İran’ın Nükleer Programı Fırsatlar-Tehditler

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 12 Nisan tarihinde nükleer santraller için gerekli yakıtı üretmek için uranyumu zenginleştirmeyi başardıklarını ve artık İran’ın “nükleer kulüp” içerisine girdiğini açıklaması, İran’a yönelik bir askeri saldırı ihtimalinin yeniden gündeme gelmesine sebep oldu.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 12 Nisan tarihinde nükleer santraller için gerekli yakıtı üretmek için uranyumu zenginleştirmeyi başardıklarını ve artık İran’ın “nükleer kulüp” içerisine girdiğini açıklaması, İran’a yönelik bir askeri saldırı ihtimalinin yeniden gündeme gelmesine sebep oldu.

 

İran’a yönelik bir askeri saldırı ihtimalinin mevcut şartlar içinde ne kadar gerçekçi olduğunu sonraya bırakarak, buraya kadar olan süreci hatırlayalım.

 

1- İran, nükleer programının barışçı olduğu konusunda uluslar arası toplumu ikna edebilmek için 2003 yılı eylülünde İngiltere, Almanya ve Fransa’dan oluşan üç AB ülkesiyle Sadabat Anlaşması’nı imzaladı. Bu çerçevede İsfahan’daki UCF tesisleriyle, Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesislerinin faaliyetlerini askıya aldı; ayrıca ani denetimler yapılmasını ve askeri tesislerin denetlenmesini öngören NPT’nin ek protokolünü gönüllü olarak uygulamayı kabul etti.

 

2- İran ile üç AB ülkesi arasında 24 Kasım 2004’te imzalanan Paris Anlaşması’yla, AB üçlüsü, İran’ın nükleer faaliyetlerini askıya alan tutumunun hukuki zorunluluktan kaynaklanmayan, geçici ve gönüllü bir iyi niyet adımı olduğunu kabul etti. Ayrıca bu anlaşmayla iki taraf arasında “objektif garantiler” ve “nesnel garantiler” çerçevesinde bir müzakere süreci başladı. Buna göre İran, Avrupalı muhataplarına nükleer programının barışçı olduğu yönünde “objektif garantiler”; Avrupalı muhataplar da İran’ın nükleer programının olağan mecraya çekilmesi için “nesnel garantiler” verecekti.

 

3- İran, Avrupalı muhataplarına aşırı güven duymaktan kaynaklanan diplomatik bir ihmalde bulundu ve Paris Anlaşması sonrasında başlayan müzakere sürecini belli bir zaman tahdidiyle sınırlamadı. Dolayısıyla da İran’ın “objektif garantiler” çerçevesindeki geçici iyi niyet adımları, AB üçlüsü tarafından ucu açık bir süreç içerisinde adeta kalıcı hale dönüştürülmeye çalışıldı.

 

4- İran’ın “objektif garantiler” çerçevesinde attığı iyi niyet adımlarına ve Ajans’ın bu ülkenin nükleer programının askeri amaçlı herhangi bir sapma göstermediği yönündeki raporlarına rağmen, ABD baskıları ve üç AB ülkesinin İran’ın nükleer faaliyetlerini kalıcı olarak durdurma yönündeki çabaları, müzakereleri çıkmaza soktu. Bu süreç içerisinde Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarihinde görülmemiş bir şekilde, Ajansa mensup 1400 denetçi, İran’ın aralarında 20’den fazla askeri tesisin de bulunduğu tüm tesislerini denetlemişti. “Objektif garantiler” vermek adına elinden gelen her şeyi yaptığını belirten Tahran, müzakereleri asli çerçevesine çekmeye dönük bir uyarıda bulunmak amacıyla, geçici olarak durdurduğu İsfahan’daki UCF tesislerini 3 Ağustos 2005’te tekrar faaliyete geçireceğini bildirdi.

