Suriye bunalımı, uluslar arası müdahale ve Türkiye’ye biçilen rol

Türkiye’nin, Suriye konusunda içerideki ajitatör STK’ların ve uçuk romantiklerin çizdiği tabloyla değil, devlet aklıyla politika belirleme zorunluluğu ve sorumluluğu bulunmaktadır.

18 Mart’ta Der’a kendinde başlayan olayları, üst düzeyde atacağı birkaç insani adımla yatıştırma fırsatını hoyratça harcayan Suriye yönetimi, başvurduğu güvenlik öncelikli politikalar ve zoraki uyguladığı samimiyeti tartışmalı reformlarla, sorunun giderek ulusalar arası bir bunalıma dönüşmesine zemin hazırlıyor.

 

Bu da Suriye’nin düşmanlarının kullanmak için can attığı kozların onlara Suriye yönetimi tarafından altın tepside sunulması anlamına geliyor.   

 

Çünkü medyada oluşturulmaya çalışılan imajın aksine, Suriye’deki olaylar Tunus ve Mısır’daki gibi ABD ve İsrail güdümündeki toplumsal tabadan yoksun bir diktatörlüğe karşı özgürlük talebiyle gerçekleşen bir halk devrimi değil; Şam’ı, Tahran ve direniş ekseninden kopararak hizaya getirmeyi amaçlayan bir uluslar arası konsorsiyum projesi olarak gözüküyor.   

 

Nitekim diasporadaki Suriye muhalefeti, devrilecek rejimden kendilerine düşecek pay için girişimlerde bulunuyor olsa da onları çeşitli düzeylerde destekleyen ve kullanan bölgesel ve uluslar arası güçler, Irak tecrübesinden dolayı Esed rejimini, belirsizliğe tercih ederek Suriye’deki iç sorunu uluslar arası müdahaleyi gerektirecek bir bunalıma dönüştürmeyi; dolayısıyla da Şam’a ölüm gösterip onu sıtmaya razı etmeyi öngören bir strateji izlediklerini ortaya koyuyorlar.

 

Suriye’deki bunalımı uluslar arası bunalıma dönüştürme çabaları ve Türkiye’ye biçilen rol

Suriye’deki gelişmeler, yönetimin “barışçı” gösterilere aşırı güç kullanması sebebiyle yaşanan bir iç güvenlik sorunu gibi gözükse de giderek uluslar arası bir boyut kazanmaya başlayan bu bunalımın dört tarafı bulunuyor.

 

1- Suriye içindeki göstericiler

2- Suriye yönetimi,

3- Diasporadaki muhalif örgütlerden, cemaatlerden, partilerden ve aktivistlerden oluşan heterojen koalisyon,

4- ABD, İngiltere, Fransa gibi uluslar arası güçlerle Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve Lübnan’dan oluşan bölgesel aktörler.

 

Adına “Suriye muhalefeti” denen diasporadaki muhalif örgüt ve liderlerin heterojen yapısından ve içeriyle örgütsel koordinasyondan yoksun olmasından dolayı bunların 1. maddede zikredilen tarafın ya da kendi deyimleriyle “Suriye Devrimi”nin lideri veya temsilcisi olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor.

 

Bununla birlikte diasporadaki muhalifler; uluslar arası medyada, bölge ülkelerinde, Avrupa’da ve bazı uluslar arası kurumlarda oynadıkları “sözcülük” rolüyle Suriye içindeki, bir başka deyişle operasyon sahasındaki unsurlara propaganda alanında ve diplomatik alanda yoğun bir destek sağlayabiliyor.

Bunlar, “Suriye Devriminin Sözcüsü” sıfatıyla uluslar arası medyada ve çeşitli ülkelerde düzenledikleri konferanslarda bu “devrimin” üç kırmızıçizgisinin olduğunu belirterek şunları sıralıyorlar:

 

1- Devrimin barışçılığı, yani hiçbir şekilde silahlı eyleme başvurulmadığı,

2- Devrimin yerelliği ve bağımsızlığı, yani yabancı bir ülkenin müdahalesinin kabul edilmediği,

3- Devrimin ulusallığı, yani hiçbir dini mezhebi veya etnik ayrımcılığın ve çatışmanın kabul edilmediği.

