27 Mayıs gibi başlayıp 28 Şubat gibi planlanan, 12 Eylül gibi sonuçlanan darbe

Mısır’da askeri darbeyle sonuçlanan siyasi krizi en iyi şekilde analiz edip en etkili önleyici adımları atabilecek olan Türkiye’ydi; ancak Ankara “halk iradesi” klişesiyle Mursi hükümetine destek olabileceklerini düşünmekten öte bir politika üretemedi.

 

Mısır’da muhalefet ile Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi arasında yaşanan siyasi kriz, silahlı kuvvetlerin darbesiyle sonuçlandı.

Mısır’da askeri darbeyle sonuçlanan siyasi krizi en iyi şekilde analiz edip en etkili önleyici adımları atabilecek olan Türkiye’ydi; ancak gözüken o ki Ankara’daki resmi karar vericiler de resmi politika üretimine yardımcı olan çevreler de “halk iradesi” klişesiyle Mursi hükümetine destek olabileceklerini düşünmekten öte analiz de yapamadı, politika da üretemedi.

Halbuki askeri darbeler açısından zengin bir çeşitliliğe sahip olan Türkiye, Mısır’da aylar öncesinden adeta yol haritasını da ilan ederek gelmekte olan darbeyi önleyebilir ya da en azından yapacağı tavsiyelerle Mısır’daki müttefiklerinin bu darbeden en az zararla çıkmasını sağlayabilirdi.

27 Mayıs darbesi benzerliği

Mısır’da 3 Temmuz’da gerçekleşen askeri darbe sürecinin zeminini yaratan hazırlıklar nisan ayında başladı. Temerrud (İsyan) Hareketi adını kullanan ve Hüsnü Mübarek’in devrilmesinde de baş rolü oynayan gruplar, Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin istifası için imza kampanyası başlattı ve Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının yıl dönümü olan 30 Haziran tarihinde de kitlesel gösteri çağrısında bulundu.

Bu kampanya kısa süre içerisinde Hüsnü Mübarek rejimi kalıntılarının, Ulusal Kurtuluş Cephesi adlı muhalefet bloğunun ve Mübarek’in devrilmesine öncülük eden grupların Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı birleşmesini sağladı.

“30 Haziran devrimi”ne hazırlanan kesimler; sınıfsal katman, ideoloji ve siyasi hedefler açısından son derece heterojen olsa da bunları ortak bir hedefte birleştiren Mısır’ın Muhammed Mursi aracılığıyla bir “Müslüman Kardeşler Emirliği”ne dönüşmesi kaygısıydı.

Temerrud Hareketi’nin imza kampanyası ile moral atmosferi oluşturulan “ikinci devrim” süreci, 30 Haziran gösterilerinde ordunun müdahaleye çağrılması ve ordunun da bu çağrıya hükümete muhtıra vererek olumlu cevap vermesi, Mursi’nin 28 Şubat benzeri bir yumuşak darbe ile düşürüleceğinin işareti olmuştu.

Yani Mısır ordusu, tıpkı Türkiye’deki 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi “halkın çağrısı” üzerine müdahale etmeye hazırlanıyordu; ancak uluslar arası ve yerel konjonktür gereği kanlı değil, yumuşak bir darbe planlıyordu.

28 Şubat benzerliği

30 Haziran gösterilerini ülke tarihinin en büyük gösterisi ve göstericileri de “Mısır halkı”[1] olarak niteleyen Mısır ordusu, 1 Temmuz’da Mursi’ye “erken seçimlere git” muhtırası verdi.

Uygulanması için 48 saat süre tanınan bu muhtıra, tıpkı RP Lideri Necmeddin Erbakan’ın istifaya zorlandığı 28 Şubat darbesi gibi yumuşak bir darbe öngörüyordu.

Muhaliflerin de ordunun da tek hedefinin Mursi’yi yasal süresi dolmadan cumhurbaşkanlığı görevinden almak ve yeni seçimler ile seçim sonrasındaki siyasi yapıyı planlamak olduğu görülüyordu.

Bu, 28 Şubat muhtırasıyla Başbakan Erbakan’ın yasal süresi dolmadan koltuğunu iktidar ortağına devretmeye zorlanması; ardından da siyasi alanın yeniden tasarlanması sürecine benziyordu.

Muhammed Mursi, muhtıradan bir gün sonra yaptığı açıklamada, ordunun yumuşak darbesine direneceği mesajını verdi. Bu ise darbenin 28 Şubat tarzından çıkıp 12 Eylül tarzına dönüştürülmesine yol açtı.

12 Eylül benzerliği

Mısır ordusu, 30 Haziran öncesinde siyasete müdahale etmek niyetinde olmadığını; ancak ülkenin kaosa sürüklenmesine de izin vermeyeceğini belirterek, sadece darbenin “meşruiyet” gerekçesini ortaya koymakla kalmamış darbeden yana olanlara da ne yapmaları gerektiğinin mesajını vermişti.

Muhalif grupların 30 Haziran öncesinden başlamak üzere Müslüman Kardeşler binalarına yönelik saldırıları ve şiddet eylemleri, ordunun mesajını aldıklarını gösterdi.