 

5- Üç AB ülkesi, Tahran’ın bu adımını Paris Anlaşması’nın ihlali olarak niteledi ve İran’ı, İsfahan’daki tesisi tekrar durdurmaya çağırdı ve bu ülkeyi BM Güvenlik Konseyi ile tehdit etti. Müzakere süreci içinde “objektif garanti” adına üzerine düşen her şeyi yaptığını belirten İran da üç AB ülkesinin “nesnel garantiler” adına üzerine düşen hiçbir şeyi yapmadığını söyleyerek Avrupalı muhataplarını Paris Anlaşması’nı ihlal etmekle suçladı. İran, İsfahan’daki UCF tesisinin askıya alınmasının hukuki zorunluluktan kaynaklanmayan geçici ve gönüllü bir iyi niyet adımı olduğunu hatırlatarak bundan geriye dönüş olmadığını belirtti. Ayrıca dosyanın BM Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi ya da Ajans’ın konuyu Konsey’e rapor etme yönünde bir karar alması durumunda gönüllü olarak attığı geçici iyi niyet adımlarını da geri alacağını ve bu cümleden Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesislerini tekrar aktif hale getireceğini ve ek protokolü uygulamaktan vazgeçeceğini belirtti.

 

6- ABD ve AB üçlüsü, İran’ın nükleer araştırma çalışmalarını başlatmasını gerekçe göstererek UAEA Yöneticiler Kurulu’nu 4 Şubat 2006’da olağanüstü toplantıya çağırdı ve bu toplantıdan Ajans’ın İran’ın nükleer faaliyetlerini BM Güvenlik Konseyi’ne rapor etmesi yönünde bir karar çıkarttı. Karara tepki gösteren İran, daha önce ilan ettiği gibi, önceki iyi niyet adımlarını da geri aldı ek protokolün uygulanmasına son verdi ve Natanz’daki tesisleri faaliyete geçirdi.

 

7- Rusya, 4 Şubat’taki toplantıda Batılılarla birlikte hareket ederek, uranyum zenginleştirmesini Rusya’da yapma önerisi konusunda İran’ı pazarlık yapamayacak hale getirmek istedi; fakat Çin ile birlikte İran’ın nükleer programı konusundaki geleneksel politikasını sürdürdü ve dosyanın Güvenlik Konseyi’nin değil Ajans’ın sorumluluk alanında kalması gerektiğini bildirdi. Dolayısıyla 6 Mart 2006 tarihinde yapılan Ajans Yöneticiler Kurulu olağan toplantısından İran Aleyhine Batılıların istediği türden bir kararın çıkması engellendi. Uzun görüşmelerin ardından 5+1 olarak nitelenen Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya, 28 Mart’ta hukuki bağlayıcılığı olmayan bir karar çıkarabildi ve İran’a 28 Nisan’a kadar süre vererek, bu ülkenin tüm nükleer faaliyetlerini durdurmasını istedi. Öte yandan bu bir aylık süre içerisinde Ajans Başkanı Muhammed el-Baradeî’den de, İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili rapor hazırlamasını ve bunu eş zamanlı olarak hem Ajans Yöneticiler kuruluna hem de Güvenlik Konseyi’ne bildirmesini istedi.

 

8- İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Ajans Başkanı Baradeî’nin Tahran’a gelmesinden birkaç gün önce 12 Nisan’da nükleer santraller için gerekli yakıtı üretmek için uranyumu zenginleştirmeyi başardıklarını ve artık İran’ın “nükleer kulüp” içerisine girdiğini açıkladı.

 

Sekiz madde ile özetlenen bu süreçle aslında bir bakıma siyasal açıdan başlanan noktaya geri dönülmüş oldu.

 

Sürece katılan aktörler, kim ne kazandı ne kaybetti

 

1- ABD ve İsrail baskıları sebebiyle İran’ın nükleer programı konusunda bir uluslar arası kriz atmosferi yaratılmaya çalışılmıştı.

2- İran, Uluslar arası toplumun diğer üyeleriyle müzakere ederek yaratılan krizin yapay olduğunu göstermeye çalıştı, teknik ve hukuki haklılığına dayanarak programını kararlı bir şekilde sürdürdü. İran’ın teknik ve hukuki haklılığından kaynaklanan güçlü konumu ile ABD baskıları arasında sıkışıp kalan uluslar arası toplum ve Ajans, etkisini ve itibarını yitirdi.

