Nükleer programın seyri ve muhtemel İran-ABD ilişkileri

İran’ın nükleer programının engellenmesi için herhangi bir askeri müdahale ihtimali psikolojik savaş aracı olmaktan öte bir değer taşımasa da İran’ın sonsuza kadar nükleer bunalım denizinde çırpınan bir ülke konumuna daha fazla razı olmak istemediği anlaşılıyor.

NPT konvansiyonunun bir üyesi olan İran’ın nükleer programı, 2002 yılından itibaren Tahran’la Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı arasında teknik ve hukuki bir mesele olmaktan çıkıp, uluslar arası bir siyasi mesele haline gelmeye başladı.

 

İran rejim muhalifi Halkın Mücahitleri örgütünün İran’ın nükleer programının askeri amaçlı olduğuna ilişkin iddiaları, ABD’nin söz konusu nükleer programı uluslar arası bir krize dönüştürme adımlarına kaynaklık teşkil etti.

 

Daha sonraki süreçte Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) İran’ın bazı nükleer tesislerinde yaptığı ölçümlerinde normalin üstünde radyoaktif bulgular elde edilmesi, ABD’nin terörist örgütler listesinde yer verdiği Halkın Mücahitleri’nin iddialarını destekler nitelikte değerlendirildi.

 

İran’ın nükleer programının askeri amaçlar doğrultusunda sapma gösterdiğine kanıt olarak ileri sürülen bu iki durum, aslında hukuki anlamda İran’la UAEA arasındaki teknik bir meseleydi ve İran’ın Ajansı ikna edecek açıklamalar yapamaması durumunda doğal olarak meselenin uluslar arası bir boyut kazanması ve BM Güvenlik Konseyi’ne intikal etmesi gerekiyordu.

 

Fakat 2003’ten bugüne İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak teknik ve hukuki boyuttan gittikçe uzaklaşarak siyasi, ekonomik ve askeri boyutlar kazanan bir uluslar arası kriz sürecine tanık olduk. Bu süreç şu aşamalardan geçerek bugünkü şeklini aldı.

 

İran’ın nükleer programıyla ilgili sürecin aşamaları

 

1-İran’ın nükleer programı NPT bağlamında anormal bir durum olarak UAEA Yöneticiler Kurulu’nun gündemine alındı.

 

2-ABD ve İsrail’in aktif taraf rolüyle koordineli bir şekilde; Almanya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan AB Troykası “arabulcu” bir oyuncu olarak sürecin bir parçası oldu.

 

3- UAEA ile İran arasında teknik işbirliğinin sürmesine ve İran’ın UAEA Yöneticiler Kurulu ve AB Troykası ile müzakerelerinin hiçbir çıkmaza sürüklenmemesine rağmen mesele Ajans kapsamından çıkarılarak BM Güvenlik Konseyi’ne taşındı.

 

4-ABD ve AB Troykası’na nispetle söz konusu program konusunda daha tarafsız gözüken Rusya ve Çin’in de katılımıyla mesele Güvenlik Konseyi’ni de aşarak İran’la 5+1 (BM’nin 5 daimi üyesi ve Almanya) arasındaki bir mesele haline geldi.

 

İran, sürecin birinci aşamasında NPT’nin bir üyesi olarak Ajans’la açık bir işbirliği sergilediğini ortaya koydu, programın askeri yönde bir sapma sergilemediğini göstermek için ileri sürülen iddialara teknik cevaplar verdi. Bu cümleden, Ajans’ın ölçümlerindeki normal dışı radyoaktif kirliğin Pakistan’dan satın alınan nükleer tesislerle ilgili teçhizatlardan kaynaklandığını Pakistan’ın da teyidiyle UAEA Yöneticiler Kurulu’na sundu.

 

İkinci aşamada AB Troykası’nın “arabulucu” bir oyuncu olarak sürece dahil olmasını kabul etti ve AB Troykası ile sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne taşınmaması ve UAEA Yöneticiler Kurulu’nda çözümü için müzakerelere başladı.