Öte yandan Muhammed Mursi’nin Mısır tarihinde ilk defa serbest seçimlerle iktidara gelen meşru bir cumhurbaşkanı olduğu argümanı ile taraftarlarını meydanlara çıkarması, ordunun müdahalesinden yana olanların istediği çatışma zemininin güçlenmesine yaradı.

Yani hükümet yanlılarının meydanları dolduran muhalifleri meydanlarda mağlup etme stratejisi, tersine sonuçlar doğurarak çatışmaların tırmanmasına ve ordunun müdahale gerekçesinin nesnel bir tehlike olarak olarak algılanmasına yol açtı.

Mısır ordusunun 28 Şubat tarzı yumuşak darbe öngören muhtırasının Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi tarafından 2 Temmuz’da reddedilmesi üzerine de 3 Temmuz’da 12 Eylül tarzı sert darbe gerçekleşti.

Muhafazakarlıktan devrimciliğe Müslüman Kardeşler ve iktidar hırsı

Müslüman Kardeşler, bulunduğu her ülkede şiddeti reddeden ve yasal yollarla iktidara gelmeyi hedefleyen en eski ve en geniş tabanlı İslamcı siyasi hareket olarak tanınıyor.

İktidara ulaşma konusunda şiddet seçeneğini reddetmeyen “İslamcı” grupların tekfire varan sert eleştirilerine muhatap olan Müslüman Kardeşler, tarihsel olarak bulundukları ülkelerin yönetimleri tarafından ise potansiyel bir tehdit olarak görülüyor.

Müslüman Kardeşlerin yasal çerçevelere uyum konusundaki geleneksel hassasiyeti, Arap Baharı adı verilen süreçte attığı adımların çelişkili olarak nitelenmesine neden oldu.

Müslüman Kardeşlerin çelişkili bulunan politikalarına ilişkin verilen örnekler şunlar:

1- Mısır’da en geniş toplumsal tabana sahip olmasına rağmen Müslüman Kardeşler, 25 Ocak 2011’deki devrim sürecine sonradan katıldı.

2- Devrimci gruplar Hüsnü Mübarek’in devrilmesi için gösteri yaparken, Müslüman Kardeşler, Mübarek’in yardımcısı ve İstihbarat Servisi Başkanı Ömer Süleyman’la müzakere masasına oturdu.

3- Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra yeni siyasi süreçlerin General Muhammed Hüseyin Tantavi başkanlığındaki Yüksek Askeri Konsey tarafından belirlenmesine itiraz etmedi; hatta orduyla işbirliği yaptı.

4- Devrim sürecinde cumhurbaşkanlığına aday göstermeyeceğini belirterek diğer gruplara karşı uzlaşmacı davrandı; ancak hem mecliste hem senatoda çoğunluğu kazanınca cumhurbaşkanlığına da aday gösterdi.

5- İktidar olmadan önce uzlaşmacı davrandığı devrimci grupları, iktidara geldikten sonra orduyla yakınlaşarak kendinden uzaklaştırdı.

6- Muhalefetteyken reddettiği Camp David anlaşmasına iktidara geçtikten sonra bağlılık bildirdi. Gazze ablukasının kaldırılması yönünde hiçbir somut adım atmadığı gibi, Hüsnü Mübarek dönemindekinden çok daha fazla tünel kapattı.

Müslüman Kardeşleri, bu çelişkili tutumlarına rağmen dostça eleştirenlere göre ise bu grubu çelişkili davranmaya iten en önemli sebep, iktidar hırsıydı. Yıllar boyunca ötekileştirilmiş ve sindirilmiş olan İhvancılar, devrimle ortaya çıkan iktidar fırsatını kaçırmamak adına misyonlarıyla bağdaşmayan ilişkilere girmekten kaçınmadılar.

İçerideki rakiplerine karşı orduyla, dış politikada ordunun geleneksel partneri olan ABD ile uyumlu olmaya ve iktidarı sağlamlaştırmaya çalıştılar, bu ise onları kendi değerlerine ve doğal müttefiklerine yabancılaştırdı.

Halbuki ekonomik ve toplumsal olarak enkaz haline gelmiş bir ülkede meclislerdeki çoğunluğu elde eden Müslüman Kardeşlerin yasama ve hizmet alanlarında halkın diğer kesimleriyle ilişkilerini geliştirmesi, doğrudan her türlü suçlamanın hedefi olan yürütme organıyla ilişkilerini muhalefet diliyle kurması gerekirdi.

Özgürlük ve Adalet Partisi uzun vadeli bir programla halkın tüm kesimlerini kazanarak talep edilen bir siyasi aktör olmak yerine kısa vadeli hesap yaparak iktidarı ele geçirmeyi tercih etti, bu ise hükümetini Mısır’ın değil Müslüman Kardeşlerin hükümeti haline getirdi.  