3- İran istediğini elde etti; ama nükleer meselesi tekrar bir uluslar arası kriz haline getirilmek isteniyor.

 

Şu an nükleer mesele konusunda diplomatik açıdan tek parça halinde bir uluslar arası toplum ve inzivaya itilmiş bir İran görüntüsü varsa da yine uluslar arası konjonktür açısından bakıldığında hiçbir ciddiyeti bulunmayan askeri tehditler savruluyorsa da yaşanan tüm bu süreç, İran’ın lehine tamamlandı.

 

1- İran’ın nükleer programı, siyasal gerekçelerle uluslar arası bir kriz haline getirilmek istendi; ama bu kriz, konuyla ilgili dünyadaki tek teknik ve hukuki merci olan Ajans’ın raporlarına yansıtılamadı.

 

2- Müzakere süreci boyunca uluslar arası toplum, konuyu kendi argümanlarına dayalı bir zemine çekip süreci yönlendiremedi. Geçici ve gönüllü iyi niyet adımları ile inisiyatif alan İran, oyunu kendi argümanlarına dayalı olarak yönlendirdi. Bir başka deyişle İran oyunu başından sonuna kadar kendi yarı alanında sürdürdüyse de topu hep kendi ayağında tuttu. Yani Avrupalılar, müzakerelerin başından sonuna kadar İran’ın gönüllü ve geçici adımlarını müzakere etmek durumunda kaldılar, görünüşte oyunda hep İran’ın ceza sahasında bulundular; ama topu kapamadıkları gibi golü de kendi kalelerinde gördüler. Çünkü Bosna ve Kosova sorunu da hatırlanacak olursa şimdiye kadar ABD müdahalesi olmadan hiçbir uluslar arası meseleyi çözme başarısı gösteremeyen Avrupalılar, İran’ın nükleer meselesini kabul edilebilir bir çözüme bağlayarak ABD karşısında bir küresel siyasi aktör olabilirdi.

 

Avrupalıların İran’la müzakere sonrasında yaşadığı başarısızlık, ABD’ninkinden daha dramatik oldu. Zira ABD, başından beri sorunu güçle çözmeyi öneren kriz üreticisi taraf olmayı başarıyla sürdürürken, müzakerelerin başında kriz yöneticisi üçüncü bir aktör olarak sahneye çıkan Avrupalılar, bu rolü başaramadığı gibi sürecin sonunda üretilen krizi destekleyebilecek iradeyi bile ortaya koyamadı. Bir başka deyişle Avrupa,“iyi polis” rolüyle girdiği sürecin sonunda “kötü polis” rolü bile oynayamayacak kadar edilgenleşti.

 

Rusya ve Çin

İran’ın nükleer programında teknik desteği olduğu bilinen Rusya ve kısmen de Çin, süreç içerisinde olabildiğince faydacı bir politika izledi. Batılılardan da İran’dan da tavizler koparmayı amaçlayan bu politikanın özellikle Moskova tarafından başarıyla yürütüldüğü söylenebilir.

 

Reaktör yapımı konusunda İran’la milyonlarca dolarlık anlaşmalar imzalayan Rusya, İran’ın Batılılar tarafından Güvenlik Konseyi ile tehdit edilmesi sürecinde de ikili oynayarak her iki taraftan da yararlanmaya çalıştı. Uranyum zenginleştirme tesislerini Rus topraklarında ortak üretmeyi teklif eden Rusya’nın bu önerisi, Batılılar tarafından da İran tarafından da kerhen olumlu karşılanmıştı. 4 Şubat tarihli Ajans Yöneticiler Kurulu toplantısında Batılılardan yana duran Rusya, İran’ı teklifi konusunda pazarlık yapamayacak hale getirmek isterken, dosyanın Güvenlik Konseyi yerine Ajans’ta kalması gerektiğini söyleyen tutumuyla da İran’dan yana bir pozisyon almış oldu.

 

Meselenin Ajans çerçevesinde ve diplomatik yollarla çözülmesi gerektiği yönündeki Rusya ve Çin tutumu, ABD’nin Güvenlik Konseyi’nden istediği gibi bir karar çıkarmasının önünde hala en büyük engel olarak duruyor. Öte yandan Rusya, bu politikasıyla tehdit ve şantajlara boyun eğmeyen İran’ı da büsbütün küstürmemiş ve Rus topraklarında uranyum zenginleştirme konusundaki önerisini de öldürmemiş oluyor.