 

İran’la AB Troykası arasında yapılan müzakerelerin hedefi İran’ın nükleer programının askeri yönde bir sapma sergilemediğini ispata dönük olmak üzere “objektif garantiler”; AB Troykası’nın ise programın normal teknik ve hukuki şartlarda sürdürmesini sağlayacak “mütekabil garantiler” vermesi olarak belirlendi.

 

İran “objektif garantiler” kapsamında İsfahan’daki UCF tesislerini ve Natanz’daki Uranyum zenginleştirme tesislerini “bir iyi niyet adımı olarak gönüllü ve geçici” olarak askıya almayı kabul etti. Nitekim bu husus İran ile üç AB ülkesi arasında 24 Kasım 2004’te imzalanan Paris Anlaşması’yla, “İran’ın nükleer faaliyetlerini askıya alan tutumunun hukuki zorunluluktan kaynaklanmayan, geçici ve gönüllü bir iyi niyet adımı olduğu” ifadesiyle hukuki bir netlik kazandı.

 

İran’ın nükleer faaliyetlerini “gönüllü ve geçici” olarak askıya almasını belli bir takvimle sınırlamamasından yararlanan AB Troykası, programın normal mecrasına çekilmesini sağlayacak hiçbir “mütekabil garanti” söz konusu etmeyerek ucu açık bir sürece dönüştürme politikası izledi.

 

Bir başka deyişle AB Troykası, İran’ın nükleer programını gönüllü ve geçici olarak askıya almasıyla oluşan “fiili durumu” (defacto), “yasal durum” (dejure) haline getirmeye çalıştı ve İran’a nükleer programını ancak kendi eliyle durdurursa bu konuda “mütekabil garanti” elde edebileceği mesajını verdi.

 

 “Objektif garantiler” kapsamında ikinci bir adım daha atarak Ajans’a askeri tesisler de dahil olmak üzere her tesise önceden bildirimde bulunmaksızın denetleme yetkisi veren “Ek Protokolü” de yine gönüllü olarak uygulayan İran, AB Troykası’yla “mütekabil garanti” beklentisiyle bir yılı aşkın bir süre boyunca ucu açık müzakere sürdürdü.

 

Sürdürülen bir yılı aşkın müzakereler sonucu AB Troykası’nın “mütekabil garanti” hedefinin ne olduğu konusunda fikir edinen İran, müzakereleri asli çerçevesine çekmeye dönük bir uyarıda bulunmak amacıyla, geçici olarak durdurduğu İsfahan’daki UCF tesislerini 3 Ağustos 2005’te tekrar faaliyete geçireceğini bildirdi.

 

İran’ın son adımını “müzakereleri tek taraflı bitirmek” olarak niteleyen AB Troykası, sorunun 3. Aşamaya taşınacağının da mesajını vermiş oldu.

 

Bu, İran’ın nükleer programının Ajans kapsamından çıkarılıp BM Güvenlik Konseyi’ne taşınması aşamasıydı.

 

İran, Ek Protokol’ü gönüllü olarak imzalayıp Ajans tarihinde hiçbir ülke için görülmedik bir uygulamayla tüm tesislerini denetime açmasına, nükleer faaliyetlerini geçici olarak askıya almasına ve Ajans’la işbirliğini sürdürmesine rağmen, konunun Ajans kapsamından çıkarılıp Güvenlik Konseyi’ne taşınması yüzünden derin bir hayal kırıklığı yaşasa da yaşanan süreç İran’ın teknik açıdan elini son derece güçlendirdi.

 

Çünkü bu denetlemeler sonucu Ajans’ın İran’la ilgili tüm raporları 2002 ve 2003 yıllarında söz konusu edilen iddiaları geçersiz kılacak bir açıklık kazandı.

