir olmaktan çıkarıp demokratik temsili belirleyici kılan bir süreç başlatarak iktidarı kaybeden kesimin rolünün sınırlanacağını ortaya koymuş oldu.

 

Sünni Arap siyasi aktörleri, anayasayı ve geçici hükümeti dolayısıyla da Irak’ın siyasi geleceğini demokratik temsile göre belirleyecek ve doğal olarak da azınlıktaki Sünni Arapların siyasi rolünü sınırlayacak yeni bir süreç yaratan 30 Ocak seçimlerini, işgali gerekçe göstererek gayri meşru ilan ettiler.

 

Sünni Arapların seçim boykotu, diğer kesimlere Irak’ın geleceği konusunda siyasi pazarlıkları belirleyici kılan bir formülü dayatacak güçte olmadı. Çünkü Sünni Araplar, toplam nüfusa nispetle azınlıkta bulunuyordu ve beklediklerinin aksine seçim sonucunda ortaya çıkan tablo, boykotun bir siyasi intihar olduğunu kendilerine göstermişti.

 

Anayasayı yazacak kurulu belirleyen 30 Ocak seçimlerini boykot etmelerine rağmen anayasayı yazan kurula dâhil edilen Sünni Araplar, 30 Ocak’taki siyasi intiharla 19 Ekim’de başlayan Duceyl davasının psikolojik gelgitleri arasında kalıcı hükümeti belirleyecek 15 Aralık seçimlerine sadece örgütsel açıdan değil, siyasal tutum açısından da parçalanmış olarak girdiler.

 

Zira örgütsel olarak başından beri parçalanmış bir yapı arz etseler de 30 Ocak’a kadar Sünni Araplara mensup hem silahlı hem de siyasi grupların demokratik süreci engelleme ve siyasi pazarlığa dayalı bir ulusal uzlaşma formülü dayatma stratejisinde homojen bir yapı sergiledikleri söylenebilir.

 

15 Aralık’la birlikte siyasal sürece katılan Sünni siyasi gruplarla siyasi sürece katılmayan silahlı gruplar, stratejik bir parçalanma yaşadılarsa da ilk zamanlardaki duygusal ihanet suçlamalarına rağmen ayrımı derinleştirmemeye özen gösterdiler.

 

Ayrımın derinleştirilmemesi, hatta propaganda düzeyinde siyasilerle silahlılar arasında yürütülen açık işbirliği, demokratik temsildeki zayıflıklarına rağmen Sünni Arapların siyasi konumlarının güçlendirilmesine yardımcı oldu.

 

Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, Başbakan yardımcılığı, Meclis Başkanlığı, Savunma Bakanlığı ve 5 hizmet bakanlığı, demokratik temsildeki yetersizliğine rağmen Sünni Arapların ulusal uzlaşma çerçevesindeki kazanımları oldu.  

 

19 Ekim 2005’ten itibaren sistematik bir şekilde tırmandırılan ve 22 Şubat 2006’daki Samerra saldırısıyla bir “mezhep savaşı” görüntüsü verilmeye çalışılan terör saldırıları, 2006’nın ikinci yarısından itibaren zirveye ulaştı.

 

Propagandasının açıkça mezhebi argümanlarla el-Kaide tarafından yapılmasından ve saldırıların da bu örgüt tarafından gerçekleştirilip savunulmasından dolayı mezhebe dayalı terör ve şiddet olgusunun el-Kaide ile sınırlı olduğu sanılabilir.

 

Öte yandan mezhep eksenli saldırılara intikam duygusu ve kan davası mantığıyla karşı cevaplar veren eylemlere karşın Şii dini ve siyasi otoritelerin saldıran taraflarla ilgili olarak, “Sünni” tanımlamasından özenle kaçınması, bunları “tekfirciler” ve “Saddamcılar” olarak nitelemesi ve taraftarlarını intikam saldırılarından kaçınmaya çağırarak bu tür hareketlerde bulunanları cezalandırması, yapılan saldırıların bir “mezhep savaşı” haline dönüşmesine engel oldu.

 

Fakat terör ve şiddet eylemlerindeki tırmanışlar, Irak’taki siyasi gelişmelerle birlikte okunduğunda ülkedeki mezhep eksenli terör ve şiddetin aslında belli bir siyasal amaç doğrultusunda yerel, bölgesel ve uluslar arası aktörler tarafından kullanıldığı söylenebilir.