 

ABD ve İsrail

İran’ın nükleer programını uluslar arası bir kriz haline getiren ABD ve İsrail, başından beri tek bir şey söyledi: İran’ı durdurmak. Onlar açısından İran’ı durdurmanın tarzı ve yöntemi hiç önemli olmadı. Hatta en son seçenek olarak ortaya konması gereken “askeri operasyon” onlar tarafından en başta söylendi. Uluslar arası kurumların saygınlığı, hukuk, diplomasi, onların lügatinde zaman kaybı anlamına geliyordu ve onlar sorunu en kestirme yoldan halledeceklerini tehdit diliyle ifade ede geldiler. Konunun Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi bile onlar açısından yapılabilecek en merhametli işti, onlara göre meselenin tek kökten çözümü askeri saldırıdan başka bir şey olamazdı.

 

ABD’nin Güvenlik Konseyi iradesine rağmen başlattığı Irak savaşının üstünden üç yıl geçmesine rağmen Washington’un, Irak konusunda başarısız olduğu artık ABD’de de yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. ABD’nin demokrasi getirmekle övündüğü Irak’ta yaşanan siyasal ve demokratik süreçler, ABD’nin mağlubiyetinin göstergesi oldu. Çünkü ABD’nin demokrasi getirmekle övündüğü Irak halkı, demokratik yollarla Bağdat’ta “İran’ın adamlarını” iktidara getirmişti. ABD’nin Irak başarısızlığı bir iddia olmaktan çıktı; İran’la Irak konusunu müzakere etmeyi teklif eden Washington da Tahran’ın önünde diz çökerek başarısızlığını itiraf etmek ve İran’dan yardım istemek zorunda kaldı.

 

Filistin ve Lübnan’dan başlamak üzere Irak üzerinden tüm Körfez’e uzayan bir stratejik derinliğe sahip olan İran’ın bu askeri saldırı tehditlerini ciddiye almadığı ortadadır. Bununla birlikte gözüken o ki İran gerek nükleer yakıt çevrimi teknolojisini fiilen elde ederek, gerekse Fars Körfezi’nde “Yüce Peygamber” tatbikatını düzenleyerek estirilen psikolojik savaş fırtınasına, aynı dille cevap vermeyi tercih etti.

 

ABD askeri tehditlerini bile psikolojik bir savaş malzemesi olarak değerlendiren İran’ın, hiçbir stratejik derinliğe sahip olmayan İsrail tehditlerini de ciddiye almadığı söylenebilir. Binaenaleyh, muhtemel bir ABD-İran savaşının İsrail bahçesinde cereyan edeceği bilinirken İsrail’in güvenliği adına durdurulmak istenen İran’ın nükleer programının, İsrail’in yok edilmesine sebep olabileceği de kuşkusuz öncelikle hesaplanan konulardan biri olmalıdır.

 

3- İran

Aslında İran da başından beri tek bir şey söyleyen tutumuyla ABD’ye benzer bir tutuma sahipti. Fakat nükleer programın durdurulması gerektiğini söyleyen ABD’nin aksine İran’ın söylediği tek şey: “Barışçı nükleer teknoloji bizim en doğal hakkımızdır, uluslar arası yasaların bize tanıdığı bu hakkı kimse elimizden alamayacak” ifadesiydi.

 

Kendine özgü diplomatik incelikleriyle sürdürdüğü uzun müzakere süreciyle teknik ve hukuki haklılığını Ajans raporlarına da geçiren İran, 12 Nisan itibariyle istediğini elde etmiş oldu. Nükleer programı konusunda 5+1 çerçevesinde hala görüşmelerin sürdüğü ve İran’ın bir müddet daha konuyla ilgili siyasi sorunlar yaşamaya devam edeceği beklense de bu mücadelede golü atan tek oyuncunun Tahran olduğu söylenebilir.