 

Ancak adına Suriye muhalefeti denen diasporadaki örgütlerin, cemaatlerin ve aktivistlerin oluşturduğu -halka liderlik ettiği son derece tartışmalı olan- muhalif konsorsiyum, rejimin halk desteğinden yoksun olduğu propagandası adına halkın çoğunluğunun Sünni, rejimin ise Alevi olduğunu vurgulayarak ve özellikle Türkiye’yi Suriye’ye müdahil olmaya çağırarak[1] ortaya konan kırmızı çizgilerin ikinci ve üçüncü maddesinin, “devrimin” içerideki unsurları ise birkaç günde 120 polis öldürerek birinci maddesinin inandırıcılığı konusunda yeterince fikir veriyor.

 

Suriye yönetiminin soruna yönelik güvenlik öncelikli yaklaşımı, aşırı güç kullanması ve açıkladığı reformlarda samimiyetsiz olduğu algısını yaratması da Suriye devrimine sözcülük iddiasında bulunanların elini güçlendiriyor.

 

Uluslar arası güçler ile Suudi Arabistan ve onun Lübnan’daki müttefiklerinden oluşan bölgesel güçler, Suriye’deki sorunun uluslar arası müdahaleyi gerektirecek bir bunalıma dönüştürülmesine yönelik senaryonun planlayıcısı ve yöneticisi rolüyle gerekli lojistik, siyasi ve diplomatik zeminleri yaratmak için harekete geçerken, İran ve onun Lübnan’daki müttefikleri Suriye rejimi tarafına savruluyor; Türkiye ise bu uluslar arası operasyonda kolaylaştırıcı rol oynamak üzere hazır hale getiriliyor.

 

Bir parantez açarak benzer bir senaryonun Libya’da nasıl hayata geçirildiğini hatırlatmakta yarar var.  

1- Mısır devriminden hemen sonra Kaddafi rejiminin eski Adalet Bakanı Mustafa Abdulcelil ve İçişleri Bakanı Abdulfettah Yunus, “devrim” safına geçerek Bingazi’de Geçici Ulusal Konsey kurdu ve “devrime” liderlik etmeye başladı.

2- Silahlı mücadele ile başlayan iç savaş, uluslar arası medya desteğiyle bir insani facia olarak ortaya kondu ve Güvenlik Konseyi’nden askeri müdahaleyi öngören 1973 sayılı karar çıkarıldı.

3- Fransa, İngiltere ve ABD’den oluşan uluslar arası güçlere “Libya devriminin” propaganda aygıtlarından el-Arabiya’ya ev sahipliği yapan Birleşik Arap Emirlikleri ile el-Cezire’ye ev sahipliği yapan Katar savaş uçağı göndererek katıldı.

4- Önceleri hem Kaddafi rejimiyle hem de Geçici Ulusal Konsey’le irtibat halinde olmakla övünen ve arabulucu ve kriz çözücü misyonuyla sorunu çözmeye çalışan Türkiye, aylar sonra ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Jeffrey Feltman’ın Bingazi ziyaretiyle eş zamanlı olarak Geçici Ulusal Konsey Başkanı Mustafa Abdulcelil’i cumhurbaşkanlığı düzeyinde ağırladı ve Geçici Ulusal Konseyi tanıyarak ve Kaddafi rejimiyle bağlarını kopardı ve Libya operasyonunun bir parçası haline getirildi.[2]

5- Libya sorununun silahsız ve kansız bir şekilde çözümü için önce NATO’ya dahi itiraz eden Türkiye, 1973 sayılı kararın ardından Fransa ve İngiltere’nin keyfi müdahalelerini frenlemek adına operasyonların NATO komutasında yapılmasına öncülük etmek durumunda kaldı.[3]

6- Hangi tarafta yer alırsa alsın Libya halkına karşı silah kullanmamak taahhüdünde bulunan ve NATO komutasındaki misyonunu sadece insani yardımla sınırlandıran Türkiye’nin ABD’nin “Haydi siz de Libya’yı bombalayın”[4] baskısına ne kadar dayanabileceği ise meçhul gözüküyor.

 

Suriye konusuna dönecek olursak… Suriye, Türkiye’nin tüm bölgede hayranlık uyandıran “komşularla sıfır sorun ve azami işbirliği” politikasının başlangıç noktası ve sıçrama tahtası oldu. 1990’lı yılların sonunda savaşın eşiğinden dönen iki ülke bugün kaldırılan vizelerle ve geliştirilen çok boyutlu işbirliği ile bölgesel entegrasyon için model oluşturuyor.