Seçim sonucu ve meşruiyet 

Müslüman Kardeşler ve siyasi kanadı olan Özgürlük ve Adalet Partisi yöneltilen suçlama ve eleştirilere seçim sonuçlarını göstererek ve halkın desteğine sahip olduklarını belirterek cevap vermeyi tercih etti, halk desteğini politikalarının doğruluğunun kanıtı olarak sundu.

Gerçekten de Muhammed Musri, Mısır tarihinde serbest seçimlerle iktidara gelen ilk cumhurbaşkanıydı ve yüzde 52 oyla seçilmişti.

Ancak seçim sonuçları ve yüzdelik rakamlar, ilkesel ve teorik açıdan Mursi yönetiminin meşruiyetini ispat etse de, muhalifler açısından sahadaki nesnel gerçeklik bu meşruiyeti tartışmaya açabilecek farklı bir manzara tasvir ediyordu.

Zira Haziran 2012’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım yüzde 51.85 düzeyinde olmuş ve “devrimin adayı” Muhammed Mursi 13. Milyon 231 bin oy (yüzde 51.7), “devrilen rejimin adayı” Ahmed Şefik ise 12 milyon 347 bin oy (yüzde 48.7) almıştı.[2]    

30 Haziran’da 22 milyon imza topladıklarını belirten muhaliflere göre Mursi’nin sandık sonucunu göstererek demokratik meşruiyet iddia etmesi geçersizdi.

Çünkü seçimlere hem eski rejimin hem de Müslüman Kardeşlerin adayına oy vermemek için katılmayan yüzde 50’lik bir kesim ve Ahmed Şefik’e oy vermekle Mursi’yi istemediğini gösteren yaklaşık yüzde 25’lik bir kesim söz konusuydu.

Yine muhaliflere göre seçimlerde Müslüman Kardeşler üyesi olmadığı halde eski rejimin son başbakanı Ahmed Şefik’e karşı Mursi’ye oy veren ciddi bir kesim de artık Mursi’yi istemiyordu ve toplanan 22 milyonluk imza da bunu gösteriyordu. Dolayısıyla halkın çoğunluğunun desteğinden emin olan Mursi’nin, erken seçime gitmeyi kabul etmemesinin kabul edilebilir bir yanı yoktu.

Mısır darbesinin bölgesel işaret fişeği

1990’larda babasını darbeyle deviren Katar Emiri Hamad bin Halife’nin tahtını oğlu Temime bırakması, Arap Baharıyla iktidarlara yürüme fırsatı kazanan Müslüman Kardeşler’in önünün kesilmesine yönelik bir operasyon olarak gözüküyor.

Şu an için yeni Emir Temim’in Müslüman Kardeşler konusunda babasından neden farklı olduğunu ve eski Emir Hamad’ın neden böyle bir tutum değişikliğine gittiğine ilişkin nesnel bir veri bulunmuyor; ancak el-Cezire’nin “mutedil” yayınları, Azmi Bişara’nın Mursi’yi örtülü bir şekilde de olsa eleştirmesi, yeni emire biat eden Müftü Kardavi’nin sessizliği ve nihayet Temim’in Mısır’daki darbe hükümetini tebrik etmesi, yukarıdaki yargıyı güçlendiren işaretler olarak okunabilir.

Dış basında yer alan kimi değerlendirmelere göre  Katar ve Türkiye’nin Arap Baharı adı verilen değişim sürecinde Müslüman Kardeşleri destekleyerek bölgesel nüfuz alanı oluşturma stratejisi, başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm Körfez ülkelerini kaygılandırıyordu.

Örneğin Ahmed Şefik hakkındaki yargı sürecinden dolayı Birleşik Arap Emirliklerine sığınıyor, Kuveyt ve Emirlikler Müslüman Kardeşler “tehlikesini” vurguluyordu.

Suriye konusundaki çıkar ortaklığı sebebiyle Suudi Arabistan, bu konuda önleyici adımlar atmayı ertelemişti; ancak Suriye’de öngörülebilir bir zaferin söz konusu olmaması, Körfez rejimlerinin Müslüman Kardeşler konusunda kendileriyle ortak kaygılar taşıyan ABD üzerindeki baskılarını arttırmasına neden oldu.

Dolayısıyla, Katar’a emir değişikliği dikte eden Amerika, iktidara gelen Müslüman Kardeşleri yalnızlaştırarak Türkiye Katar ortak projesini baltalamayı ve devrim yaşanan ülkeleri bölgedeki müttefikleriyle değil, o ülkelerdeki geleneksel yerel müttefikleriyle yönetmeyi uygun buldu.

Elbette bu iddiaları destekleyecek nesnel veriler bulunmuyor; ancak ABD’nin 30 Haziran’la ilgili olarak “demokrasi seçimden ibaret değildir” diyerek ordunun muhtırasına örtülü destek vermesi ve Katar’ın da Mısır’daki darbe hükümetini tebrik etmesi, yukarıda nakledilen değerlendirmelerle örtüşüyor.

Kaynak: Evrensel Gazetesi Pazar Eki



[1] http://www.ydh.com.tr/HD11980_misir-ordusundan-muhtira.html

[2] https://www.iha.com.tr/dunya/yeni-cumhurbaskani/232383