 

İran’ın nükleer programı, bölgesel etkileri ve Türkiye

Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın 12 Nisan’da yaptığı açıklama, Filistin sorununu ve Irak işgalini gözlemleyen tüm İslam dünyasındaki halklar tarafından memnuniyetle karşılandı. ABD propagandalarıyla uluslar arası medyanın yönlendirmeleri sebebiyle İran’ın nükleer programını askeri bir program olarak algılayan İslam dünyasındaki halklar, bir İslam ülkesinin İsrail ve ABD karşısında stratejik caydırıcılık kazanmış olmasından dolayı büyük bir sevinç duydu. Buna karşın bölgedeki ABD ve İsrail müttefiki rejimlerle bölgesel güç dengelerinde altta kaldıklarını düşünen devletler, İran’ın nükleer programını hayranlıkla karışık bir kıskançlıkla izliyorlar.

 

Hâlbuki meselenin propagandaya dayalı silah bağlamından çıkarılarak, enerji ve teknolojik işbirliği düzleminde ele alınması durumunda Tahran’ın nükleer programının başarısının teknik, hukuki ve diplomatik anlamda tüm bölgenin çıkarına olacak sonuçlar doğuracağı söylenebilir.

 

Özellikle Türkiye gibi enerji hammaddesi açısından dışa bağımlı bölge ülkelerinin nükleer teknolojiyi gündemine aldığı düşünülürse, bu ülkelerle İran arasındaki işbirliğinin her iki tarafın da çıkarına olacağı ifade edilebilir.

 

İran’ın, nükleer teknoloji alanında başta bölge ülkeleri olmak üzere tüm ülkelere ortak yatırım teklifinde bulunduğu biliniyor. Nükleer kulüpte yer alan İran dışındaki büyük güçlerin, yakıt çevrimi teknolojisini bir tekelde tutacakları ve nükleer yakıt konusunda bir “nükleer OPEC” oluşturacakları artık gizlenmiyor.

 

Yedi Sanayileşmiş nükleer güç sahibi ülkenin nükleer yakıt bankası oluşturma ve nükleer yakıtın üretimini ve satımını tekelde toplama projesi dikkate alındığında

 

Türkiye gibi nükleer enerjiyi gündemine almış olan bölge ülkelerinin bu teknolojiyi elde etme noktasında İran’ın teknik, hukuki ve siyasi tecrübesinden yararlanması son derece rasyonel gözükmektedir. Türkiye’nin, nükleer reaktör kurma çalışmaları konusunda siyasi sebeplerden dolayı Batlı ülkelerle işbirliğine yakın gözükse de yakıt çevrimi teknolojisi konusunda İran’la işbirliği yapması, iki dost ve komşu ülke açısından stratejik bir zorunluluk olarak gözükmektedir.

 

Zira Türkiye için nükleer santraller inşa edecek olan Batılı ülkeler, Türkiye’den bu santrallerin yakıtını nükleer yakıt tekeli olan kendilerinden satın almasını dayatacak ve bunu kendisinin üretmeye çalışması durumunda da Türkiye’yi, İran’ın bugün yaşadıklarını yaşamaya mahkûm edeceklerdir.

 

Bu açıdan nükleer yakıt çevrimi teknolojisine sahip olan İran, hem söz konusu tekeli kırmış olması ve hem de nükleer yakıt tekeli ile yapılacak bir pazarlıktan daha kolay şartlarda pazarlığa imkân tanıması sebebiyle bölge ülkelerinin bu konudaki stratejik müttefiki olarak nitelendirilebilir.

 

Kaldı ki İran’ın nükleer gücünün uluslar arası sisteme kabul ettirilmesi, nükleer teknoloji alanında benzer teknik, hukuki ve siyasi süreçleri geçirmesi kaçınılmaz olan bölge ülkeleri açısından bir emsal teşkil edecektir. Binaenaleyh, nükleer teknoloji alanında yatırım yapmaya karar veren bölge ülkelerinin 10-20 yıl sonra İran’ın bugün yaşadığı teknik, hukuki ve siyasi sıkıntıları yaşamaması için günübirlik siyasi çıkarları değil, uzun vadeli stratejik hesapları göz önünde bulundurması gerekiyor.



Makaleler

Güncel