 

İdamı engellemenin aracı olarak şiddet

2005 yılının başından itibaren sistematik bir hal alan mezhep eksenli saldırılar, 22 Şubat 2006’da Samerra saldırısıyla tırmandı ve 2006’nın son altı ayında artık Irak’ı bir kaosa dönüştürdü. Şiddetteki bu yükselişi 30 Ocak seçimlerinin boykot edilmesi, 15 Aralık seçimleri ve sonrasında hükümet kurma konusunda yaşanan ve haftalarca süren çıkmaz ve Duceyl davası savcısının 19 Haziran’da Saddam için idam talebinde bulunması gibi siyasi gelişmelerle birlikte düşünmek gerekiyor.

 

Eski rejimin askeri ve istihbarat unsurları, özellikle son iki sene içinde, şiddet yoluyla siyasal gelişmeleri etkileyebileceğini ve yönlendirebileceğini ortaya koydu.

 

Birleşik Irak İttifakı’nın; Sünni Arapların, Kürtlerin ve laik blokların toplamından daha fazla parlamentere sahip olmasına rağmen 15 Aralık’tan sonra demokratik temsile değil ulusal uzlaşmaya dayalı bir hükümet kurmak zorunda kalmasında ve İbrahim Caferi’ye hükümetin kurdurulmamasında şiddetin oynadığı rol büyüktü. 

 

Hükümet, devlet kademelerinden Baasçıların temizlenmesine ilişkin yasayı, olabildiğince yumuşattı, general rütbesi altındaki eski ordu mensuplarının tekrar orduya kabul edileceğini açıkladı. Teröre bulaşmamış eski Baas partisi üyelerinin ulusal uzlaşma sürecine dâhil edileceğini belirtti.[1]

 

ABD’nin Irak Büyükelçisi Zalmay Halilzad’la siyasal süreç konusunda uzun müzakereler yapıldı, Saddam’ın idam edilmesinden sonra avukatlarının açıklamalarından anlaşıldığına göre ABD bile Saddam’a kendilerini siyasi sürecin bir parçası haline getireceklerine dair garanti verdi.

 

“Saddam idam edilmeden önce Amerikalılardan Irak’taki siyasi sürecin bir parçası olacağına dair garanti almıştı” diyen Saddam’ın Lübnanlı avukatı Büşra Halil, Saddam’la birlikte yargılanan Taha Hüseyin, Barzan Tikriti ve Avad Bender’den bu sözleri defalarca duyduğunu belirterek “Saddam’ın arkadaşları defalarca savunma heyeti olarak bizden tansiyonu yükseltmememizi ve işin sonunda kendi lehlerine döneceğini söylediler” diye açıklamada bulundu.[2]

 

Öte yandan Saddam’ın Amerikalı Avukatı ve eski ABD Adalet Bakanı Ramsey Clark’ın asistanı Tom Luidek, Saddam’ın savunma ekibinin idamı işgal sonrasına erteletmek yönünde bir strateji izlediğini belirterek ekibin Saddam’ın taraftarlarının onu hapisten kurtararak tekrar iktidara taşıyacağına inandığını açıkladı.[3]

 

Tom Luidek ayrıca Saddam’ın savunma ekibinin mahkeme sürecini işlemez hale getirerek uluslar arası bir kamuoyu oluşturmaya çalıştığını ve böylece zaman kazanmak istediğini de belirterek mahkemenin buna izin vermediğini söylüyor.

 

İsna haber ajansının bildirdiğine göre Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, bayram kutlaması dolayısıyla İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’la yaptığı telefon görüşmesinde Saddam’ın ABD’liler tarafından kaçırılmasının söz konusu olduğunu bu yüzden idamın öne alındığını söyledi.[4]

 

New York Timse gazetesinin yazdığına göre ise “ABD'li komutanlarla diplomatlar infazı durdurabilmek için cuma gece yarısına dek uğraştı. Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad ile komutan George Casey Irak'ta olmadığı için perşembe ve cuma günü ikinci dereceden ABD'li yetkilileri Saddam'ın teslimine ikna için devreye girdi.

 

Perşembe günü, Maliki, Devlet Başkanı Celal Talabani ve başyargıcın imzası talebi karşılanmadı. Iraklı yetkililer, Amerikalılara "Bu Irak'ın meselesi, vereceksiniz o kadar" diye bağırdı. Cuma günü ise Irak başbakanı Maliki, Amerikalılardan "Bizi unutun. Uluslararası toplumun karşısındasınız" uyarısını aldı.