 

Ancak Türkiye’nin tıpkı Libya konusunda olduğu gibi Suriye konusunda da yönlendirmelere açık zikzaklı bir politika izleyerek kendisine duyulan güveni zedeleyecek adımlar attığı söylenebilir.

 

1- Der’a kentinde başlayan gösterilerden yaklaşık üç hafta sonra (6 Nisan) Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’le görüşen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Suriye halkının istikrar ve güvenliğine katkıda bulunacak şekilde hızlandırılması yönünde tüm imkan ve deneyimlerini sunmaya hazır olduklarını söyledi”.[5]

 

2- Suriye’nin Türkiye sınırına yakın hiçbir yerinde herhangi bir olay olmamasına rağmen 29 Nisan’da  iç karışıklıklardan dolayı kaçtığı belirtilen 250 Suriyeli, Hatay’da sınırı geçip Türkiye’ye sığındı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Konya’daki gezisini yarıda keserek Ankara’ya döndü ve acilen “mülteci zirvesi” düzenledi.[6]

 

3- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, 27 Mayıs’ta “Bir Suriyeli gibi Suriye’nin geleceği konusunda kaygılı”[7] olduklarını ve “Suriye’de Beşşar Esed öncülüğünde bir reform görmek” istediklerini belirterek Esed’in reform çabalarına destek vermesinden yaklaşık bir hafta sonra (31 Mayıs-2 Haziran) Türkiye, Antalya’da diasporadaki Suriyeli rejim muhaliflerinin Esed rejimi karşıtı faaliyetlerini koordine etmek için düzenledikleri toplantıya ev sahipliği yaptı.[8] Suriyeli muhalifler Beşşar Esed’in gitmesi gerektiğini belirterek ABD Başkanı Obama’nın mesajının da bu yönde olduğunu vurguladı.

 

4- 6 Haziran’da, Suriye’nin kuzeybatısındaki Cisr eş-Şugur bölgesinde 120 Suriye polisi öldürüldü.[9]      

 

5- 120 polisin öldürülmesinden sonra (9 Haziran) Suriye ordusunun düzenleyeceği operasyonlardan korktukları için 2500 kadar Suriyelinin kaçarak Türkiye’ye sığındığı bildirildi ve Ahmet Davutoğlu 3. Libya Temas Grubu toplantısının ardından Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı ile birlikte düzenlediği basın toplantısında Suriye halkının isteklerinin kabul edilmesi gerektiğini belirtti.[10]

 

6- Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteci sayısı 3 bini aştı, Suriyeli muhalifler, Başbakan Erdoğan’a bir mektup göndererek müdahale istedi. [11]

 

7- Başbakan Erdoğan, Suriye yönetimini ilk kez açıktan ve sert bir dille uyararak “Suriye ile ilişkilerin kopma noktasına geldiğini” söyledi.[12]

 

Sonuç

İsrail ve Filistin meselesinin çözümü konusundaki tutumlarına göre bölge ülkelerinin “ılımlılar ekseni” ve “direniş ekseni” diye iki kutba ayrıldığı biliniyor. Filistin meselesinin çözümünün İsrail’le müzakerelerden geçtiğini savunan “Ilımlılar Ekseni”ne karşılık; Suriye, İsrail’e karşı silahlı direnişi savunan Filistinli ve Lübnanlı grupları destekleyen “Direniş Ekseni”nde yer alıyor.

 

Bununla birlikte İran’la olan stratejik ittifakına ve direniş gruplarına verdiği desteğe rağmen Suriye’deki Baas yönetimi, yalnızlaştırılmaya müsait konumu ve gerektiğinde İsrail’le müzakereye oturabilen pragmatik esnekliği sebebiyle “uluslar arası toplum” tarafından Saddam’ın Baas rejimi kadar tahammül edilemez bir unsur olarak görülmüyor.

 

Kaldı ki belirsizliği, Saddam rejimine tercih ettiği için Irak’ı İran’la paylaşmak zorunda kalan Amerika’nın, dış müdahaleyle ve bunalımla kontrol altında tutabileceği Esed rejimini devirerek Suriye’de belirsizliği tercih etmesi pek muhtemel gözükmüyor.

 

Öte yandan Esed rejimi de uluslar arası medyanın propagandalarının aksine ciddi bir halk desteğine ve yazgıları büyük ölçüde kendi yazgısına bağlı olan güçlü bölgesel müttefiklere sahip bulunuyor.