 

Rusya ve Çin’in tutumu

 

İran’ın Ajansla işbirliği sayesinde kazandığı teknik ve hukuki üstünlüğe rağmen ABD ve AB Üçlüsü’nün Güvenlik Konseyi bağlamında baskılarını sürdürmesi, Rusya ve Çin gibi zahiren “tarafsız” ülkeleri İran’dan taviz koparmaya yöneltti.

 

Bir başka deyişle Rusya ve Çin, 5+1 kapsamındaki müzakerelerde İran’ı boğulmasına sebep olacak son darbeyi vurmayan; ama elinden tutup sahile de çıkarmayan bir politika izleyerek kurtulmak için sürekli çırpınıp duran bir İran’dan yararlanmaya çalıştı.

 

İran’ın teknolojik yeterliliği olmasına rağmen, nükleer yakıt üretimini başka ülkelerde (Rusya, Çin veya AB ülkeleri) ve oluşturulacak konsorsiyumlar aracılığıyla yapması önerisi bu cümledendir.

 

Şu an 4. aşamasına tanık olduğumuz süreçte İran BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarından, ABD ve İsrail askeri tehditlerine kadar bir dizi baskıyla karşı karşıya bulunuyor. Öte yandan Güvenlik Konseyi bağlamındaki kararlılığın, 5+1 hatta D-8 ile desteklendiği de İran’a hissettiriliyor.

 

2004’e kadar meselenin Güvenlik Konseyi’ne taşınmaması için birçok gönüllü ve geçici adımlar atan ve defansif davranan İran’ın 2005’ten bu yana daha ofansif bir tutum izlemesinde ABD’nin Irak işgalinde yaşadığı olumsuz sürecin ve İsrail’in 2006 yılındaki Hizbullah yenilgisinden sonra “Yeni Ortadoğu” projesindeki çöküşün önemli bir etkisinin olduğu söylenebilir.

 

Irak işgaliyle öngörülen Büyük Ortadoğu Projesi’nin de İsrail’in Lübnan savaşı sırasında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından gündeme getirilen Yeni Ortadoğu tasarımının da İran’a yönelik bir “rimland stratejisi” uygulamaya imkan vermeyecek şekilde rafa kalktığını ve Irak ve Lübnan savaşlarının İran’a ciddi bir stratejik derinlik kazandırdığını artık herkes kabul ediyor.

 

Sürecin muhtemel seyri

 

Binaenaleyh İran’ın nükleer programının engellenmesi için herhangi bir askeri müdahale ihtimali psikolojik savaş aracı olmaktan öte bir değer taşımasa da İran’ın sonsuza kadar nükleer bunalım denizinde çırpınan bir ülke konumuna daha fazla razı olmak istemediği de anlaşılıyor.

 

İran’ın Güvenlik Konseyi yaptırımları kapsamında hiçbir bankasına akreditif açılmaması sebebiyle ticari ilişkilerini Körfez ülkeleri üzerinden yürütmek zorunda kalması, nükleer programında sürekli olarak Rusya ve Çin şantajlarına maruz bulunması vs. yeni bir açılımı zorunlu kılıyor.

 

Güvenlik Konseyi’nin Afganistan müdahalesi kararında yapıcı bir rol üstlenen, Irak konusunda dengeleyici bir aktör olarak ABD ile müzakere yürüten İran’ın, nükleer programıyla ilgili sorunun asli tarafı olan Amerika ile “arabulucuları” ve “tarafsızları” devre dışı bırakacak inisiyatif geliştirmeye çalıştığı söylenebilir.

 

Bu inisiyatifin, 2004 yılında olduğu gibi İran’ın nükleer programını “geçici ve gönüllü olarak” askıya almasıyla sonuçlanacak bir ön adımı olup olmayacağını zaman gösterecek.

 

Bununla birlikte ABD’nin İran’da “bir menfaat bürosu” açmasının, karşılıklı uçak seferlerinin başlatılmasının Tahran tarafından “müzakere edilebilir” bulunması ve Cenevre’deki son 5+1-İran müzakeresine ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns’un katılması, bu inisiyatifin işaret fişekleri olarak değerlendirilebilir.