 

Halilzad, 22.30'da Maliki'yle telefon görüşmesinin ardından, Bush yönetimine 'İknanın yolu yok' mesajını geçti. Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephan Hadley'nin "Hukuk dadıları değiliz" tavsiyesine uyan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, yeşil ışığı yaktı. Necef'teki dini liderliğinin onayı üzerine Maliki 23.45'te infazı imzaladı.”[5]

 

ABD’lilerin Saddam’a siyasi sürecin bir parçası olacaklarına dair garanti vermesi, savunma ekibinin yargı sürecini işgalin sona ermesine kadar uzatmaya çalışma yönünde bir strateji izlemesi ve ABD’lilerin infazı geciktirmeye çalışması, geriye dönük olarak yaşanan birçok gelişmeyi de açıklar nitelikte gözüküyor.

 

Savcının Duceyl davasından dolayı Saddam için idam talebinde bulunduğu 19 Haziran’dan bugüne Irak içinde mezhebi şiddet olabildiğince tırmandırıldı. ABD’ye ve Irak yönetimine “Saddam idam edilirse Irak’ı yönetilemez hale getiririz” mesajı verilmeye çalışıldı. Nitekim bu mesajın etkisi, hükümetin Baasçıların temizlenmesi konusundaki yasayı yumuşatması adımında, ABD’nin de Baker-Hamilton raporunda görüldü.

 

Ürdün Kralı Abdullah’ın Ortadoğu’da “Şii hilali” tezi, İran’ın Irak’taki nüfuzu ve artan İran etkisi söz konusu edilerek, mesele bölgesel bir siyasi tehdit olarak genişletildi. Suudi Arabistanlı 38 din âlimi, aydın ve bürokrat, “dünya Sünnilerini Şiilere karşı birleşmeye ve mücadeleye çağıran bir bildiri yayınladı. Irak’tan ve bölgedeki diğer Arap ülkelerinden gelen “Sünni liderler” İstanbul’da Arap ülkelerinde bile düzenlenmesine izin verilmeyen kışkırtıcı bir “Sünni konferansı” düzenledi.

 

İdamın gerçekleştirilmesinin büyük bir “cesaret işi” olacağını düşündürten bu gelişmeler, infazın yapılmasına engel olamadı.

 

Saddam’ın Duceyl kasabasındaki 143 Şii’nin öldürülmesinden dolayı idam cezasına çarptırılması, infaz hükmünü, Cumhurbaşkanı Talabani’nin imzalamaktan kaçınması üzerine Şii Başbakan Maliki’nin imzalaması ve infazın Şiiler tarafından gerçekleştirilmesi, Saddam’ı “Sünni Arap dünyasının kahraman şehidi” haline getiren bir psikolojik zemin yarattı.

 

İdam öncesinde tırmandırılan şiddetin, idamdan sonra tepki saldırıları ölçeğinde bile beklenenden az gerçekleşmesi ise işin şaşırtıcı yanı oldu. İdam öncesiyle idam sonrasında şiddet grafiğinde gözlemlenen inanılmaz düşüş, bütün bu mezhep eksenli saldırıların ve propaganda faaliyetlerinin idamı engellemeye ve mahkeme sürecini uzatmaya dönük olduğunu düşündürüyor.

 

Saddam’ın idamından sonra Baasçıların temizlenmesiyle ilgili yasa kapsamının revize edilmesi, esik ordu mensuplarının yeniden istihdamı ve Baasçıların ulusal uzlaşma planı çerçevesinde siyasi sürece kazandırılması, ülkedeki terör ve şiddeti kontrol edilebilir seviyelere düşürebilir.

 

Fakat Baker-Hamilton raporuna yansıyan ve müzakere ve uzlaşmayı öneren tavsiyelere rağmen Bush’un 11 Ocak’ta açıkladığı adından başka hiçbir şeyi yeni olmayan strateji, yeniden askeri tedbirleri gündeme getirdiği için Irak, başka bağlamlarda yeniden bir şiddet sarmalının içine de düşebilir.

 

Kaynak: Haberajanda

[1] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2068

[2] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2087

[3] http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=8510200074

[4] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2041

[5] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=209545



Makaleler

Güncel