 

Binaenaleyh, Suriye’deki iç sorunun Baas rejiminin devrilmesiyle sonuçlanacak bir ivme kazanması beklenmemekle birlikte bu sorunun uluslar arası müdahaleye imkan verecek ölçüde ve Esed rejimini bölgesel müttefiklerinden uzaklaşmaya zorlayacak bir tehdit olarak kullanılmak üzere büyütülmesi muhtemel gözüküyor.

 

Türkiye’ye düşen rol tam da bu noktada önem kazanıyor. Çünkü herkes Suriye’yle en uzun sınırlara sahip bir komşu ve Batı’yla ilişkilerine açılan bir kapı olarak Türkiye’nin Şam’a uzatacağı havucun da göstereceği sopanın da etkisinin farkındadır.

 

Suriye’deki iç soruna uluslar arası boyut kazandırılması, Türkiye’nin desteği olmadan mümkün gözükmemektedir ve Libyalaştırılmamak karşılığında, kendisinden İran’la, Lübnan’la ve Filistin direnişiyle mesafeli olması istenecek olan Suriye’ye, adımlarını Türkiye’ye uygun hale getirmekten başka bir seçenek de sunulmamaktadır.

 

Peki Esed yönetimi, kendisine çekilen resti görür, en kötü ihtimalle nüfusunun yarısının verdiği toplumsal desteğe, ordusuna, geleneksel müttefiklerine dayanarak direnmeyi seçer ve savaşı göze alırsa ne olur?

 

Suriye’de Irak’a ve Libya’ya rahmet okutacak ve Lübnan’ı ve Irak’ı da içine alacak bir iç savaşın hiç de ihtimal dışı olmadığı böylesi bir durumun, İran’ın, Lübnanlı ve Filistinli müttefiklerin ve İsrail’in dahil olabileceği bölgesel hatta küresel bir savaşa sebep olabileceği söylenebilir.

 

Böylesi bir felaket senaryosunda Körfezdeki Arap rejimlerinin taht ve taçlarıyla Türkiye’nin hayalini kurduğu bölgesel önderlik rolü çöpe gidebilir.

 

Türkiye, gerçekten “bir Suriyeli gibi Suriye’nin geleceği konusunda kaygılı” ve “Suriye’de Beşşar Esed öncülüğünde bir reform görmek” talebinde samimiyse sahnelenen mülteci mizanseni karşısında soğukkanlılığını kaybetmeden ve Suriye yönetimiyle bağları koparmadan aklıyla hareket etmeli kurucusu olduğu “Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi” türünden bir bölgesel istişare mekanizmasının oluşumuna öncülük etmeli ve İran ve Suudi Arabistan’ı çözüm yönünde teşvik etmelidir.

 

Libya konusunda başlangıçtaki tarafsız, ilkeli ve yapıcı tutumundan uzaklaşarak ABD’nin baskılarına teslim olma noktasına gelen Türkiye’nin, Suriye konusunda içerideki ajitatör STK’ların ve uçuk romantiklerin çizdiği tabloyla değil, devlet aklıyla politika belirleme zorunluluğu ve sorumluluğu bulunmaktadır.

 



[1] http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=161791

[2] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1052260&CategoryID=78

[3] http://www.haberturk.com/dunya/haber/613996-turkiyenin-nato-manevrasi

[4] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1052260&CategoryID=78

[5] http://www.yirmidort.tv/guncel/davutoglu-suriye-hakkinda-konustu-haber-29261.htm

[6] http://haber.gazetevatan.com/suriyedeki-kriz-sinirimiza-dayandi/374269/1/Haber

[7] http://m.hurriyet.de/haberler/gundem/920314/davutoglu-suriyede-esad-onculugunde-reform-gorme

[8] http://www.cnnturk.com/2011/dunya/05/31/suriyeli.muhalifler.antalyada.bulusuyor/618464.0/index.html

[9] http://www.haberturk.com/dunya/haber/637514-suriyede-120-polis-olduruldu

[10] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/06/09/turkiyeden-kritik-libya-karari-648623944397

[11] http://www.haberturk.com/dunya/haber/638695-sinirda-3-bin-kisilik-can-kasabasi

[12] http://tr.euronews.net/2011/06/10/erdogan-suriye-yonetimini-uyardi/