 

Muhtemel sonuçlar

 

Peki İran’la ABD arasında doğrudan müzakerelerin başlamasına sebep olacak bir süreç başlar ve her iki tarafta da üsluplarıyla gerginliğe sebep olan başkanlarının değişmesiyle (Bu yıl ABD’de gelecek yıl da İran’da) söz konusu süreç desteklenirse hangi muhtemel sonuçları bekleyebiliriz?

 

1-İran’la ABD arasında doğrudan müzakerelerin başlaması ve maslahatgüzarlık düzeyinde de olsa diplomatik ilişki kurulması, 2003’ten 2008’e kadar İran’ın nükleer programı konusunda sayısında sürekli artış olan üçüncü tarafların rollerini anlamsızlaştırır.

 

2-İran, aslında sadece ABD ile yaşadığı sorun sebebiyle birçok “arabulucu” ve “tarafsız”dan oluşan üçüncü tarafların imtiyaz taleplerinin baskısından kurtularak daha geniş bir diplomatik manevra alanı kazanır. Tahran-Washington kanalının kapalı olmasından yararlanan bölgesel ve uluslar arası güçlerin ABD ile ilişkilerini İran’a karşı bir koz olarak kullanma politikası işlevsizleşir. Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran’a ait “Büyük ve Küçük Tonb” adalarıyla “Ebu Musa” adasının kendine ait olduğunu iddia etmesi, bu çerçevedeki örneklerden sadece biridir.  

 

3-Washington, Tahran’la ilişkilerini normalleştirerek, bölgedeki nüfuzunu büyük ölçüde devrimci söylemine ve kendisiyle ilişki biçimine borçlu olan İran’a karşı büyük bir psikolojik üstünlük elde etmiş ve onu herhangi bir bölge ülkesi konumuna indirgemiş olur. Dolayısıyla İran devrimci söylemiyle oluşturduğu ideolojik nüfuz bölgelerinde ABD karşısında moral açıdan yenilgiye uğratılmış olur.

 

4-ABD, Rusya’nın ortak uranyum zenginleştirme tesisi kurma önerisini olumlu karşılayan İran’la bu türden bir işbirliğine giderek İran’ın uranyum zenginleştirmesini kontrol altında tutacak stratejik ve ekonomik çıkarlar elde edebilir. Buna karşı 6 yıldır savunma doktrininde kite imha silahlarına yer vermediğini teknik, siyasi ve dini “objektif garantilerle” ispata çalışan İran da barışçı nükleer programını normal seyrinde geliştirebilir.

 

5-İran ABD ilişkilerindeki normalleşme, karşılıklı bağımlılık ilişkisinin bulunmamasından kaynaklanan bölgesel gerilimleri azaltır ve bu gerilimlerden istifade eden İsrail rejiminin bölgesel nüfuzunu ve etkinliğini sınırlar. Öte yandan ABD, İran’dan İsrail’in bölgedeki varlığı konusunda herhangi bir Arap ülkesi gibi davranmasını isteyecek baskı mekanizmalarına sahip olmuş olur.

 

Birbiri ardınca savaş senaryoları söz konusu edilirken sayısı arttırılabilecek yukarıdaki muhtemel sonuçları doğurabilecek bir sürecin başlatılıp başlatılmayacağını kestirmek çok kolay gözükmüyor; ancak nükleer programını petrolün millileştirilmesi gibi ulusal bir politika olarak ortaya koyan İran’ın da, tehdit ve şantaj politikalarıyla bu programı durduramayacağı anlaşılan ABD’nin de bir çözüm kanalı açma zorunluluğu içinde olduğu görülüyor.

 

Zira her iki tarafın da mevcut krizi şimdiye kadar son derece başarılı yönettiği aşikarsa da krizden sadece üçüncü tarafların yararlandığı söylenebilir.

 

Kaynak: Umran Dergisi

 



Makaleler

Güncel